.

.
.

31 Mart 2012 Cumartesi

HÜZÜN BAZEN BİR KİTAPLA GELİR...


"Sen Dünyaya Gelmeden" boğazıma oturmuş koskoca bir düğüm bırakarak bitti. Bir süre yutkunmakta zorluk çekeceğim kesin. Zaten kitaba başladığımdan beri başımın üstünde bir hüzün bulutuyla dolaştım desem yeridir. Yıllar öncesinde bıraktığım Saraybosna savaşı anıları ve acıları birer birer çıkıp geldiler belleğin derinliklerinden. Bir savaşın acısını duymak için illa onu birebir yaşamak gerekmez, kulağımıza gelenler, TV'den izlediklerimiz, okuduklarımız yeterince üzüp etkisi altına almıştı uzun zaman. Bu kitapla bir kez daha hatırlamış oldum. Bugün bitirme amaçlı son okumalarımı yaparken de Goyko'nun annesinin mezar taşında yazan şiirle gözyaşlarımı tutamadım:

"İpin bir ucunu tut,
ben diğer ucu elimde
dünyada koşacağım.
Ve kaybolacak olursam,
sen, anneciğim, ipi çek."

Bilmediğimiz yerlerde, bilmediğimiz zamanlarda ne acılar yaşandı ve daha da yaşanacak ne yazık ki. Savaş, adın kalleş olsun...

Tepemdeki hüzün bulutunu biraz olsun dağıtmak için kuaföre gittim sonra. İçeri girdiğimde Ohran Gencebay hastası kuaför kızın sesini sonuna kadar açtığı TV'den "Severek Ayrılalım" şarkısı yükseliyordu. Zibel Can'la birlikte yaptıkları düet. Genelde sıcak bakmadığım arabeske saçlarımın yıkanması için oturduğum koltuktan ben de bağıra çağıra iştirak etmeye başladım: "Severek ayrılalım/Aşka hasret kalalım/Eğer mutlu olursak/Yeniden barışalım". Vay canına sevmesem bile isteğim dışında o kadar çok dinlemişim ki bunca yıl sonra sözleri aklımda hala. Ben yayına başlayınca saçlarımı yıkayan kalfa kızın gözleri faltaşı gibi açıldı, "Ne olmuş yani" dedim, "benim Zibel Can'dan neyim eksik, kiloysa kilo, diyetse diyet". Kız gülmekten suyun ayarını şaşırdı, az daha beyin haşlama yapacaktı. Eline şamarı yiyince aklı başına geldi. Fön çekilirken konsere devam ettim, biraz açıldım. Sahi bu ara biraz arabesk takılayım, repertuarımı genişletmiş olurum. Neyse şimdi işim var, bu kadar yeter. Sizlere harika bir Cumartesi akşamı diliyor ve "Hatasız kul olmaz, hatamla sevin beni" diyorum...

30 Mart 2012 Cuma

ALTI-ÜSTÜ HERKÜL


Öğretmenliğimin ilk yıllarında Eylül döneminde bütünleme sınavları yapılırdı. Bu sınavlardan birinde "Turizm" dersinden bile bütünlemeye kalmayı başarmış bir grup öğrenciye "Müze nedir, çeşitleri nelerdir?" şeklinde bir soru yöneltmiştik. Lakin konuyla çok yakından ilgili olduğu belli olan öğrencilerimizden biri "Müze"yi "Füze" olarak okuduğu gibi, Turizm dersinde "Füze"nin ne işi var diye düşünmemiş, şöyle bir cevap vermişti: "Füze bir savaş aracıdır, çeşitleri: tepkili füze vs vs...". Kağıtları okurken kahkahalarla gülmüştük, bunca zamandır unutmadım. Üstelik dersin özelliği gereği onları her yıl toparlar okulun hemen yanında olan müzeyi gezmeye götürürdük. Gerçi sergilenen eserlere bakmaktan ziyade tepişirlerdi ama en azından müze nedir bilmeleri gerekirdi, bu cevap nereden çıktıysa. Bu anıyı yılların öncesinden bulup deşmemin sebebi dünkü müze ziyaretimdi. 5-6 yıldır gitmemiştim, geçen yıl müzede alt kısmı sergilenen Herkül heykelinin yıllar önce Amerika'ya kaçırılmış üst kısmı çeşitli uğraşılar sonucu Türkiye'ye getirilmiş ve Antalya Müzesi'ndeki yerine yerleştirilerek heykelin bütünlüğü sağlanmıştı. Eh ben Herkül kardeşimi ziyaret etmezsem çok üzülürdü, o sebeple gittim, "Hoşgeldin" dedim, geciktiğim için özür diledim, biraz sohbet ettik sonra ben müzedeki diğer tanrıların hatırını da aldım dolaşıp. 


