İlkokulun ilk yıllarında, sabahçıysam eğer okul yoluna düştüğümde evin yakınındaki otobüs durağına yaklaşırken kalbim çarpmaya başlardı. İri bir gölgeyi arardı gözlerim durakta korkuyla. İçine kapanık bir çocuktum, sokulgan değil sıkılgandım, yeteneklerimin ne sorgulanmasından, ne övülmesinden hoşlanmaz, cevherimi kendime saklardım. Matematiği de hiç sevmezdim. Duraktaki kişi bu yüzden korkuturdu beni. O yöne bakmadan yanından geçmeye çalışırken seslenirdi, mecburen giderdim yanına. Anında bir problem kurgular ve "söyle bakalım" derdi, "10 liram olsa, kilosu 1 liradan 1,5 kilo elma, kilosu 2 liradan 1 kilo da armut alsam geriye kaç liram kalır?". Dedim ya matematiği sevmezdim, normal şartlarda kolayca çözeceğim bu basit problemi bile ayaküstü, heyecandan doğru cevaplayamaz, kem küm eder dururdum. Ama karşımdaki kişi için matematik önemliydi, yanlış cevabımın ya da cevapsızlığımın geçerli sebeplerini gözardı eder ve "olmadı ama, sen bize gel Serpil seni matematik çalıştırsın, sen de ona resim yapmayı öğretirsin" der ve yaklaşan otobüse binmek için dönerdi arkasını.
Sezai amcaydı O, Serpil de (artık 50 yıllık) arkadaşım; o durağın arkasında yükselen ve şimdi temellerine kadar yıkılmış apartmanın en üst katında atılmıştı dostluğumuzun temeli. Altı dairenin dış kapısının açıldığı koridor benzeri ortak balkonun en köşesinde O, tam ortasında ben. O Nefise teyzenin büyük kızı, ben Niğdeli teyzenin tek torunu. O pembe-beyaz, dalgalı sarı saçlı, renkli gözlü, ben esmer, pırasa saçlı, kara gözlü. O daha sakin, ben kıpır kıpır. İlginç bir karışım olmuştuk, birbirine hiç benzemeyen huylarımız birbirini tamamlamıştı. Sık sık küserdik ama öyle sıkılırdık ki büyüklerle çevrelenmiş dünyamızdan küstüğümüz sıklıkta da barışırdık. O uzun balkon üstündeki yazın kapısı ardına kadar açık, kışın anahtarı üstünde bırakılmış evlerimize bir tren kompartmanına girer gibi fütursuzca girer çıkardık. Azerbeycanlı Hasan Emmi ve ailesi otururdu annennemin bitişik dairesinde. En büyük eğlencelerimizden biriydi Hasan Emmi ile uğraşmak. Azeri şivesi, saflık boyutundaki naifliği, uyanık ve cevval karısının aksine sakinliği ilgimizi çeker, dedemiz yaşındaki adamın peşinde "Hasan Emmiii, Hasan Emmiiii" diye bağrışa çığrışa dolanırdık. "Hasan Emmi nereye gidiyorsun?" "Çaydan yırtıldı da çaydan almaya gidiyorum", "Çaydan ne Hasan Emmi?", "Siz bilmezsiniz? Hani çay yapılır?", "Çaydanlık o Hasan Emmi, Hasan Emmiii, Hasan Emmi". "Hasan emmi, senin hanım tavuk almış yedin mi?" "Ne tavuk? Ne horoz? Ben pilav yedi". "Hanım seni kandırmış Hasan Emmi, Hasan Emmii, Hasan Emmi". Bir gün adamın ceketine Hasan Emmi diyerek nasıl asıldıysak koca adamı yere düşürmüştük. Hala içime derttir.
