Bir süredir "Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi"nde bir arkadaşımla birlikte yazarlarla yaptığımız söyleşiler yayınlanıyor. Sürekli yazarı değilim derginin, ara ara katkılarım oluyor. Derginin Mart-Nisan aylarını kapsayan 74. sayısında Nazlı Eray ile son kitabı "Ölüm Limuzini" üzerine yaptığımız söyleşi yayınlandı.
"Ölüm Limuzini" ABD Başkanı John F. Kenndy'nin 1963 yılında uğradığı suikasti konu alan fantastik bir roman. Yazar kimi zaman Kennedy'ye dönüşüyor, Kennedy kimi zaman Ankara
Tuzluçayır'da boy gösterip kurşun döktürüyor, kimi zaman yazar Kennedy kılığında ABD Büyükelçiliği'nde düzenlenen bir davete katılıyor, kimi zaman tam suikast esnasında Jackie ile birlikte aracın içinde yer alıyor. Hasılı zaman mekan birbirine
karışıyor. Nazlı Eray daha önce de "Venüs'ün Son Gecesi" kitabında Robert
Kennedy-Marylin Monroe ilişkisini konu almıştı. (Daha önce şurada yazmıştım) Kennedy'lerin öyküsünü öğrenmek isteyenler için her ikisi de ilginç kitaplar. Dergiyi bulup okuyamayan ve merak edenler için de söyleşi aşağıda:
NAZLI ERAY ile “Ölüm Limuzini” üzerine,
Einstein Kıvamında
Ayla
Şenel: Dergimizin dosya konusu sizinle yaptığımız bu söyleşiye
ilginç bir şekilde denk düştü. Bu sayımızda Edebiyatçı Gözüyle Einstein’i ele
alıyoruz. Einstein, geçmiş, şimdi ve geleceğin aynı onda mümkün olabileceğini,
hızın zamanı yavaşlattığını, zamanın büküldüğünü söylüyor. Fantastik yazan bir
edebiyatçı olarak onun hakkında siz de bir şeyler söylemek ister misiniz?
Nazlı
Eray: Ben de şimdiki
zamanın, geçmişin ve geleceğin bir arada olabileceğine inanıyorum. Zamanın uzun
bütünlüğüne inanıyorum. Kimi zaman geçmişi, geleceği ve şu anı ayrı bölümler
olarak görmüyorum. Zaten yazdıklarımda bu var. Geçmişte yaşanan bir şey, bugüne
yansıyabilir ve yarına sıçrayabilir. Ve bütün bunların hepsi aynı zamanın
içinde olabilir.
Ayla:
Fantastik eser yazmanın kendine özgü şartları var mıdır? Her yazar, isterse
fantastik roman ya da öykü yazabilir mi?
N.
Eray: Her yazar isterse
fantastik roman yazamaz. Yazabilmesi için beyninde belli bir görüş özgürlüğü,
büyük bir düş gücü, sınırsız bir cesareti ve kaybetmediği bir çocukluğu olması
lazımdır. Geniş bir bilgi dağarcığı ve özel bir tekniği olması da işin cabası...
Ayla:
Fantastik tarzda yazmak kimi zaman güncelden ve can sıkıcı gerçeklere
dokunmaktan bir kaçış olarak değerlendirilebiliyor. Ne dersiniz?
N.
Eray: Ben öyle
düşünmüyorum. Gerçekler niçin can sıkıcı olabiliyor? Gerçeklerin can sıkıcı
olması Einstein'ın İzafiyet Teorisi gibi değil mi? Bana can sıkıcı gelen şey
başkasını eğlendirebilir. Yaşamda çok çeşitli görüşler var, onun için ben bu
kaçış teorisine inanmıyorum ve buna yaratıcılık diyorum.