Fotoğraftaki baş tanrı Zeus baba, az değilmiş kendileri. Karısı Hera'nın üstüne gül koklayıp Miken Kralı'nın kızı Alkmene'ye yanaşmış ve bunun sonunda Herkül ya da Yunan mitolojisindeki adıyla Herakles doğmuş. Lakin Hera kocaya yöneltemediği intikam oklarını zavallı Herkül'e çevirip ölümüne sebep olana kadar uğraşmış bu genç irisi koca adamla. Daha birkaç günlükken bebeğin üstüne iki tane zehirli yılan salmış ama yer mi Anadolu-pardon Olympos-çocuğu, sıkıp suyunu çıkarmış yılanların acı kuvvetiyle. Herkülümüz büyümüş, iyi eğitim almış, güreşte, ok atmakta, at sürmekte üstüne adam tanımamış. Ünlü bir canavarı da öldürünce kendisine ödül olarak Teb kralının kızı Megara verilmiş, üç tane koç gibi oğulları olmuş. Lakin hain üvey ana Hera yine devreye girip Herkül'ün beynini bulandırmış, cinnet geçirtip karısını ve çocuklarını öldürtmüş. Bunun üzerine işlediği bu suçtan arınması için Miken kralı onu hizmetine almış ve 12 tane çok ağır görev vermiş. Görevleri tek tek yazmayım burada ama, devlerle güleşmekten, altın elmaları çalmaya, Kyrenia geyiğinin boynuzunu kırmaktan Ölüler Ülkesinin yeraltındaki köpeğini günyüzüne çıkarmaya kadar bir dizi zor ötesi iş buyrulmuş biraderimize. Bunlar Herkül için basit işler, hepiciğini şıpın işi başardıysa da çilesi dolmamış garibin. Lidya kraliçesinin yanında kadın kılığında yün eğirmiş, Argonotlarla sefere katılmış, Promete'yi kurtarmış, Troya'yı tahrip etmiş. Sonra yeniden evlenmiş lakin karısı kendisini aldattığından şüphelendiği kocasına kanlı gömlek giydirip ölümüne sebep olmuş. Ah bu kadınlar ah, Herkül'e bile güçleri yetiyor. Garibim Herkül mok yoluna gitmiş gitmesine ama adamın babası baş Tanrı Zeus, torpili yüksek yerden yani. Cümle tanrılar bir olmuşlar ve naaşı alıp Oympos'a götürmüşler, Herkül'ü diriltip ölümsüzlük bahşetmişler. Bir de helal süt emmişinden kız bulup Gençlik Tanrıçası Hebe ile evlendirmişler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. 


Hazır müzeye kadar gelmişken diğer tanrı ve tanrıçaların da hatırını alayım dedim, kısa bir ziyaret yaptım hepiciğine. Sıkılmışlar kapalı yerde hareketsiz kalmaktan. İki kelam ettik, dışarıdan havadis verdim onlara. Yunanistan'da ekonomik kriz olduğuna üzüldüler, teselli ettim, turizm sezonu açılıyor düzelir biraz vaziyet dedim. Sevindi garipler. Vedalaşıp ayrıldım sonra.


Onca görüşmeden kafam şişince kendimi Müze'nin Kahvesi'ne attım. Aldım elime kahvemi, mor salkımların mis kokular saçtığı kameriyeye geçtim, karşımdaki lahitten bana bakan kabartmalara kahve bardağımı kaldırıp "şerefinize" dedim ve satış mağazasından aldığım minik Herakles defterine notlar alarak yanımda getirdiğim "Hisar'dan Ahmet"ten birkaç sayfa okudum. Oh, mis gibi bir gündü, devamını diler cümlenize selamlarımı iletirim...

29 Mart 2012 Perşembe

28 Mart 2012 Çarşamba

ERGUVANÎ GÜN


Aslında bugün dışarı çıkmayacaktım, uslu kızlar gibi evde oturup kitabımı okuyacaktım ama sabahki bulanık havanın ardından yüzünü gösteren pırıl güneş beni baştan çıkardı. Yüklendim makinamı, düştüm yollara. İlk gözüme çarpan fotoğraftaki erguvan oldu ve arkası da geldi.


Birkaç gün önce tek tük çiçek açan, henüz yeşil yapraklarını fışkırtmamış ağacımız bugün donanmıştı. Ekmekçi Kız için çektim fotoğraflarını...


Sonra yıllar, yıllar önce ailemle kampa geldiğim Sağlık Koleji'nin (ki çoktan yıkıldı) arka bahçesi olan yere daldım. İlk kez bu açıdan Yat Limanı'nı fotoğrafladım. Yabani incirler-ki kendilerine eşek inciri de denir, pek güzel reçeli olur-meyve vermeye başlamışlar, Yat Limanı manzarasının önünde bana mankenlik yaptılar. 



Gördüğünüz gibi narenciye ağaçları tomurcuklanmış. Yakındır çiçeğe durmaları, o zaman siz bir hayal edin sokaklardaki kokuyu. 


Bir diğer erguvanı Kaleiçine bakan surların dibinde farkettim, mekanı nasıl güzelleştirmiş değil mi? Aslında pekçok fotoğraf çektim ama bıktırmayayım sizi şimdiden, Antalya daha nice bahar güzelliğine gebe. İlerleyen günlerde yeni fotoğraflarda görüşmek üzere...

27 Mart 2012 Salı

VEE SONUNDA BEN 1-DİZ 0


Bu sabah güne hafiften rüzgarlı ama güzel ve güneşli bir havada denize bakan bir cafede kahvaltı ederek başladık. Ortam, manzara, sohbet, herşey çok keyifliydi. Papatyalar açmış, otlar yeşermiş, Kıbrıs akasyalarının sarı ponponları yaprakların arasından kafalarını uzatmışlardı. Kısacası doğa uyanmış, canlanmış hatta halaya durmuştu.


Sofrada ne kadar salam ve jambon varsa hepsini masanın altından ayrılmayan bu arkadaş yuttu. Arsız:))


Kahvaltı sonrası parkta yürüyüşe çıktık ve o zamana kadar dikkatimizden kaçan bu ağacı gördük. Çok garip birşeydi, ağaç gövdesinde kaktüs dalları. İn midir, cin midir, nedir bu? Var mı bilen, anlayan?


