En uzun geceyi yaşamaya iki gün kaldı, babam her 21 Aralık'ta "Bugün ayın kaçı?" diye sorardı. "21 Aralık" derdik, "Peki özelliği ne?" diye devam ederdi. "En uzun gece" cevabımıza da "Ona Şeb-i Yelda derler" diyerek arkasından divan şairi Sabit'in yazdığı şu beyiti okurdu:
Size nasıl hitap etsem bilemedim, benim için öyle ilginç, öyle güzel, öyle dokunulmaz bir nesne idiniz ki o yaşlarda, önünüzde ceketimi iliklesem yeridir. Aslında varlığınızın farkına varmam biraz vakit aldı. Zira o evde sizden de pırıltılı başka biri vardı, sarı saçları, maviş gözleri, yumuk ayaklarıyla minicik bir oğlan çocuğu, Cem. Kendim de çocuktum aslında ama o bebek sayılırdı daha, balkonda, bitişikteki dairede oturan komşu teyzenin kucağında zıplayıp duruyordu. Bir bebeğe âşık olmak, bu hayatımda ilk kez, hatta son kez olan bir şeydi. Aşkım karşılıklıydı üstelik, onlar taşınıp gidene kadar Leyla ile Mecnun gibi vurulduk birbirimize.
Biz Cem’le birbirimize âşık oladuralım annemle babam da Hale Abla ve Tarık Abi ile muhabbeti ilerletmişlerdi. Tarık Abi sarı saçları, oğlununkinin aynısı mavi gözleri, uzun boyu, yapılı gövdesi ile Hollywood filmlerinden çıkıp gelmiş gibiydi. Yakışıklılığını daha da arttıran üsteğmen üniformasını üstüne geçirip Hava Kuvvetleri Bandosu’nun başına geçti miydi, elindeki majör sopasıyla adeta dans ederdi. İnanılmaz derecede espriliydi, insan onu bayramlarda stadyumda izlerken huzursuz olurdu, acaba şimdi tribünleri kahkahaya boğacak bir şey yapar mı diye. Yeni evli sayılırlardı, borç harç aldıkları eşyalarla doğup büyüdükleri İstanbul’u geride bırakmış, görev icabı Ankara’ya gelmişlerdi. Hale Abla eşinin sarışınlığına inat bir esmer güzeliydi. Çok geçmeden annemin en yakını oluvermiş, köşe dairedeki evleri de fütursuzca girip çıktığımız bir mekâna dönüşmüştü. İşte o zaman fark etmiştim sizi.
Salonun karşısında, balkona açılan kapının yanındaki büfede duruyordunuz. Tam ortada, diğer objelere, biblolara, tabak çanağa tepeden bakan bir havanız vardı. Balkon camından vuran ışıkla parıldıyordunuz, gözümü almıştınız, sonra da gönlümü alacaktınız.
Önce ne olduğunuzu pek anlayamamıştım, benim o zamana kadar gördüğüm saatlere pek benzemiyordunuz zira. Evet, evimizde de vardı masa saati ama o kadar sıradandı ki, saati göstermenin ve sabahları erken uyandırmanın dışında kayda değer ne bir fonksiyonu ne de görüntüsü vardı. Oysa siz bir mücevhere benziyordunuz. İçine yerleştiğiniz camdan fanusun altında parlak ışıklar saçarak kibirli kibirli tıkırdıyordunuz, tıkırdama da denmezdi ona, adeta fısıldıyordunuz. Kadranınızın altından sarkan altınımsı toplar saat başlarında dans ederdi, büfenin yanındaki koltuğa çöker, bale gösterisi izler gibi mest olurdum. Tarık Abi halime güler, “Bilet keseceğim sana, beleş seyir yok” derdi. Tarık Abi ve ailesi İstanbul’a gittiklerinde çiçekleri sulamak için anahtarı anneme bırakırlardı, peşine takılır, o çiçekleri sularken ben sizin ışıltınıza dalardım yine. Cem’den sonra en sevdiğim şeydiniz siz o evde.
Aslında ben o evdeki herkesi, her şeyi seviyordum. Tarık Abi’nin her daim gülen yüzünü, güldükçe küçülen mavi gözlerini, Hale Abla’nın sıcaklığını, sonradan doğup Cem’in pabucunu dama atan Kerem’i bile. Hoş Cem’in pabucunu kimse dama atamazdı, en azından benim indimde. Tarık Abi tanıştığımız andan itibaren anneannemden dayılarıma kadar tüm aileyi avucunun içine almıştı, sanki yıllardır biliyorduk birbirimizi. Fırsat buldukları her an babamla ve dayımla oturdukları çilingir sofrasına öğrettiği bir şarkıyla başlamak gelenek olmuştu. Sözlerini belki hiçbirinin bilmediği, anneanneminse her duyduğunda “Tövbe estağfurullah” çekip ayin yapılıyor duygusuyla “vangil çığırman” diye azarladığı, esasında aşka ve beraberliğe bir övgü olan bu şarkı onlara öyle yakışıyordu ki. Tarık Abi hayatımızdan çıkıp gittikten sonra bile ne zaman bir rakı sofrası kurulsa ilk kadehler onu anarak bu şarkıyla kalkardı:
Viva la, viva la, viva la amour
Viva la amour
Viva la amour
Viva la company
Ayın sonunu zor getirdiğini düşünürdüm Tarık Abilerin, hâlâ borçlarını ödedikleri eşyalar, evde büyüyen bir bebek, ev kirası, büyük şehrin getirdiği zorluklar omuzlarına binmişti ama o güleç yüzünden bunu anlamak çok zordu. Bir gün babamla yaptıkları bir konuşmaya kulak misafiri olmuştum. Hastalanan Cem’den bahsediyordu, “Abi” diyordu babama, “oğlan ateşli, bir şey yemiyor, ay sonu, cepte para yok, borç buldum bir arkadaştan, muz aldım belki yer diye. Hevesle geldim eve, soydum muzu, uzattım, korktu abi, çocuk muzdan korktu, o kadar az görüyor ki korktu”. Bunu anlatırken mavi gözlerinden yaşlar akıyordu. O gün bugün benim duyduğum en hüzünlü kısa hikâyedir bu.
Siz bütün bunların farkında mıydınız acaba? Altına saklandığınız sırça fanusta tıkırdayıp fısıldayarak, çalımlı çalımlı sürdürüyordunuz evdeki varlığınızı. Yine de benim gönlümdeki yeriniz her daim Cem’den sonra da olsa bâkiydi. Uzun yılların ötesinden sevgiler yolluyorum size, fanusunuzdan öperim…
Mektubun yazıldığı saatin temsili fotoğrafı, en benzer bunu bulabildim internette, kendisi biraz daha görkemliydi 😊
Güzel bir hafta sonu dileğiyle, mektup yazanlarınız çok olsun diyeceğim de PTT işlevini yitirmiş, ulaştırmıyor, postacılar da artık selam vermiyor.
Hüzzam şarkı
Ve günün dizeleri yine Akgün Akova'dan, mektuba atfen "Hale" şiirinden:
"uyuduğunda
doğanın büyük kitabını gör düşünde
orada nehirler, yağmurun yanıtıdır "ne iş yaparsın" sorusuna
ormanlar yeşilin misafir odaları
dağları avcılar görmesin diye çıkar sis
ve aşk
dünya şenlensin diye var"

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder