Sayfalar

28 Ekim 2021 Perşembe

UYKU ÜZERİNE / 28 EKİM

Ameliyattan bu yana (aslında kendimi bildim bileli, ameliyat arttırdı) uykularım çok düzensiz. Başlangıçta uzun süre oturamadığım için sürekli yataktaydım ve haliyle insan bir süre sonra duruma uyum sağlayıp uyuyor. O kadar erken saatte uyuyunca, üstüne bir de geceleyin artan ağrılar eşlik edince gecenin bir saati küt diye uyanıyorsun. Sonra da uyuyabilirsen uyu. Ya yatakta dön baba dönelim, ya ışığı yakıp kitap okuma, ya da yarı uyur yarı uyanık düşüncelere dalma. Egzersiz esnasında podcast dinliyorum bu aralar, geçen gün Nilay Örnek'in Zülfü Livaneli ile olan podcastini dinledim. O da benim gibi uykusuzlardanmış. Sabaha karşı ancak 2 saat kadar uyuyabiliyorum dedi. O uykuyla uyanıklık arası geçen süreyi de düşünme ve yaratma açısından en verimli süre olarak tanımladı. Düşündüm de, gerçekten öyle. Uykumu getirmek için ben de bir şeyler planlar dururum kafamın içinde, öyküler kurgular, anılarımı düzenler, bloga yazacağım yazıların taslağını yaparım. Fakat ertesi sabaha çok azını hatırlarım, aslında insanın beyninde bir kayıt cihazı olmalı, düşündüklerini kaydedip, işe yarayacakların da çıktısını alıvermeli 😃

Evvelsi gece de çok uykusuz bir geceydi, öyle ki tüm gün başım ağrıdı. Gecenin 3.30'nda uyanıp tekrar uyuyabilmek için debelenirken üstümdeki polar battaniyenin altını üstüne getirdim. Her sabah yatak düzeltirken enini, boyunu hesaplamak için ekstra efor harcıyorum. Esasen şahane bir battaniye, tüy gibi yumuşacık ve tam sevdiğim leylak rengi, bir arkadaşım hediye etmişti. İnsanın üstüne örttüğü şey uyku kalitesini arttırıyor diyeceğim ama benimkinin kalitesine ulaşabilmek neredeyse imkansız. Burnu Kaf Dağı'nda benim uykunun. Annemin bir lafı vardı, çok anlamsızdı ama komikti, bir şeyi yapıp da karşı tarafa beğendiremezse "Altın iğneyle gözünü oysam yaranamam" derdi. Yahu hem insanın gözünü oy, hem de memnuniyet bekle, iğne altın olsa ne yazar 😃 Benim uyku da o hesap, ne battaniye dinliyor, ne yastık-yorgan. Şöyle derin, uzun ve doyurucu uyku uyuduğum çok nadir. Lakin biri var ki hiç unutmuyorum. 

Birkaç aylık evliydim, doğduğu günden o yaşa kadar ailesinin yanından birkaç günlük tatiller dışında hiç ayrılmamış biri olarak başka bir şehre gitmek çok zor gelmişti. Evi, aileyi ve küçük kardeşimi deli gibi özlüyordum. Üstelik tayinim çıkmamıştı henüz, oyalanacağım bir şey de yoktu. O yüzden fırsat buldukça kendimi Ankara'ya atıyordum. Denizli-Ankara arasını yol etmiş, Pamukkale otobüslerine de adeta abone olmuştuk. Denizli'nin kışı soğuk olur, aldığımız kömür çok kalitesizdi ve sobamız sürekli tütüyordu, evi ısıtmak için sobayı yakıyor, sonra dumanı çıkarmak için kapıyı pencereyi açıp üşüyorduk. Daha henüz arkadaş çevrem genişlememişti, yalnız hissediyordum kendimi. Alışık olmadığım bir şehirde, tuhaf ve yabancı bir muhitte tutunmaya çalışıyordum. Yine böyle çok yalnız ve mutsuz hissettiğim bir dönemde aniden karar verip Ankara'ya gittik. Habersiz gitmiştik, bizimkiler sevinçten çıldırdı tabii. Gecenin geç bir saati inmiştik otobüsten ve çok yorgunduk ve üşümüştük. Annem hemen bir yatak hazırladı. Ankara kışı, sobanın yandığı salondaki kanepeyi açtı, çarşafı serdi, yastığı koyar koymaz attım kendimi yatağa, annem üstüme bir yorgan örttü. O örtülen yorgan değil de bir buluttu sanki ve ben o bulutun içinde kaybolup hayatımın en derin, en güzel uykusunu uyudum o gece. 