Malum Kütüphane Haftası ya, hazır gelmişken yeni açılan Doğan Hızlan Kütüphanesine üye olayım dedim. Evraklarımı verdim, görevli kartım çıkana kadar oturup beklememi söyledi. Gazeteleri kitapları karıştırırken epey vakit geçtiğini farkedince gidip kartımı sordum. "E verdim ya" dedi kütüphane memuru, "Yoo almadım" deyince "Bankonun üstüne bırakmıştım" diye söylenerek aranmaya başladı. Ve anlaşıldı ki az önce kitap ödünç alan bir adam kendi kartıyla birlikte benimkini de toparlayıp gitmiş. Haydii, telefonlar edildi, kartın gerçekten farkına varmadan alındığı teyit edildi. Gel gör ki ancak akşama geri getirebileceğini söyledi. Onca beklediğime mi yanayım, kartımı almadan ayrıldığıma mı yanayım, bir kez daha uğramak zorunda kaldığıma mı yanayım, "Hay böyle Kütüphane Haftasına" diyerek çıktım kütüphaneden.



Neyse ki hava güzel, neyse ki mevsim bahar, neyse ki öğleden sonra buluştuğum arkadaşım şahane idi. Kütüphaneymiş, kartmış unuttum gitti. Bu harika günün tadını çıkartıp kaç gündür kilitlenip beni eve bağlayan dizimden de çok pis intikam almış oldum. Beklesin o hain daha bitmedi, yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır:))

26 Mart 2012 Pazartesi

YAZ SAATLİ PAZARTESİ


Dün internette gezinirken rastladım yukarıdaki resme ve çok sevdim. Claudio Acciari isimli İtalyan bir çizere ait, bana çocukluğumda okuduğum ve çok sevdiğim "Gundula" isimli romandaki çizimleri hatırlattı. Resimdeki kızın yaşlarındayken ben de aynı şekilde okurdum kitapları ve dergileri. Kendimi bir an Yenimahalle'deki evde, göbekli, kocaman, kırmızı halının üstüne uzanmış arkadaşım Neruka'dan ödünç aldığım "Resimli Roman" dergilerini okurken hayal ettim. Hatta az sonra annemin gelip terliğinin burnuyla popoma ufak bir tekme atmasını, "kalk da şu üstünden çıkarıp attığın pijamalarını topla" demesini bekledim. Gelen giden olmadı tabii, zaten resimdeki kız da ben değildim. Öylesine bir geri dönüştü işte. Neyse siz Claudia Acciari'nin diğer çizimlerini görmek isterseniz bloguna buyrun:http://claudioacciari.blogspot.com/

Dizim bugün biraz daha iyi, dostlar sağolsun telefonla bana ulaşıp yapmam gerekenleri aktarıyorlar, iyi ki varlar hayatımda diyorum, hep var olsunlar. Bugün öğleden sonra dışarı çıkmayı bile düşünüyorum, bir geçmiş olsun ziyareti yapacağım, yarın içinse daha kapsamlı bir programım olacak. Dizimi bu kadar şımarttığım yeter, yüz verdikçe astar istedi şerefsiz:) Okka ile Cukka'yı soracak olursanız iyiler, sabırla ve sırayla oturuyorlar yumurtaların üstünde. Hatta şu anda başımı kaldırıp bakınca gördüm ki ikisi birlikte yerleşmişler saksıya. Kalkıp fotoğrafladım. Kuş görmekten bıktınız ama bu görüntü eklemeye değer:


Evet Pazartesi'ye böyle başladık, dilerim güzel devam eder. Hepinize sağlıklı, keyifli, güneşli bir hafta diliyorum...

25 Mart 2012 Pazar

PAZAR SIRALAMASI


-Buz-diz olayı devam ettiği için güzel ve güneşli bir Pazar günü daha evde heba edilmektedir.
-Laleler gündüz tabak gibi açılıp akşam olunca sımsıkı kapanmaktadır.
-Yaz saati uygulaması henüz benimsenemediği için bünye salaklaşmış durumdadır.
-Leman Sam dinlemekten hâlâ bıkılmamıştır, on yüz milyon bin+555. kez olmak üzere şu anda yine dinlenmektedir.
-"Devrimden Sonra" isimli film Lale'nin blogunda görülmüş, izlenmiş ve beğenilmemiştir. 
-"Sen Doğmadan Önce" yarılanmış ve okudukça hüzünlenilmiştir.
-Yukarıdaki fotoğrafta ağzında koca çöp ile yumurtaların üstünde oturan eşimin deyimiyle eniştemiz Okka'dır. Cukka'nın bugün altın günü varmış oraya gitmiş, o dönene kadar kuluçkaya yatma işini kocası üstlenmiştir. Görüldüğü üzere ideal ve paylaşımcı bir aile tablosu çizilmektedir. Cümle erkeklere ibret olsun denmiş ve monoton bir Pazar gününe geri dönülmüştür...

24 Mart 2012 Cumartesi

BU CUMARTESİ


Dizimde buz poşeti kanepeye serilmiş Margaret Mazzantini okuyorum: "Sen Dünyaya Gelmeden". Niyetim 2 gün bu şekilde dinlenip kilitlenmiş dizimin kilidini açmak. Ara sıra perdenin açık kalan ucundan yumurtalarını çiftlemiş Cukka ile bakışıyoruz. Göksel Baktagir fon müziği yapıyor, laleler de kendimi bahçede imişim gibi hissetmemi sağlıyor. Eh güneş de var, bundan iyisi dizimin ağrısının geçmesi olabilir ki eminim o da yakındır. Haydi kalın sağlıcakla...

