Çocukluğumda Kızılay'a gitmek bir nevi yurtdışına gitmek gibiydi, bizlerde bir heyecan, bir coşku, büyüklerde bir tedirginlik; acaba almak istedikleri şeyi Ulus'da daha ucuza bulabilirler miydi, Kızılay'da kazık yemesinlerdi? Alıştıkları mağazalardan daha farklı, onlara lüks gelen mekanlara girilecek, yüzlerini ilk defa gördükleri satıcılardan alışveriş edilecek, çoğuyla pazarlık yapılamayacak, normalden daha ucuza almış olsalar bile hep bir aldatılma duygusuyla eve dönülecek.
O yılların Yenimahalle'si şehir merkeziyle bağlantısı bir-iki otobüs ve minibüs hattı dışında epeyce kopuk, nisbeten uzak, düzenli sokakları, bahçe içindeki tek ya da iki katlı evleri, temiz havası ile yeni kurulmuş bir memur semti idi, zaten adı o nedenle Yenimahalle konmuştu. Gündelik ihtiyaçları rahatça karşılayabilecek bir esnaf lokasyonu da vardı. Her türlü gıda, temizlik malzemesi mahalle bakkallarından, olmadı Gima, Ordu Pazarı gibi zamanın büyük marketlerinden karşılanır, giyim-kuşam, kitap-kırtasiye türü ihtiyaçlar da Ragıp Tüzün Caddesi üstündeki mağazalardan giderilebilirdi. Lakin bazen buralar yeterli olmaz Ankara'ya inilmesi gerekebilirdi. Artık garip geliyor "Ankara'ya inmek, şehre gitmek" sözcükleri. Şimdilerde sizi 15 dakikada Kızılay'a götüren metro hattını düşününce bizim oturacak yer bulabilmek için ilk durağa kadar tırmandığımız, boynuzları durmadan düştüğü için yolda durup biletçi ya da şoför tarafından yerine yerleştirilen, biletçinin kaleminin tersine bağladığı silgi ile tomarından ayırıp sabit kalemle çizdiği biletlerdeki sayıları toplayıp "ADYOMERSİ" falına baktığımız troleybüslerin varlığını unutmuşuz bile. Ulus ve Bakanlıklar-Farabî hatları, neden Farabî hâlâ şaşarım.
Diyelim ki büyükler mecburiyetten Ankara'ya inmeye karar verdiler, ilk akla gelen Ulus olurdu haliyle, orası daha halk tipiydi, daha ucuz olduğu kanaati vardı, hem orada Hâl vardı, gitmişken biraz sebze-meyve de alınırdı, anneannemin "Aşçı" ve "Mesçi" soyadları taşıyan ama bu soyadlar O'nun tarafından "Aççı" ve "Meççi" olarak telaffuz edilen Hasan Hüseyin adlı hemşerilerinin dükkanları da ziyaret edilirdi. Bu dükkanlardan Aççı ya da Meççi, hangisine ait olduğunu bilmediğim bir tanesi Hâl içinde, karanlık, neredeyse boş bir dükkandı. İştigal ettiği konu neydi, ne alınır, ne satılırdı, dükkanda hangi mallar vardı, zerre aklımda yok. Tek hatırladığım duvara asılmış BCG aşısı afişleriydi. Verem o zamanlar şimdinin kanseri gibi çok korkulan ve düzenli aralıklarla taramaları yapılan bir hastalıktı, ben de çok evhamlı bir çocuktum. Anneannemle annem Aççı ya da Meççi adamıyla Niğdenin bağları, bahçeleri, tanıdıkları, eski günleri üzerine sohbete girişmişken ben korkak bakışlarımı duvardaki afişlere sabitlerdim. Giysi alışverişleri Anafartalar Caddesi'nden yapılırdı, sıra sıra dükkanlardan, gelmişken Eyüp Sabri'den kolonya doldurtulur, Hacı Bekir'den anneannemin çok sevdiği "iki kavrulmuş nohun" (çifte kavrulmuş lokum) alınırdı. Bir altın bozdurma, altın alma ya da tamirat işi varsa Hanif Çarşısı'na, annemin kuyumcusu Bedri Bey'e uğranır, hazır Han'da iken üstü kata çıkılıp Güneş Mağazası'na bir göz atılırdı. Serisi kırılmış, numarası bitmiş pek kaliteli ayakkabıları ucuza kapatabilme imkanı her zaman mevcuttu. Tüm alışverişler bitince el kol paket dolu, oflaya puflaya Stadyum'un karşısındaki Yenimahalle Durağı'na yürünürdü, taksi falan ilgi alanımıza girmezdi, pahalıydı onlar. Eğer kuyruk varsa anneannem tüm sevimliliğini takınır, en öne geçip "Yavrıım, bu otobos Yenimahalle'ye gider mi?" ayağına yatardı sanki bilmezmiş gibi. Sonra da cup atardı kendini otobüse, yaşına hürmeten kime ses etmez, biz de arkasından binerdik. Boş yer yoksa şöyle bir bakınır, gözüne kestirdiği en genç oturanın yanına gidip "Yavrım pek yoruldum, hadi sen kalk da ben oturayım" der bir güzel yerleşirdi kalkan kişinin yerine. Bütün günümüzü alan Ulus macerası böylece sona ererdi.