Ayla-Nurşen: Yazım şeklinizi “Belgesel Büyülü
Gerçekçilik” olarak niteliyorsunuz. Gerçekten kitaplarınızı okuduğumuzda yaşanmış
tarihi bir olaya ilişkin bilmediğimiz detayları öğrenebiliyoruz. Zaman-mekân
birbirine karışmış, fantastik unsurlar havada uçuşuyor ama bunların yanında taş
gibi bir gerçek de var. J.F.K. cinayetinde karanlıkta kalan unsurlar açığa
çıkarılıyor. Bunu tarih okumayı sevmeyenler, özellikle de gençler için edebiyat
yoluyla tarih öğretmek olarak nitelesek ne dersiniz?
N.
Eray: Çok doğru diye
düşünüyorum. Gençler bir romanı okurken yakın tarihin bazı ayrıntılarını da
öğreniyorlarsa bu benim için büyük bir mutluluk. Ama bunu sadece gençler için
düşünmüyorum. Birçok okurum bu kitabı okuduktan sonra kitapta geçen pek çok
şeyi merak ettiğini ve araştırdığını bana bildirdi. Bu da kitabın ve içinde
yazılmış olan olayların şimdiki zamanda yaşanması oluyor. İlk başta Einstein'ın
dediği gibi; yakın tarih, şimdiki zaman ve geleceğe fırlatılmış bir yaşam
parçası aynı anda oluşup bir fotoğraf karesini oluşturuyor. İşte bu da benim
taş gibi bir gerçeğe dayanan büyülü gerçekçiliğim.
Ayla: Bir
yazarın okuyucuyu bilgilendirmek ya da eğitmek gibi bir kaygısı olmalı mı?
Yoksa bu size özgü bir tercih mi?
N.
Eray: Ben böyle bir
kaygıyla yazdığımı sanmıyorum. Yalnızca uzun araştırmalar ve okumalar yapıp
birtakım yaşamların içine giriyorum. Ondan sonra bu çok değişik yolculuklarımı okuruma
anlatıyorum. Bir yazarın bilgilendirmek gibi bir kaygısı olsa da olur, olmasa
da olur. Yazar asıl bilgiyi, yazdığı metnin bir ok gibi insan ruhuna
saplanışıyla anlatır.
Nurşen-Ayla: Kitaplarınızı
genellikle kendi ağzınızdan yazdığınız için insan ister istemez konuyla sizi
bütünleştiriyor. Herhangi bir romanınızı okurken sizinle sohbet ediyormuş
duygusuna kapılıyoruz. Hatta sesiniz kulağımıza geliyor ve çoğu romanın
kahramanını Nazlı Eray olarak düşünüyoruz. Bunu özellikle mi yapıyorsunuz?
Kitaplarınızdaki kadın kahraman ile kişiliğiniz, alışkanlıklarınız ve yaşam
biçiminiz ne ölçüde benzeşiyor?
N.
Eray: Çok benzeşir. Ben
romanlarımı size fısıldıyorum. Romanlarımı size haykırıyorum. Romanlarımı size
ağlıyorum ve romanlarımı size gülüyorum. Hepsi benim sesim.
Ayla:
“Ölüm Limuzini”nde; ‘Hayat buydu işte. Anılar, hüzün, umutlar ve tedirginlik.
Başka nasıl tanımlayabilirdim ki hayatı?’(sf.14) ‘Hayat öyle bir şeydi. Her şey
iç içeydi.’(sf.118) diyorsunuz. Birbirini tamamlayan bu somut tanımlamaların
yanında, bir söyleşinizde, hayatı fantastik bir prizmadan gördüğünüzü
söylemişsiniz. Biraz açıklar mısınız?
N.
Eray: Fantastik bir
prizmadan baktığınız zaman da hayat birbirinin içine geçmiş hüzünler, anılar,
neşeler ve korkularla dolu olabilir. Prizmayı çevirdikçe bütün bu değişik
algılar yer değiştirir ve hayatı oluşturur. Mesela romanın önsözü gibi:
“Sanki dünya sallanmış, geçmişle gelecek
birbirine karışmış; şimdiki zaman sanki yalnızca düşüncelerden oluşmuştu.
Canlı mıydım cansız mıydım, onu da
anlayamıyordum.
Acaba başka bir dünyaya mı geçmiştim bir
aralıktan?
Akıl sır ermez şeyler görüyordum.”