23 Mart 2012 Cuma

OKKA-CUKKA VE YOLDAKİ HOKKA


Tomurcuk olarak aldığım lale de açtı bugün, kıpkırmızı ve çok güzel, kendisini Lale'nin Bahçesi'ne gönderiyorum sevgilerimle...

Dün "West Side Story" müzikalini izlemeye gittim söylediğim gibi. Yıllar önce güzelim Nathalie Wood'un başrolünde oynadığı filmini defalarca izleyip hayran kalmış bir kuşağın insanı olarak gösteriyi müzikler dışında biraz zayıf buldum. Yine de verilen onca emeğe bir şükran ifadesi olarak gidip izlenmeli diyorum. Zaten müzikler olağanüstüydü, onları dinlemek bile yeterli olabilir. Fotoğraf çekmek yasaktı o nedenle müzikalin ünlü parçalarından "America"yı filminin videosundan izleyip hafızalarınızı tazeleyin.



Efendim Cukka'yı merak edenler olabilir içinizde. Biliyorsunuz 7 yıldızlı nane saksısı suitinden kovalamıştım kendisini ve başka bir saksı (daha doğrusu deterjan kovası) tahsis etmiştim. Burun kıvırmadı, akşama doğru çörünü çöpünü toparlayıp yerleşti yeni mekanına, sabah baktım yumurtlamış.


Şimdi bilinen laftır değil mi; "Yuvayı dişi kuş yapar". Hayır efendim hiç te öyle değilmiş, aşağıdaki fotoğrafa bakın, ispatı orada. Cukka hanım yeni evde doğum sancısı çekerken değerli eşi Okka Bey'de yuvaya gerekli malzemeyi taşımaktaydı. 


Malum lüks daireden kovulup daha mütevazı bir eve taşındılar ya biraz sıkıntıdalar. Daha rahat bir hayat sürebilmek için paraya ihtiyaçları vardı. Çözümü evin dışına reklam almakta bulmuşlar, böylece ismini "Hokka" koymayı düşündüğümüz yeni bebeğimizin geleceğini de biraz güvence altına alabiliriz belki.


Okka ile Cukka'nın maceraları sürecek, bizi izlemeye devam edin...

Not: Gördüğüm lüzum üzerine adsız yorum seçeneğini iptal etmek zorunda kaldım. Blogu olmadan izleyen arkadaşlarım lüftfen isminizi yazarak yorumunuzu bırakın. Çok teşekkürler...

22 Mart 2012 Perşembe

YEŞİL YEŞİL


Bu sabah ilk işim dişimdi, işlerimi genellikle kafiyeli yaparım, hem de zengin kafiye, bana da o yakışır zaten. Dişçi amcası dişimi muayene ettikten sonra ne yazık ki acı gerçeği ona değil bizzat bana iletti. Suç ağrıdığını ve kırıldığını sandığım özbeöz, hakiki, gerçek, bana ait kaç yıllık dişimde değil, geçen sene bu zamanlarda oraya taşınıp bitişik komşusu olan köprüdeymiş. Bilenler bilir o köprü geçen yılki 3D projemin ikinci ayağı olarak ağzıma yerleşmişti 8 daire kiralayarak. Ben geceleri uykuda çenemi sıkıp gıcır gıcır gıcırdatırken kendi dişime kıyamamış köprünün ayağı olan dişin üstündeki porseleni kırıvermişim meğerse. Tabii o kadar gıcırdatmaya köprü temellerinden sarsılmış ve gevşemiş, hava aldığı için de hem ağrı hem hassasiyet yapıyormuş. Buyrun buradan yakın, "hiçbirşey yapamam" dedi diş hekimimiz, "çıkarmaya çalışırken kırılabilir". El mahkum Ankara'ya gidene kadar bekleyeceğiz, gider gitmez de dişçi ablamıza başvuracağız bu sefer. Artık çıkarır yeniden mi yapar, tamir mi eder onun bileceği iş. Benim bilemeyeceğimse yaklaşık 2 ay bu ağrıyan ve kamaşan dişle ne yapacağım. Gitmişken alt çenede ufak bir dolgu yaptırıp ayrıldım muayenehaneden, pazara uğrayıp eve döndüm. Balkona çıktığımda da yukarıdaki manzarayla karşılaştım. Bizim Cukka nane saksısına 7 yıldızlı Dubai otelinde suit kiralamış petrol şeyhi gibi yerleşmiş. Kılını kıpırdatmadı beni görünce. Ben sinirlenip söylendikçe alık alık baktı suratıma, neden sonra kıçını kaldırıp şöyle bir etrafı süzdü ve uçup gitti ki ne göreyim. Arkadaş yumurtlamaya niyetlenmiş ve 3-5 kuru çam iğnesi getirip yuva niyetine benim yeni yeni canlanıp geliştiği için sevindiğim nanelerimin üstüne yerleştirmiş. Nane saksısı doğumevine dönüşmüş anlayacağınız. "Kusura bakma Cukka kardeş" dedim, "size fazla yüz verdik galiba, nanelerin arasına da doğurulmaz doğrusu". Saksıyı içeri aldım, yerine boş başka bir saksı yerleştirdim, çerçöpünü üstüne koydum, bilmem tenezzül edip gelir mi, yoksa daha lüks başka bir balkondaki 5 yıldızlı saksıyı mı tercih eder bilemem.