Bir zaman sonra Antalya'ya taşındık. Oğlum bebek, yine yeni bir eve, çevreye ve şehre alışma çabalarındayım. Yoğun bir ders programım var, sadece dersler değil kaynatılacak bezler, hazırlanacak mamalar, yıkanacak bulaşıklar, çamaşırlar, okunacak yazılı kağıtları var. Hazır bez yok, bulaşık makinesi yok, otomatik çamaşır makinesi yok, hatta mikserim bile yok. Okul dönüşü iki aylıkken mamaya geçmiş bir bebeğe tel süzgeçten geçirip sebze çorbası yaparım her gün taze taze. Tezgahın üstüne yayılmış bulaşıkları yıkarım saatlerce, çamaşırlar ayrı dert, merdaneli makine banyo kapısından sığmaz, durduğu yerden lavaboya hortum uzatıp su doldururum. Bir kere uzun saçlarımı, bir kere de elimi merdaneye sıkıştırmama ramak kalır. Bezler için hatır hutur sabun rendeler, sonra koca bir kazanı küçük tüpün üstüne yerleştirip kaynatırım. Bu esnada bebek elli kere ağlar. Sonunda bebek uyuyup işler bitip yazılı kağıtlarına oturduğumda vakit zaten geceyarısını bulur. Ekonomi sorularının üstüne başım düştüğünde eşim "bırak artık" der. Bebeğin karyolasını sıcak odaya taşırız, zira Antalya evleri o zamanlar her mevsim yaz gibi dizayn edilmiştir ve ısıtma sistemi yoktur. Sonunda kendimi yatağa attığımda aklıma o derin ve rahat uyuduğum gece düşer ve annemin üstüme yorgan örttüğünü hayal ederim. O zamanki halime şimdi buradan baktığımda içim şefkatle doluyor. Bir sürü şeyin sorumluluğunu üstlenen bir çocukmuşum aslında, bizim kuşağın çoğu böyle. Ondandır sanırım kuru gürültüye pabuç bırakmayışımız.


Hepinize Snoopy'ninki gibi derin ve huzurlu uykular dilerim...

26 Ekim 2021 Salı

DİZ ÜSSÜ ALFA ANTALYA'DAN BİLDİRİYORUM / YILDIZ TARİHİ 26 EKİM

Hafta sonu inceden inceden hatırımı soran diş ağrısına daha fazla dayanamadım. Atakule ilk açıldığında bodrum katta Dreamland vardı, ben o yaşı geçmiştim ama oğlumu sık sık götürürdük. Orada böyle deliklerden fırlayan kafalar vardı, tokmakla vurup deliğe geri sokardınız. Yanlış hatırlamıyorsam Turgut Özal'ın bir fotoğrafı vardı, o kafalara tokmakla vururken, eğlence merkezi açılışında gazetelerde çıkmıştı. Netekim buldum, buyrun 😀:

 


İşte ben de yerinden fırlayan dolgunun kafasına tokmağı vurup oturtmuştum gerisingeri, bir yaz idare etti ses çıkarmadan ama son günlerde su koyuverdi. Baktım olacağı yok, daha fazla sallarsam başıma dert açacağım, aradım bin yıllık diş hekimimi, dün sabah için randevuyu aldım. Neredeyse 20 gündür evden çıkmamıştım, biraz şaşırdım tabii, "Burası neresi?", "Ben kimim?" falan diye sabukladım 😁 Merdiveni iyi kötü indim, muayenehane de yakın sorun olmadı, kafamdaki sıkıntı o alçak tabureye nasıl oturup galoşları giyeceğimdi. Ben gitmeyeli tabure yükselmemiş haliyle, mecburen oturdum, çok da zorlanmadan giydim galoşları, valla sevindim. Yeni yürüyen bebelerin attıkları her adıma sevinmesi gibi. Haliyle kalkarken biraz canım yandı ama olur o kadar. Bekletmeden aldı beni doktor. Tüm doktorlardan ödüm kopar ama diş hekimi kadar rahat gittiğim sağlık kurumu yoktur. Bu kadar uzatmaktaki sebebim pandemi haliyle. Geçen yıl korktuğum ne varsa bu yıl başıma geldi. Önce Antalya'daki diz tedavileri, ardından ameliyat, babamın hastane durumları, takiben fizik tedavi, yetmedi kocanın katarakt ameliyatı derken dişçi koltuğuyla final yaptık diye ummaktayım. Neyse işlem uzun sürmedi, diş tornalandı, yeni dolgu yapıldı ve attım kapağı eve. Galoşları çıkarmayı unutmadım tabii ki 😀