Nurşen: İlginç bir şekilde
ve tamamen tesadüfî olarak “Jackie” filmini izlemem ve “Ölüm Limuzini”ni okumam
senkronize oldu. Kitapta okuduğum bazı bölümleri filmde canlandırılmış olarak
görmem bende hem bir “deja vu”, hem de “tarihe tanıklık etme” duygusu
uyandırdı. Daha önce de “Marilyn-Venüs’ün Son Gecesi” romanınızla Kennedy
ailesiyle hayli içli dışlı olmuştum sayenizde. “Marilyn”den beri aklımda, J. F.
Kennedy ve ailesi ile bu kadar yakından ilgili olmanız, bu konuda oldukça derin
araştırmalar yapmanız ve bunu yazıya dökmenizin belirgin bir sebebi var mı?
N.
Eray: Kennedy ailesini
ilginç bulurum. İki suikast, değişik ölümler, etkileyici kadınlar, çapkın
erkekler ve kaderin ördüğü ürkütücü bir ağ... Bir yazar daha başka ne
isteyebilir? Ve üstelik bütün bunlar gerçek.
Ayla:
Hayatının
tehlikede olduğunu söyleyen telefondaki sesi de dikkate aldığımızda; kitabın J.F.Kennedy’ye
dönüşen kadın kahramanının limuzinde J.F. Kennedy olarak bulunması ve cinayete
kurban gitmesi gerekmiyor muydu?
N.
Eray: Hayır, gerekmiyor. Çünkü
o suikasti anlatan yazıları çok dikkatle okumuş ve kurşunların atılacağı saati,
dakikaları ve hatta saniyeleri biliyor.
Nurşen: Bazı
şehirlere özel bir tutkunuz var sanırım, genellikle her kitabın başrolünde
kahramanlara ek olarak bir ya da birkaç şehir var. “Sis Kelebekleri”nde Sinop,
“Halfeti’nin Siyah Gülü”nde Mardin, “Kayıp Gölgeler Kenti”nde Prag ve “Ölüm
Limuzini”nde Bursa, bunlar ilk anda hatırlayabildiklerim. Bu konuda neler
söyleyebilirsiniz bize?
N.
Eray: Evet, şehirlere
büyük bir tutkum var. Ve romanlarımın çoğunda bir şehir bir bölümde yaşayıp
gider. Bazen ana konuyla hiç ilgisi olmasa bile. Ölüm Limuzini'ndeki Bursa
gibi. Bursa'yı seviyorum ve severek yazdığım bu kitabımda yanımdaydı. İnsanın
sevdiği ve hep yanında taşıdığı küçük bir el çantası gibi.
Nurşen: “Marilyn”de
Kennedy Caddesi’ndeki Kennedy Taksi’den bir şoför eşlik ediyordu size ve
yazdıklarınıza, “Ölüm Limuzini”nde de bir eski şoför çıkıyor sık sık karşımıza.
Acaba aynı şoförler mi bunlar?
N.
Eray: Hayır, ikisi ayrı
bu şoförlerin. Birisi bir taksi şoförü, birisi özel bir sürücü.
Nurşen:
Her iki kitapta da Ankara’nın semtlerini sıklıkla kullanıyorsunuz. “Marilyn”de
Yenimahalle (İvedik Caddesi), “Ölüm Limuzini”nde Tuzluçayır başta olmak üzere
birtakım semtlerde geçiyor olaylar. İşin ilginci bir okur olarak beni de ekstra
etkileyen bir durum bu, zira her iki semtle de bağlarım var. Bu yaşadığınız
şehre bir vefa borcu mu, benim gibi okuyucuları bağlayıcı bir unsur mu, yoksa
tamamen sizin kişisel yazım tercihinizden mi kaynaklanıyor?
N.
Eray: Tamamen kişisel
yazım tercihimden ve dolaştığım, gördüğüm yerlerden kaynaklanıyor.
Nurşen: Kitapta
1963’teki Kennedy suikastından birdenbire 2016 Temmuzundaki darbe girişimine
atlayıveriyoruz. Zamanda geçişler yapmak sizin tarzınız ama aklıma takılan şu;
2016 Temmuzunu zaten yazacak mıydınız; yoksa yazım sürerken darbe girişimi
yaşanınca mı kitaba dâhil mi ettiniz?