Diyette üç günlük yeşil çorba zamanı geldi. Diş hekiminin muayenehanesinden çıkınca mahallenin pazarına uğradım. Aman da aman pazara bahar gelmiş, ne bolluk ne bolluk; çilekler, çiçekler, yeşil yeşil otlar. Hem gözlere hem mideye şenlik. Köylü kadınlarda hangi otu bulduysam topladım, eve gelip yıkadım pakladım ve yeşil çorbamı pişirdim. Yeşilliklerim çorbaya dönüşmeden önce sizin için poz verdiler. Pazı, brokoli, kereviz, maydanoz, ebegümeci, semizotu, dereotu, yeşil soğan, kabak, yeşil biber ve bir küçük kök kereviz doğranıp porsiyon başına 1 çorba kaşığı aşurelik buğdayla tencereye girdi. Pişince kaseye aktarıldı ve içine bir tatlı kaşığı zeytinyağı ilave edilip lüpletildi öğlen öğünü olarak. Çok lezzetli olduğunu söyleyemeyeceğim ama mideye ve bünyeye iyi geleceği kesin. 


Efendim bu da "acı filiz", "dikenucu", "yabani kuşkonmaz" ya da "tilkişen" gibi isimlerle anılan bitki. Kendisi akşam yemeğim olarak bünyeme dahil olacak. İlk kez yiyeceğimi itiraf edeyim, satın alırken yaşlı bir teyze nasıl yapacağımı tarif etti. Yeşil soğanla kavrulup yumurta kırılacakmış üstüne. Bir başka satıcıdan "arapsaçı" ya da "rezene" denen anason kokulu otlardan alırken şık giyimli, hoş görünümlü çok yaşlı bir hanım kolumdan tuttu, "ay ben seni tanıdım, sen kimin kızıydın dur bakayım" dedi. "Benzettiniz galiba" derken "Giritli değil misin sen?" dedi, olmadığımı söyleyince de "E nereden biliyorsun bakayım sen arapsaçını" diye sordu. Sonra aramızda ufak bir sohbet gelişti, ben Giritli arkadaşımdan bahsettim, o otun fasulyeyle yapılacak değişik bir tarifini verdi, birbirimize afiyet olsun diyerek ayrıldık. Pazar iyi birşey ya, meyhaneden sonra en iyi muhabbet pazarda gelişiyor:))


Sadece ot almadık herhalde pazardan, bu kırmızılı sarılı lale ve aşağıdaki şebboylar da günün çiçek ganimetleri oldular. Şebboylar pek güzel kokuyorlar, lalemse pek zarif.


Şimdi gidip bir kahve yapıp kitabımı okuyayım. Bu akşam bir müzikal izlemeye gideceğim, "Batı Yakasının Hikayesi". Onunla ilgili havadisler yarına, kalın sağlıcakla...

21 Mart 2012 Çarşamba

EKİNOKS


-Daha sabahtan havanın ne kadar güzel olacağı belliydi, nitekim gün boyu incecik gömlekle dolaştım.
-Niyetim kaç gündür beni rahatsız eden dişimi elinden tutup dişçi amcasına teslim etmekti ama dişçi amca çok meşgulmüş "yarına" dedi. Dişim sevinmedi, aksine "keşke bugün halledebilseydik" diye vahlandı, zira o dişçi amcalardan hiç korkmaz. Gide gide alıştı garip:)
-Elimdeki kitabı, "Ölüm Pornosu"nu bitirdim. Başlangıçta ilginç gelmişti ama okudukça sıktı, daha doğrusu midemi bulandırdı kullanılan tabirler ve anlatılanlar. Mahkemelik bir yanı yok, daha müstehcen şeyler heryerde her an bulunabilir ama  insanı irrite eden birşey var kitapta.
-On yüz milyon bin+5 kere daha Leman Sam'ın son CD'sini dinledim, tüm şarkıları neredeyse ezberlemek üzereyim ve hala bıkmadım. 
-Öğleden sonra kuzenlerle buluştum, önce Mermerli'de oturup Yat Limanı manzaralı kahve içtik. Sonra Atatürk Parkı'nda bir cafede denize kuşbakışı bakarak fotoğrafta gördüğünüz zararlı(!) eylemi gerçekleştirdik.
-Yat limanı'na gitmişken kuzenlerin görmesi için Oyuncak Müzesi'ne girdik, orada şu eski dosta rastladım:


Adım Mister Spak
Soyadım Kepçe Kulak
Mantığıma dayanarak
Konuşurum salak salak

-Bahar ekinoksla resmileşti bugün. Şurup hava, karamela güneş ve havada çiçek kokusu vardı. Günbatımında gökyüzü öyle güzel bir renk aldı ki makası elime alıp kesip biçmek, kendime elbise dikmek istedim.
-Eve geldiğimde dizim kilitlenmişti ama değdi doğrusu, dinlenirim geçer:))

20 Mart 2012 Salı

BAHAR AVI

Güne Not: 70'ler blogunda yeni yazı: İnsan Olmak blogundan. Okuyun, okutun, yazı gönderin. Bu blog hepimizin...
http://yetmiszamanolurki.blogspot.com/2012/03/yetmislerden-bir-tuhaf-seruven.html

Dün sokaklarda bahar avına çıktım. İşte yakaladıklarım:


Erguvanlar çiçeklenmiş


Sarı papatyalar açmış


Mineler kayalardan fışkırmış


Tek tük gelincik bile düştü oltaya


Erikler de çiçeklenmiş ama


Bademin ihtişamı hiçbirinde yok

Daha bereketli bir avda görüşmek dileğiyle...

