Adını sorsanız ilk anda söyleyemez, bir an düşünürdüm "acaba neydi?" diye. Aslında çok da ustalık düzeyinde çalamadığı cümbüşüyle öyle özdeşleşmişti ki adını bile unutmuştuk neredeyse. O apartmana taşındığmız gün gelip eski kiracılardan şikayetlerini dile getirenlerden biriydi. Hemen bitişiğimizdeki dairede oturuyorlardı karısı ve yetişkin oğlu ile. Kırklarının sonlarında olmalıydılar ama yedi yaşındaki bana pek yaşlı gelirlerdi haliyle.
Gümrük şefiydi, pek gururlanırdı bu konumundan ötürü, ufacık boylu, tombulca karısının aksine boylu-boslu ve kel kafalıydı. Kalın camlı gözlükler takar ve her sabah işe giderken ortak balkon üzerindeki alçak penceremize abanıp içeriyi kontrol ederdi. Motel tarzı inşa edilmiş dört bloktan oluşan bir sosyal konuttu oturduğumuz site. Her kattaki 6 daire ortak bir balkona açılır ve bu balkon üzerinde yatak odaları ve mutfakların pencereleri olurdu. Uzun boylu biriyseniz rahatlıkla camdan bakıp içeriyi görebilirdiniz yani. Dışardan rahatça dikizlenebilen bu pencereler içerden yüksekte kaldığı için çoğu ev hanımı olan apartman sakinleri balkona çıkılamayan kış günleri caddede olanı biteni görüp sıkıntılarını gidermek için bu pencerelerin önüne yüksek birer sedir yerleştirmişlerdi. Bizim evde bu sedirin aile arasındaki ismi "yüksek divan" idi, sanırsın Topkapı Sarayı'nda ikamet ediyoruz. Ha bir de "küçük divan"ımız vardı, o salonda dururdu ve mülkiyeti şahsıma aitti, aslında Ağavni teyzelerindi o divan ama üç oğullarının en büyüğü Antuvan'ı evlendirip gelinleri Gülnar'ı da eve alınca kalabalık çoğalmış ve bazı eşyaları tasfiye etmek zorunda kalmışlardı, "küçük divan" da bizim-daha doğrusu benim-payımıza düşmüştü. Dağıtıp dağıtıp bir türlü toplamadığım için annemden sürekli azar işittiğim oyuncaklarım, kitaplarım, ıvırım zıvırım onun üzerinde yayılı durur, mecburi öğlen uykularına onun üstünde yatıp uyur gibi yapar, tatil kitaplarımı ve Ayşegül serisi hikayelerimi onun üstünde okur, tam köşede duran "Hanım dilendi bey beğendi" adı verilen teknikle örülmüş rengarenk yün yastığı oyunlarıma arkadaş ederdim. Küçük divanda olmadığım ve dışarıyı görmek istediğim zamanlarda ise önce bir sandalyeye basıp sonra yüksek divana çıkardım. Eğer bu durum sabah saatlerine rastlarsa pencereye abanmış Cümbüşcü amcanın kalın camlı gözlükleri ve sırıtan çehresiyle karşılaşmam olağan hadiselerdendi.