Şayet Kızılay'a gidilecekse ki bu genelde sadece orada bulunacak öteberi ya da bir takım sanatsal faaliyetler için olurdu. Babam meraklı adamdı, tiyatro biletleri alır, denk geldiği sergilere götürür, sinema izlemeyi ve izletmeyi severdi. Bir seferinde anneme telefon edip tiyatro bileti aldığını, beni de yanına alıp tiyatronun önüne gelmesini söylemişti. Annem Kızılay'a pek aşina değil o zamanlar, uzun tarifler sonucu gittiğimiz yerin Ankara Sanat Tiyatrosu, izlediğimiz "Şahane Dul" oyununun başrol oyuncusunun da Nisa Serezli olduğunu yıllar sonra fark edecektim. Sanırım bir turne temsiliydi. Bir seferinde şimdi yerinde yeller esen Yenişehir Sineması'na gitmiştik, 5 yaşındayım ve adımı yazabiliyorum, onun dışında okuma-yazma yok. Hiç unutmuyorum Louis Armstrong'un başrol oynadığı, tekerlekli sandalyede küçük bir kızın olduğu, Türkçe'ye "Beş Kuruş Versene" adıyla çevrilen "Five Pennies" filmi oynuyordu. Babam bilet için gişeye yanaşınca gişe görevlisi kadın bana bir göz attı ve "Çocuğu alamayız" dedi. O zamanlar sinemalarda bir levha olurdu: "Gündüz 6, gece 12 yaşından küçük çocuklar giremez" yazardı. Ben o gruba dahildim haliyle. Annem hemen devreye girdi, çünkü sinemayı çok severdi: "Çocuk okula gidiyor, neden alamazsınız?" dedi. "Yaa" dedi kadın, bir kağıt kalem uzattı, "Adını yazsın bakalım o zaman" dedi. Kargacık burgacık yazdım adımı, kadın ikna olmak zorunda kaldı ve girdik salona. Böylece sınavla sinemaya giren ilk kişi unvanını kazandım 😀
Ben bunca lafı niye yazdım? Niyetim 2 gün önce gittiğim Kızılay'da Paşabahçe'nin de kapanmış olduğunu görüp yaşadığım hayal kırıklığını yazıya dökmekti. Bir zamanlar gitmeye korktuğumuz, lüks mağazalarından ürküp vitrinine bakmakla yetindiğimiz Kızılay'ın Çarşamba pazarına dönmüş halini görünce için cız etti. Yol boyu telefoncular, sahte parfümcüler, kuruyemişçiler, ikinci kalite giysiler satan dükkanlarla dolu bir keşmekeş. Eskiyi anımsatacak ne bir pastane, ne bir kitapçı, ne yıllarca ürünlerine imrendiğimiz bir mağaza. Kızılay binasının yerine yapılan kazulet AVM'den bahsetmiyorum bile. Piknik, Meram, Flamingo, Tarhan Kitabevi, ABC, Müge, Sağyaşar Plak, Tansel, Menekşe Kumaş; Gima, Set Kafeterya hepsi geçmişin çöplüğüne tıkılmış, anılarda kalmış. Son kale Paşabahçe de düşmüş, yandı gülüm keten helva. Çocukluk ve gençlik de gitmiş elden, sen derdine yan diyor Kızılay pis pis gülerek.
Görsel: Buradan
duygularınızı çok iyi anluyorum..Ekonomik krizler birlikte İzmir alsancakta da benzer bir durum sözkonusu oldu..İçine girip alışveriş etmeye çekindiğimiz ama vitrinlerine imrenerek baktığımız bir çok nezih dükkan kapattı ve üstelik kiralar aşırı yüksek olduğu için henüz boş boş duruyorlar...Üzülmemek elde değil..Yakın tarihimizin en ağır ekonomik krizinin etkileri altında yaşarken a dan z ye Allah hepimizin yardımcısı olsun demekten başka ne gelir elimizden
YanıtlaSilEkonomik kriz ve pandeminin etkisi çok büyük elbette ama bu yozlaşma çok daha öncesinden başladı, şehir Cumhuriyetin başkenti olmanın ağırlığı ve asaletinden çıkıp bir koca bir kasabaya döndü. Evveliyatını bilmeyenler elbette hep böyleydi sanıyor ama bilenlerin de içi ve anıları sızlıyor...
SilBaştan sona belki beş defa okudum, beş defa o günleri senin gözünle yaşamaya çalıştım ve sonra yine beş defa sondaki hayal kırıklığını iliklerime dek hissettim...
YanıtlaSilSorma kuzum ya, her gelişimde biraz daha çirkinleşmiş, basitleşmiş buluyorum, nereye varacak bunun sonu bilmiyorum...
SilSinemaya sınavla girme hikayenizi sanki daha önce de okumuştum gibi geldi. Ben şimdi bile bir gittiğim yerdeki dükkanı tekrar bulamıyorum, o eski anılarınıza ev sahipliği yapan yerlerin bir bir kaybolması ne üzücü... Ama güzel olan anılarınızın olması...
YanıtlaSilBahsetmişimdir bir yerlerde. Güzel anılar var elbet ama insan anılarının olduğu yerleri de yıllar sonra olsa bile görmek istiyor. Hunharca bir değişim söz konusu, insanın aklı almıyor...
SilAh sormayın Leylakdalım, ben bile yıllar sonra Ankara'ya geldiğimde gördüğüm değişimden çok rahatsız olmuştum. Gençliğimizin 4 güzel yılı burada geçti ne de olsa. Hele Kızılay! Buluşma, dönüş ve gezme mekanı. Tekrar gelsem göreceklerimden korkuyorum.
YanıtlaSilSorma canım, Kızılay'ı geçtim, Tunalı bile felaket, dönerciler, marketler Cenneti, insanın kalbi acıyor...
Silah öğretmenim ah...anılarımız ne kadar güzel olsa da can acıtıyor hâl böyle olunca. ne yazık...
YanıtlaSilHem nasıl acıyor Şulecim, tüm yaşamın o şehirde geçtiyse hele...
Sil