19 Mart 2012 Pazartesi

ÜÇLEME


Cumartesi günkü yoğun tempodan sonra dün kilitlenmiş dizim nedeniyle o güneşli, güzel Pazar gününü evde, fotoğraftaki şeytan üçgeni arasında geçirdim: Kahve, kitap, müzik. Kitap meşhur, mahkemelik "Ölüm Pornosu". Merak ediyordum, D&R'da indirimde görünce aldım ve elimdekine ara verip buna başladım. Kullanılan bazı açık-saçık terimler dışında mahkemelik bir yanını göremedim ben, aksine çirkin bir sektörü gayet vurucu bir şekilde anlatmış. Zaten gündelik hayatta, hele de trafikte ya da bir maç anında herhangi bir yerdeyseniz yurdum erkekleri o terimleri yemek yer, su içermişcesine doğallıkla ve defalarca kullanmaktalar. CD uzun zamandır yeni bir şarkısını duymadığım ve özlediğim Leman Sam'ın son albümü. Sürekli dinlemedeyim, bazı şarkıları ezberledim bile. Buğulu sesi, kınalı, muhteşem saçları, yıllardır bozmadığı çizgisiyle tek geçerim Leman Sam'ı tüm kadın şarkıcılar arasında. Bu albümde de "Mavi Tango" ve "Metris" ile kalbimi fethetti bir kez daha.


Cumartesi günü itibarıyla baharın geldiği tescillenmiştir indimde, neden mi? Çağla çıkmış çünkü. Fahiş fiyatı ve içine yerleştiği plastik kabıyla marketimizin manav bölümünde süzülüyordu yeni gelin gibi. Çocukluğumda Martın ilk haftasını takiben beklemeye başlardım ve bir gün babam elinde minik bir kesekağıdıyla gelir, bana uzatırdı. Bakmadan bilirdim içinde çağla olduğunu. Ankara'da bahar henüz tam hissedilmeyen sinyaller gönderirken Adana bize ilk çağlayı yollayıverirdi babam aracılığı ile. Ağzımda çağlanın tuzla yumuşatılmış ekşi tadı, kalbimde baharın pırpırı pek mutlu olurdum o gün. Bu ritüel yıllarca sürdü ta ki ben badem ağaçlarının bol yetiştiği bir yörenin oğluyla evlenene kadar. Ağaçtan kopmuş çağlanın yanında benim yediklerimin dedemin birkaç günlük sakallı yüzünden farkı olmadığını o zaman anlayıverdim. Anladım anlamasına da benim için hala minik bir kesekağıdı çağla babaların kızlarına olan sevgisinin en birinci göstergelerinden biridir.

Efendim 70'ler blogumuzda yeni bir yazı var, bizzat tarafımdan yazılmış; okuyunuz, okutunuz ve lütfen sizler de yazı gönderiniz. Bekliyorum ve güzel bir hafta diliyorum...

18 Mart 2012 Pazar

NANELİ MİM

Kraliyet ailesinin en güzel prensesi Judy beni mimlemiş, majesteleri arzu eder de ben hayır diyebilir miyim hiç, derhal yazıyorum prensesim:) Mimin nane ile ilgisi yok tabii ki, sadece bu güzelim pazar gününde kilitlenen dizim ve ne maksatla ağrıdığına akıl erdiremediğim belim yüzünden eve kapanıp kalınca yüzümü bu nane güldürdü. Kışboyu adam edememiştik, iki günde canlanıp coştu. Gidip gelip saçlarını okşuyorum, o da kokusuyla ödüllendiriyor beni.

Gelelim mime:

1- Ölmeden önce görmeyi istediğin bir ülke var mı, neden orası?
Ben ölmeden önce her ülkeyi görmek istiyorum aslında ama henüz bir tanesi bile kısmet olmadı. Öncelik tanınacaksa İtalya'ya gidip Floransa'yı ve Rönesans eserlerini, Sistine Şapeli'ni, Toscana Vadisi'ni, arkasından Fransa'ya gidip Paris'i ve yolüstü Çek Cumhuriyeti'ne uğrayıp Prag'ı görmek isterdim. Sebebi yok, görmek istiyorum sadece. Ama başka herhangibir yere beleş seyahat şansı bulursam bunları şöyle elimle kenara itip oraya doğru da uçabilirim. Bu ülkeler de arkamdan ağıt yakarlar eminim: "Bîvefa bir çeşm-i bîdâd ne yaman aldattı bizi" diye:)

2- Kış mı, yaz mı?
Antalya'nın cehennem sıcağına rağmen yaz, hayatımın her döneminde yaz. Yaz özgürlük duygusu verir, kışsa boğar beni. Ama ilk ve sonbahar diye mevsimler de var, keşke seçenekler arasında olsaydı, ilk sıraya yerleşirdi.