N.
Eray: 15 Temmuz darbe
girişimi olduğunda kitaba daha başlamamıştım. Kitabın içine eski sepya fotoğraflar,
anılar, kanlı bir suikast ile birlikte öylesine girdi.
Nurşen-Ayla: Kitabın
anlatıcısı Ankara’nın çeşitli kafelerinde, lokantalarında oturup notlar alıyor.
Anlatıcının siz olduğunu düşünürsek Nazlı Eray da kitaplarını böyle mekânlarda
mı kaleme alıyor? “Ölüm Limuzini”nde çokça adı geçen Dikmen Vadisi kenarındaki
Fokurtu Cafe’nin ya da Batıkent’te İlayda Cafe’nin sizde ne gibi ayrıcalıklı
yeri var?
N.
Eray: Bu iki mekanın da
bende çok büyük anıları var. Bu kitabımı Batıkent'teki İlayda Rose Garden'da ve
Dikmen Vadisi'ndeki Fokurtu Kafe'de yazdım. Noktayı da Çukurambar'daki Mavi Tuna'da
koydum.
Ayla:
Çağımızın hızlı bir çağ olması nedeniyle, romanın, özgür, hafif fönlü bir saç
gibi ve çarpıcı olması gerektiği şeklindeki görüşünüz, edebi bir eserin, hem
dilinin hem kurgusunun önemli olduğu şeklindeki genel kabulle pek uyuşmuyor. Bu
uyuşmazlığı önemsemiyor musunuz?
N.
Eray: Bu tarifimde
böyle bir uyuşmazlık olduğunu sanmıyorum. Hızlı bir çağda yaşıyoruz, roman
çarpıcı ve hafif fönlü dağınık bir saç gibi olmalıdır. Bu söylemimde ısrar
ediyorum. Kallavi kahve gibi kalın ve klasik kitaplar aynen Einstein'ın dediği
gibi; hem mazide kalıyor, bazen bugün de okunuyor veya fırlatılıp yarına atılıyor.
Ama hafif fönlü bir saç gibi çarpıcı bir roman üç zamanı bir arada
kapladığından daha etkili oluyor. (Gülüp kallavi kahvesini yudumladı.)
Ayrıca paşa karısı tarzı muntazam
bukleli saçlar, yani eski roman anlayışı artık demode.
Ayla:
Size Yeni Sait Faik denmiş olmasına rağmen, onun adına verilen ödülü hiç alamamış
olmanıza içerlemişsiniz. Size bu ödülün verilmeme nedeninin, jürinin yapısından
mı, öykü tarzınızdan mı, yoksa yazım dilinizden mi kaynaklandığını
düşünüyorsunuz?
N.
Eray: Ay tabii jürinin yapısından! Yıllarca ödüllere katılmadım.
Rahmetli eniştem Sait Faik jürisi
başkanıydı. Yıllar sonra aynı jüride olan Hilmi Yavuz'un bana söylediği gibi,
rahmetli eniştem çift oy hakkını hiçbir zaman benim için kullanmamış. Bu ödülü
vermiş olmak için iki kere verdikleri yazar bile oldu. Zamanında kırmıştı bu
beni. Ama Einstein'ın dediği gibi; zamanda bükülmeler oluyor.
Nurşen:
Canlı bir sosyal hayatın ve yazım dışındaki sanatsal faaliyetlerin, ilhamı
besleyici olduğunu düşünür müsünüz? Sosyal ya da siyasal uğraşılarınız, kişisel
hobileriniz vb. hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?
N.
Eray: Hayatın tam
içindeyim. Bir şehri bütün sokaklarıyla, bir insanı bütün duygularıyla, bir
olayı bütün dedikodularıyla, bir rüyayı bütün tabirleriyle yaşayan bir insanım.
Her kesimin her yaşın içindeyim. Hayatı seviyorum. Aktif politikayla uğraştığım
yıllar da oldu. Köşe yazarlığı bile başlı başına bir tetiktir. Böyle işte...