Sezai amca eğitime önem veren bir adamdı, yalnızca matematik değildi ilgi alanı, çocukları her konuda bilgilensin isterdi. Keza bir taşra kentinde değil de büyük şehirde doğup büyüse ve okuma imkanı verilse ülkenin sayılı bilim insanlarından biri olabilecek karısı Nefise teyze de. Hürriyet gazetesi alırdı Serpiller, bizim eve Cumhuriyet girerdi. Her akşam babam cebinde katlanmış Cumhuriyet, Sezai amca çantasında Hürriyet'le gelirlerdi işlerinden. Aynı sektörde çalışırlardı ve Sezai amca şaşılacak derecede Süleyman Demirel'e, babam da Bülent Ecevit'e benzerdi. Ben akşamları babamın kucağına tüneyip Cumhuriyet'in ikinci sayfasında yayınlanan çizgi bant Profesör Nimbus'u anlattırır-henüz ilkokula başlamamıştım-ertesi gün de ilk iş Serpillere gidip Hürriyet'teki Fatoş ve Güngörmüşler'i Serpil'e okuttururdum. Benden iki-üç ay büyüktü ve yaşı tutmasa da bir şekilde ilkokula daha önce başlamıştı, onun okuması yazması vardı yani. O Fatoş severdi, ben Güngörmüşler. Serpil sarışın başını Fatoş bantının üstüne yatırır ve benim kara kafamı da Güngörmüşler'in üstüne yatırmaya ikna ederek şöyle izah ederdi bu sevgiyi: "Bak senin başının ölçüsü Güngörmüşler'e, benimki Fatoş'a uyuyor, ondan sen Güngörmüşler'i, ben Fatoş'u seviyorum". Haklıydı belki, çünkü kafa ölçülerimiz de, bant ölçüleri de birbirinin aynıydı :) Sonraları biz yandaki apartmana taşınıp okuma yazma da öğrenince bu sevgi daha farklı bir hal aldı. Anneanneme hemen her gün uğruyor ve tabii ki Serpil'le muhabbeti devam ettiriyordum. Serpil bana gazetenin çizgi bantları olan sayfalarını getiriyordu, ben onları ince ince kesiyor ve kendi yazdığım senaryoları uygulayarak binbir oyun kuruyordum. Kaç kez Şaban'la Tonton'un evde kalmış kızlarına düğünler yaptım, kaç kez Fatoş'la Basri'yi seyahatlere gönderdim bilmiyorum.
Hürriyet gazetesinden sonra Serpillerin eve Hayat ve Doğan Kardeş dergileri girmeye başladı. Babası sürpriz yapıp abone ettirmişti Doğan Kardeş'e. Yazları köşe dairelerinin önünde, balkonun nisbeten tenha bölümüne kilim serer, üstüne yayılır, kışları salondaki somyaya yerleşir, evlerinden hiç eksik olmayan ayçekirdeğini-ki ben buna çok özenirdim, annem kirleniyor diye çekirdek sokmazdı eve-çitleyerek saatlerce okurduk o dergileri. Ne Karakedi Çetesi, ne sağlık yazıları yazan Dr.Kamran Şenel, ne Karagözcük, ne de orada okuduğum öyküler aklımdan çıktı bunca yıldır. Selma Emiroğlu'nun çizdiği rengarenk, şirin mi şirin kapaklar hala gözümün önünde. Nasıl bir heves ve merakla okumuşsak.
Bizi dergilerden alıkoyan, bir bayram sevinci yaşatan olay Serpil'in Osman dayısının gelmesi olurdu. Ablası gibi açık tenli, kırmızı yanaklı bir delikanlı olarak kalmış zihnimde Osman Dayı. Sanki kendi dayımmış gibi ben de dört dönerdim etrafında "Osman Dayı, Osman Dayı" diyerekten. Havaya atıp tutardı bizi Osman dayı, demek hayli küçükmüşüz.
Mahallenin huysuz ve tatlı kadını, Niğdeli teyzesi olan anneannem de, annem de Nefise teyzenin can dostuydular. Yıllar süren bir dostluktu bu, ne bizim o semtten taşınmamız, ne anneannemin ölümü bitirdi bu dostluğu. Ölümünde, kızı olarak benim dayanmadığım için giremediğim gasilhaneye girip annemi yıkayan bir kadının dostluğu tereddüde mahal vermeyen gerçek bir dostluktur, ömrü sağlıklı ve uzun olsun. Serpil mi? Araya yollar ve yıllar girdiğinden seyrelse de bitmeyen bir arkadaşlık bizimkisi. Şu hayattaki en eski ve en uzun arkadaşlığımın öznesi, bu gelinciği evin arkasındaki şantiyeden toplayıp vermek isterdim sana ama biliyorsun ne ev kaldı, ne şantiye. Olsun, dostluğumuz bâki kalsın...
Ne güzel anılar bunlar . Okumaya doyamiyorum. :)
YanıtlaSilSeviyom seni kız Nurşen :)
YanıtlaSilçok güzel...sevgiler gürşen
YanıtlaSilNursencigim ellerine saglik,gercekten cok duygulandim. Ben de Hasan Emmi'yi bir baharda nerede calistigini bilmesem de muhtemelen isyerinden getirdigi Leylak demetini elinden parcalarcasina alip paylastigimiz sahneyle cok iyi hatirliyorum. Farkettim ki senin Blogunun da adi Leylak Dali tesaduf mu yoksa Leylak sevgisi onun sayesinde mi basladi acaba?
YanıtlaSilLenu ve Lila mı geliyor yoksa dedim bir an :) Ne güzel anılar Nurşen Abla, bu seri süper oldu, eline sağlık :)
YanıtlaSil