3- Hiç saçının tamamını boyattın mı, pişman mısın?
Biz yaştakilere sorulunca cevabı kesinlikle "evet" olan sorudur bu. Uzun süre direndim, röfle havasında ağarıyordu ama sonra çığırından çıktı, boyattık el mahkum. Pişman değilim hakim bey, bugün olsa yine boyatırdım Allah seni inandırsın. Tamamen taammüden yapılmış, ve sürekli tekrarlanan bir eylem, mecburum, cezama razıyım:)

4- Blogumda en çok ne tarz sorular görmek isterdin?
Soruyu anlayamadım vallah, dün elektrikler de kesikti çalışamadım:) Kastedilen blog senin blogsa Judy'cim ben memnunum yazdıklarından, aynen devam et. Eltin Kate hakkında daha çok havadis bekliyorum ayrıca.

5- Yaptığın en çılgınca şey neydi?
20'li, hatta 30'lu yaşları geride bırakmak. Salaklığıma doymayım:))

6- En sevdiğin tatlı nedir?
Ayva datlusu, üzeri gaymaklu. Ayriyetten cümle sütlü tatlıları severim ve dahi çikolataya bayılırım. Şuruplu  ve hamurlu bütün tatlılar ise evlerden ırak kategorisine girer indimde.

7- Hiç bıkmadan kullanacağın oje rengi?
Sedefli beyaz, ezelden ebede...

8- Hayvanları sever misin, evde beslemeyi istedin mi hiç?
Hayvanları severim, hem de çok, hatta bazı insanlara gösterdiğimden daha fazla saygı duyarım. Ama uzaktan, yakın temasım  mümkün değil. Hiç kıyamam, sokaktaki üşümüş bir kediye, ayağı sakat bir köpeğe oturup ağlamışlığım vardır ama evde beslemeyi hiç düşünmedim. Yapamam, dokunamam bile, sadece bir başkasının kucağında ya da sokakta "aman da aman" tarzında sevebilirim. Ve bir de köpeklerden çok korkarım. Issız bir yolda beni başıboş bir köpek kadar yılan bile korkutamaz. Sanırım bilinçaltımda bir ısırılma vakası var. Açıklayamıyorum ama üzerime doğru gelen bir köpek görünce yay gibi geriliyorum, o velet de anlıyor inadına üstüme üstüme geliyor:))

9- Düzenli olarak takip ettiğin bir dergi var mı? Hangisi?
Yıllarca bir sürü dergiyi düzenli takip ettim, öyle ki atmaya kıyamadığım için evde dergi kuleleri oluştu. Tempo ve Aktüel'i yıllarca aldım, Milliyet Sanat Dergisi'ni de. Birkaç yıl önce hepsini tahliye edip almamaya başladım. Bir ara "Yaşama Sanatı" adında bir mimarlık dergisi alıyordum, harika bir dergiydi artık çıkmıyor ve eski sayıları evde yığılı. Uzun süre "Kitaplık" aldım, şu ara bıraktım, onlar da kitaplıkta iki koca rafı işgal etmekteler. "Negatif" dergisinin tüm sayılarını almıştım ve o da topu attı sonra, elimi attığım kapanıyor gördüğünüz gibi. Şu anda düzenli aldığım bir dergi yok kısacası, ara sıra "Uykusuz"a takılıyorum Fırat aşkına:)

10- Sence Türkiye'de en yaşanılası şehir neresi, neden?
Antalya derim, kesinlikle. Hem büyük şehrin imkanlarına hem küçük şehrin rahatlığına sahip bir kent. Denizi, doğal güzelliği ve yazın 3 cehennem ayını saymazsak iklimi de artıları. Ardından Ankara gelir ama en sevdiğin şehir derseniz tereddütsüz İstanbul derim.

11- İnsanların sende gördüğü, dile getirdiği en iyi ve en kötü özelliğin nedir?
En çok neşem, güler yüzüm ve dost canlısı oluşum dile getirilir. Bazı sanatsal yeteneklerim de iltifat alan özelliklerim arasındadır. Ha bir de hafızam, başkalarına ait en gereksiz şeyleri bile hatırladığım için bu konuda sık sık aferin alırım. Günün birinde bu gereksiz hatırlamalar kendime ait önemli şeyleri unutturacak diye korkuyorum ama elde değil. Kötü yönlerim vardır mutlaka ama pek dile getiren olmadı, ha annem sağken tembelliğimden şikayet ederdi ama onun çalışkanlık anlayışı sadece ev işleriyle sınırlı olduğu için sayılmaz:)

Eveet bir mim konusu daha burada nihayete ererken sevgili izleyiciler yeni bir mime kadar haydi hep beraber diyoruz: "Bir mimdir, iki mimdir, üç mimdir, dört mimdir ondört mimdir, bu ne biçim blogdur ha ninnah, ha ninnah ha ninnah". 

Ben paylaştırmıyorum efendim, arzu ediyorsanız bu mimden bir tane de siz yakın, seyrine bakın...

17 Mart 2012 Cumartesi

BAHARIN UCU ŞİİRLE GÖRÜNDÜ


Birkaç günlük evde kapalı kalma halinin acısını çıkardım bugün güneşi ve güzel havayı görünce. Hafif bir rüzgar esse de gökte güneş parlıyordu ve sıcaklık da tam kıvamındaydı. "İstikamet Park, marş marş" diyip çıktım evden, önce parka kadar, sonra parkın içinde uzun bir yürüyüş yaptım. Dağlar karlarını hâlâ eritememişken şehre bahar yavaş yavaş gelmekteydi. 


Çıplak ateş ağaçlarında çiçekler açmaya başlamış bile, bir de yapraklanırsa değme mücevher halteder yanlarında.


Yürüyüşe ara verip Kültür Merkezi'ne daldım ve 2012 Altın Portakal Şiir Ödülü nedeniyle açılmış şiir sergisini gezdim.


