.

.
.

7 Mart 2017 Salı

BALEDEN, SİNEMADAN, ŞALANJDAN 17-18

Şalanjı biraz boşladım bu aralar farkındayım ama bazı soruların cevapları o kadar kısa ki ikisi, üçü birarada cevaplanabilir diye ağırdan aldım. Bugün 17 ve 18'i cevaplayıp ilaveten bir film, bir de baleden bahsedeceğim. Önce şalanj diyelim, 17. soru:

-Annenden ve babandan ne öğrendin:

Yapmam ve yapmamam gereken bir sürü şey öğrendim haliyle. Onlarda görüp, sevip üstüme giyindiğim bazı davranışların yanısıra bana ters gelen bazılarını da asla yapmamayı seçtim. Babamdan dürüstlüğü, iyi niyeti, fedakarlığı ve cömert olmayı kaptım en çok. Sık sık tekrarladığı bir sözü şiar edindim: "Alan el olma kızım, her zaman veren el ol". Bu sözün de, iyi niyetin de fazlasının enayilik olduğunu bilsem de içime işlemiş, değişemiyorum. Ama umut var, hafiften bir çaba gözlüyorum kendimde, en azından haketmeyenlere karşı. Büyüme sürecimde annem de, babam da kendi çaplarında neşeli, esprili insanlardı, yaşlanıp dünyanın ve ailenin yükü omuzlarına binene kadar en azından. Onlardan daha neşeli ve esprili oldum baka baka. Türk Sanat Müziği sevgimin ilk tohumlarını evde her fırsatta şarkı söyleyen annem attı içime, sonra o sustu, ben söyler oldum. Annemin dantelleri, örgü paspasları, koltuk üstü örtüleri, fiskos masaları örtüsüz ve sade bir dekorasyon anlayışına yöneltti beni. Annemin dikiş dikme süreçlerini izleye izleye kendi çapımda iyi bir terzi oldum, yıllarca kendim diktim, kendim giydim, ta ki carpal tunnel sendrom ellerimi zorlayana kadar. Babamın yazısı öyle güzeldi ki bilinçsizce taklit edip onunki kadar güzel bir yazıya sahip oldum. Annemin ev temizliğine aşırı merakı, pazar günlerinde, mevsim dönümlerinde, bayramlarda topyekun temizlik seferberliği ilanı öyle bezdirdi ki canımdan "ben işe değil iş bana uysun" kuralını benimsedim sayesinde. Yıllarca çalıştığım halde pazar günleri asla ev işi yapmadım. Keyfim ne zaman isterse o zaman aldım elime temizlik malzemelerini. 

Bu soruya sayfalarca cevap verilebilir ama bu kadarı yetsin diyorum ve çok saçma bulduğum 18. soruya geçiyorum:

-Hangisi daha olası? Cadı, vampir, kurt adam? Ve tabii ki neden?

Hiçbiri diyerek "e" şıkkını seçiyor ve bu soruyu kısa kesiyorum.

Cumartesi akşamı Opera Sahnesi'nda bale tarihinin en sevilen eserlerinden birini izledim: "Kuğu Gölü". ANTDOB'umuzun gerek opera, gerek bale ve gerekse konser alanında ne kadar yetkin olduğunu dönüp dönüp tekrarlarım burada, okuyanlar bilir. Bu balede de dansçılar, orkestra, dekor, kostüm, ışık hepsi şahaneydi. Odette ve Odile'i canlandıran Iaroslava Volkova ise tek kelimeyle olağanüstüydü. Bir an kemiklerini aldırmış olduğundan bile şüphelendim, zira yaptığı hareketler insan vücuduna da, eşyanın tabiatına da aykırıydı. Ne diyeyim çok yaşasın, çok yaşasınlar. Aşağıdaki fotoğrafları ANTDOB'un Facebook sayfasından :









Antalya'da yaşıyorsanız bu güzel baleyi kaçırmayın derim. 

Dün yaklaşık 2,5 aylık bir aradan sonra sinemaya gittim. Evde sürekli film izleyen biriyim ama insan bazen bir sinema salonunu, karanlıkta ve büyük perdede seyretmeyi özlüyor. Aslında kitabını da okuyup bir şey anlamadığım ve sevmediğim "İstanbul Kırmızısı"na-ki okuduğum eleştirilerin çoğu da olumsuzdu-sırf Ferzan Özpetek filmi diye niyet ettim. Filmin en güzel yanı şahane İstanbul manzaraları idi. Onun dışında da bir numarası yoktu, esasen bunu bekliyordum, hayal kırıklığına da uğramadım.


Bir nevi aşure idi perdede izlediğimiz. Ergenken "Kim, kiminle, nerede, ne yaparken, kim görmüş, ne demiş" diye saçma sapan bir oyun oynardık. Herkes eline bir kağıt alır, sırayla bu sorulara cevap yazar, sonra da okuduğunda birbiriyle alakasız kişilerle sapma sapan eylemler ortaya çıkar, kah kih gülerdik. Filmde de kim kimdi, ne yapıyordu, nereden çıktı, niye öldü, bu adamın burada alakası ne şeklindeki bir ilişkiler yumağını sürekli değişen İstanbul manzaraları ve araya katılan toplumsal mesajlar-kağıt toplayan çocuklar, Cumartesi anneleri, Güneydoğu'dan göçenler-eşliğinde izledik. Şahsen benim kafamda bir sürü soru işareti kaldı, üstelik kitabı da okumuştum ama diyorum ya kitaptan da bir şey anlamamıştım. Türkiye'de son yıllarda ünlü olan kim varsa hemen hepsinin filmde rolü vardı, çoğu bir görünüp kaybolsa da. Filmin baş kahramanlarından Deniz rolündeki Nejat İşler'i mesela, 10 dakika ya gördük ya görmedik. İkinci yarıda Orhan'ın oturduğu cafede pek ilgi gösterdiği mavi tükenmez kalem bile ondan daha fazla göründü. O güzel büstünü mimiksiz olarak taşıyarak zerafetiyle göz dolduran ama onun dışında pek fazla bir gayreti olmayan Tuba hanım da "Cesur ve Güzel"in Suhan'ıyla aynı canlandırmayı yapıyordu adeta. Bayıldığım Mehmet Günsür'ü ilk defa bu kadar çirkin gördüm, zaten hemencik öldürdüler garibanı, neden öldü, niye öldü onu da anlamadım. Tüm Özpetek filmleri gibi burada da şık sofralı yemek sahneleri mevcuttu ama o kadar çok botoks vardı ki masa başı elemanlarında, yemekten ziyade botoksa odaklanıyorduk. Sesinden tanımasan Ayten Gökçer'in kim olduğunu çıkaramayacaktım. Kısacası "çırayı gören gelmiş" derler ya, aynen öyle. Herkes filmdeydi ama ne işleri vardı orasını anlayamadım. Yine de zevkler ve renkler tartışılmaz, beğeneni de çok olabilir. Merak ediyorsanız gidin izleyin derim.

2 yorum:

  1. İstanbul Kırmızısı iki yıl önce okumuştum. Okuduğum en sıkıcı romandi. Filmi merak etmiştim hiç izlemiyim bari.

    YanıtlaSil
  2. yazdığınız her satıra , yok yok her harfe katılıyorum . Dadaizme özenmiş diyeceğim ama bütünü bulamadıktan sonra n'eyleyim ben böyle parçalanmayı :D

    YanıtlaSil