Akşam oturmalarına gittiğimizde duvarda asılı cümbüşünü alıp hem söyler hem çalardı. Kocaman bir tencereye benzettiğim cümbüşün gövdesinde yazan Zeynel Abidin Cümbüş yazısını önceleri Cümbüşçü amcanın ismi sanmıştım, değilmiş :)
Apartmana taşındığımızda buzdolabımız yoktu, sadece bizim değil apartmanda kimsenin buzdolabı yoktu. Sonra bir akşam babam buzdolabı aldığı müjdesiyle geldi eve. Ertesi gün de buzdolabı mutfak dar olduğu ve sığmadığı için salona, benim "küçük divan"ın hemen yanına yerleşti. Artık yanımda bir bardak bulundurursam yerimden kalkmadan su içme lüksüne sahip olacaktım. Küçük boy bir Arçelik'ti. Anneannem dolap gelir gelmez kapağını açmış ve lambasının ışığıyla tatlı bir pembe renge bürünmüş içini görür görmez "ay kıyamam, pek de güzelmiş, pembiş pembiş" demişti :) Sonra ne düşünüldüyse salondaki yeri uygun bulunmayıp yatak odasının hemen girişine konmasına karar verilmiş ve benim yerimden kalkmadan su içme zevkimin içine edilmişti. Gün boyu gidip gelip kapağı açılan ve varlığıyla mutlanılan sevgili buzdolabımızın daha başına gelecek vardı. Akşam olup mesai saati sona erdiğinde ve Cümbüşcü amcam gümrükteki memuriyetinden evine avdet ettiğinde karısından bizim buzdolabı aldığımız haberini almış ve hemen teftişe gelmişti. Yaz boyu açık duran sokak kapımızdan selamsız sabahsız dalmış, "dolap nerede?" diye sorup yatak odasına destursuz dalmış ve kapağını açarak "benim duyduğuma göre iyi dolap kar yaparmış, sizinki yapıyor mu?" demişti. Henüz 24 saati bile doldurmayan dolabımız Cümbüşcü amcanın görüşüne göre "iyi" olduğundan buzluğunu karlandırmış ve bizi mahcup etmeyerek buzluk kapağını açan amcamızın yüzüne soğuk bir nefes üflemişti. Bunu beklemeyen amca hafif tertip bozulmuş, ağzının içinde "hayırlı olsun" diyerek evine geri dönmüştü. Ertesi gün ne oldu biliyor musunuz? Gümrükçü amcanın evine bizimkinin iki boy büyüğü bir buzdolabı karısının muzaffer bakışları altında gelip yerleşiverdi. Muhtemelen kar da yapıyordu, biz gidip bakmadık :)
Bir dönem renkli kapağının ibiğe denk gelen ön tarafında delik olan ve bardağa su koyarken "cik cik" öten sürahiler pek moda olmuştu, hemen her evde bulunurdu. Hiç unutmuyorum, bizim de yeşil kapaklı bir tane vardı ve evde kanarya besliyormuşuz gibi bir ses çıkararak öterdi su koyarken. Cümbüşcü amca çok imrenirdi bizim sürahiye, gel gör ki muhtelif defalar pazardan alıp getirdiği sürahilerin hiçbiri bizimki gibi ciklemiyordu. Amca kendince bir yöntem geliştirip uygulamaya karar vermiş ve son aldığı sürahinin ön taraftaki deliğinin tam karşısına denk gelen yere bir ikinci delik delivermişti. Bunu ve sonrasındaki hezimeti öğrendiğimizde babam olayı karikatürize ederek şöyle anlatırdı: "Bizim sürahi 'dürülü dürülü' diye öterken Cümbüşçü amca istemiş ki onun sürahisi 'dütdürülü dütdürülü' diye ötsün, ikinci deliği delivermiş. Dütdürülü beklerken sürahi dut yemiş bülbüle dönmüş". Ya, amca fizik derslerini unuttuğu için ikinci deliği delerek sürahisini ebediyen suskunluğa mahkum edivermiş.
Cümbüşcü amcanın maceraları çok ama benim yerim az, ne zaman bir cümbüş görsem, sesini duysam gözümün önüne gelir. O'nu rahmetle anıp bir cümbüş soloyla bitireyim bu yazıyı:
Cümbüşçü Amca bildiğin kıskançmış yahu. Öten sürahiyi de ilk defa duydum. Bir yaşıma daha girdim diyeceğim de diyemiyorum artık yaş korkumdan. Bu yazı 4. olduğuna göre öncekilerin olması lazım. Onları bulayım hemen :)
YanıtlaSilZevkle okuddum. Öyle güzel yazmışsın ki. Benimde buzdolabı anılarım geldi aklıma.
YanıtlaSilNe güzel anlatmışsınız. Eh, "Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer."
YanıtlaSil