Bugüne kadar Altın Portakal Şiir Ödülü'ne layık görülmüş 15 Altın Şair arasından Birhan'ımı seçtim.


Diğer sergi "El Yazması Şiirler" adını taşıyordu. Fahri Özdemir arşivinden derlenmiş ünlü şairlere ait kendi elyazılarıyla yazdıkları şiirler sergileniyordu. Yukarıdakiler sırayla; Fazıl Hüsnü Dağlarca, Gülten Akın, Murathan Mungan, Cemal Süreya, Lale Müldür, Behçet Aysan, Cahit Sıtkı ve Sunay Akın'a ait elyazmaları.


Ve bunlar da çok sevdiğim Turgut Uyar ve Füruzan'a ait...

2012 Şiir Altın Portakalı Mahmut Temizyürek'e verildi bugün törenle. Aşağıda "Boşlukta Bir Akarsu" şiirinden birkaç dize:

"Boşlukta bir akarsuyum
Bir uçtan bir uca geçen boşluğu
Zaman oynaşır içimde
Güneş emer, toprak sorar
Göz kamaştıkça o tatlı yanılmalar
Oysa ne başlangıcım ne sonum
Akan bir gümüş madeniyim gece
Gündüzüm elmas uyku


Sesim var kuşlara şaka
Gövdem uzanır yıldızlara
Ki varlığım boşluğa damla damla sızıntı"


Bu yazı bir bahar çiçeğiyle bitsin...

16 Mart 2012 Cuma

İMZA KIZIN



Bugün size sevgili blog arkadaşlarım Selgin gb (Defter) ve Kakarakikiri'nin başlattığı çok güzel bir projeden söz etmek istiyorum. Proje bir kitap olacak, içeriği ise tamamen duygusal:)) Şaka bir yana 100 tane kadından babalarına mektup yazmaları isteniyor. Yazılan bu mektuplar bir kitapta toplanıp basılacak ve elde edilecek gelir Darüşşafaka'ya, kimsesiz kızlara  bağışlanacak. Eğer siz de bu projede yer almak isterseniz babanıza A4 formatında, tek sayfalık bir mektup yazıp "imzakizin@gmail.com" adresine yollamanız yeterli. Gerisini Selgin ve Esra halledecek. Mektubunuzda babanıza duygularınızı anlatabilir, bir anınızı dile getirebilir, onun için yazdığınız bir şiiri ekleyebilirsiniz, size kalmış. Yazılanların proje sorumlularına son iletilme tarihi 1 Nisan, Babalar Günü'ne yetiştirilmeye gayret edilecek. Daha fazla bilgi ve detay almak isterseniz buraya buyrun:



iletişim: imzakizin@gmail.com

Ben yazıp yolladım bile, haydi durmayın. Sıra sizde...

İlgilenirseniz yakınlarınıza, eş-dostunuza haber verip birer mektup da onların yazmalarını sağlayabilirsiniz, blogunuzda konuyu duyurabilirsiniz. Şimdiden katkılarınız için teşekkürler...

Görsel: Buradan 

NOT: 70'li yıllar blogunda yeni yazı, Hayat İzlerim sizin için yazdı. 
Yazılarınızı bekliyoruz, blogumuz boynu bükük kalmasın...

15 Mart 2012 Perşembe

SABAH SİNİRİ-SABAH SİHİRİ


Sabaha karşı dalabildiğim uykudan üst kattaki kazmaların apartman temellerini sarsan kapı çarpmaları ve merdivenlerden uçarak indiklerini belli eden nal sesleriyle erkenden uyandım. Evet ayıplayabilirsiniz en sunturlu küfürleri edip kalktım yataktan, zira bezdim artık. Hangi insan evladı daha ortalık ışırken uyanıp alt kattan duyulabilecek bir volümle sohbete başlayabilir ki, bi müsaade edin de afyonunuz patlasın be abi. Bunların evlerindeki mobilyaların da canlı olduğundan şüpheliyim yoksa Allahın günü bir odadan diğer odaya sürüklenen o ağır eşya seslerinin başka açıklaması yok, sıkıldıkça yer değiştiriyor olsa gerek arkadaşlar. 

O sinirle balkona attım kendimi, biraz rüzgar vardı ama farkettim ki çınarımız yapraklanmak üzere. Bir de karşıdaki erik ağacını çiçek içinde görünce keyfim yerine geldi, unuttum kazmayı baltayı, havale ettim Allah'a, mutfağa zambaklarımı kontrole gittim.


Bu saksılarda üç adet zambak soğanı ekili. Hem de lilium dedikleri, kenarları oyalı en şık cinsinden. Ben soğanların olduğu paketin üstündeki resmin yalancısıyım, çıkınca ne olacak göreceğiz hep birlikte. Bunları bana şeker bir kız ta uzaklardan yolladı. Hevesle diktik bekliyoruz, henüz çıt yok ama eli kulağındadır çimlenmesinin diye beklemekteyiz.

Bugünlük bu kadar. Daha uğrayacağım bir kuaför, gideceğim bir gezme, çıngar çıkaracağım bir kargo şubesi var. Hayır dualarınız benimle olsun:))

İlgilenenlere not: 70'ler blogunda yeni yazı yayında, http://bembeyazperde.blogspot.com tarafından gönderildi. Yazı, fotoğraf gönderin yayınlayalım efendim. Bekliyoruz, bu blog 70'lere tanıklık yapan herkesin...