Ayla: Çok hızlı
yazabilen ve çok sayıda eser vermiş bir yazar olarak yazarlıkta
profesyonelleşme konusunda neler söylersiniz? Sizce, olumlu olumsuz yanları
nelerdir?
N.
Eray: Hala duygu dolu
yazdığım için ve satış amacını düşünmeden yazdığım için; 45 kitabım olduğu
halde, çok okunduğum halde profesyonel saymam kendimi. Hızlı yazmak ise başka
bir şey. Bir Tanrı vergisi. Toparlayıp aktarabilmek. Einstein'ın dediği gibi;
dünü bugüne, bugünü yarına katıp bir kaşık sabah pekmezi gibi yutuvermek.
Nurşen: Yazarak zengin
olmanın istisnalar hariç mümkün olmadığını göz önüne alırsak, size yazmazsam
olmaz dedirten şey nedir? Yılgınlığa düştüğünüz ve yazmayı bırakmayı düşündüğünüz
anlar oldu mu?
N.
Eray: Yılgınlığa
düştüğüm ve yazmayı bırakmayı düşündüğüm anlar hiç olmadı. Yazmak benimle
birlikte doğmuş ve benimle birlikte gelen bir şey. Yazmak benim hayat yolculuğumun
kısa özeti ve dünya üstündeki izdüşümüm. Ölüme veya umutsuzluğa karşı koyuşum.
Yazmak benim varoluşum.
Ayla:
Öyküleri ya da romanları bir okuyucu ya da eleştirmen gözüyle değerlendirmekle,
onları yazanın kendini değerlendirmesi farklı... Kendi yazdıklarınıza dışarıdan
bakıp eleştirseniz neler söylerdiniz?
N.
Eray: Bütün yazarlar
kendi yazdıklarını beğenir. Bu istisnasız bir gerçektir. Ama ben kendi
yazdığımı ilk kez okusam 'Ne değişik bir beyin, onunla tanışmalıyım,
konuşmalıyım' derdim herhalde.
Ayla:
Bazı romanların, öykülerin yarınlara kalabilmesinde, yüzyıllarca
okunabilmesinde hangi unsurların etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
N.
Eray: İnsanlık, insanı
anlatması, insanın zaaflarını anlatması. Merhamet, aşk, tutku, cimrilik,
serserilik gibi. Tabii çok iyi bir kurguyla yazılmış olmaları gerek.
Ayla: Bir insan olarak
yaşadığımız ülkenin en büyük sorunları olarak neleri görüyorsunuz? Sihirli
değneğiniz olsa nelere dokunmak isterdiniz?
N.
Eray: Sihirli
değneğimle cehalete dokunmak isterdim. Onu yok etmek isterdim.
Nurşen-Ayla:
Lacivert
Öykü ve Şiir Dergisi adına teşekkür ederiz.
N. Eray: Ben bu güzel sorular için Lacivert
dergisine çok teşekkür ederim.
Nazlı Eray'ı çok severim. Sanırım ilk Sis Kelebekleri ile tanışmıştım kendisiyle ve resmen kalemine aşık olmuştum. Ne güzel bir kadın!
YanıtlaSilÇok güzel bir söyleşi olmuş, severek okudum. :))
Çok teşekkürler.
SilNazlı Eray'ın sohbetine de doyum olunmaz, o anlatsın, sen dinle...
Çok beğendim Nurşen. Ne güzel, ucu açık sorular sormuşsun. Hiç okumadığım bir yazar, sence hangi kitabıyla başlanmalı ??
YanıtlaSilBen "Kayıp Gölgeler Kenti"ni çok sevmiştim, Prag'da geçen fantastik bir öykü, oradan başla istersen.
SilBen de Nazlı Eray hiç okumadım ve kendi adıma, bu kadar çok eser vermiş bir Türk yazara ayıp ettiğimi düşünüyorum. Şehirlerde geçen kurgusal metinleri seviyorum. Tavsiyenizi ben de dikkate alacağım.
YanıtlaSilSevgiler.