Gelelim bugüne, aşı yaptırmalara doyamadım sevgili dostlar. Alışkanlık yaptı, rüyalarımda "Aşıı, aşıı" diye sayıklar hale geldim, "aşı karşıtlarının yaptırmadığı tüm aşıları bana yapın" deme aşamasındaydım ki imdadıma e-nabız yetişti. Baktım grip aşısı tanımlanmış, ben bir sevin, bir sevin 😋 Hemen aile hekimciğime telefon açtım, dizlerimden haberdar kendisi, sağolsun reçetemi yazıverdi. Sonra dedim kocaya, "sensiz aşı yaptırmak içime sinmez, anca beraber, kanca beraber, aşı da beraber". Adam "Delidir, ne yapsa yeridir" diye düşünüp "Peki" demek zorunda kaldı. Bugünü Grip Aşısı Günü ilan ettik. Attaya gidecek çocuklar gibi sevindim. Üç kere kostüm değiştirdim, gözlerimi bile boyadım ve hatta oje sürdüm. En sevdiğim küpelerimi taktım, tey tey tey. Gören de baloya gittiğimi sanacak, aşı ayol aşı. Sokağa çıkmayı nasıl özlediysem artık. 

Şaka bir yana aşılandık, grip bizden korksun artık. Aklımda zatürre aşısı da var, geçen yıl bulup olamamıştım, bu yıl ya kısmet, ele geçirirsem onu da ekleyeceğim koleksiyona 😃

Bugün güzel bir gündü, aşı bahane, esasen kapımı çalan çiçekçiden geldi sürpriz. Sevgili blog arkadaşlarımdan birinin çiçeğiyle dibe vuran ruh halim birdenbire yüzeye çıktı. Sağolsun varolsun, iyi ki varlar dostlar, çiçekler kadar güzel olsun her gününüz...

23 Ekim 2021 Cumartesi

DİZ ÜSSÜ ALFA ANTALYA'DAN BİLDİRİYORUM / YILDIZ TARİHİ 23 EKİM

Etkinlikten sarhoş olarak geçirdiğim günlerden fırsat bulup akşam yemeğine oturdum dün, Allah sizi inandırsın koşturmaktan yemeğe bile fırsat bulamıyorum, Lüküs Hayat işte 😀 Dün nasılsa akşam gideceğim bir suare, konser, balo falan yoktu da rahat rahat yemeğimi yedim. Hatta yemekten hemen kalkmayıp uzun uzun sofrada oturarak buzdolabını seyrettim. Nasıl keyiflendim anlatamam, böyle manzara yoktur inanın 😀

Şaka bir yana gerçekten gözüm takıldı bir ara buzdolabına ve fena hüzünlendim, neden derseniz, ne kadar özgür ve mutlu olduğumuzun farkında olmadığımız zamanlardan kalma magnetlere daldım gittim. Bıraktım tabağı çanağı, bulaşık makinesi kaçmıyor ya, elimi çeneme attım ve dolabın en üstünden başlayarak magnetler arasında bir yolculuğa başladım.

Üst tarafta Audrey Hepburn ile Sait Faik yanyana duruyor. Audrey'i bilmem ama Sait Faik bu durumdan memnundur diye düşünüyorum. Audrey Hepburn'u "Tiffany'de Kahvaltı" filminden bir pozuyla gösteren magneti Tepebaşı'ndaki Sahaf Festivali'nden Lale almıştı bana. Yıl 2011, İstanbul seyahatimin sondan bir önceki gününde Atalet, Lale ve ben Beyoğlu'nda buluşmuş önce Sahaf Festivali'ni gezmiş, sonra Pera Palas'ta kahve içmiş, ardından da Tünel Pasajı'nda biralamıştık. Şahane bir gündü, umarım bir gün tekrarı mümkün olur. 

Sait Faik'li magnetin menşei tahmin edebileceğiniz gibi yazarın Burgaz Ada'daki müze evi. Kapanış saatine çok yakın bir zamanda girmiş, paldır küldür gezip son olarak da satış mağazasına bir göz atmıştık. "Kapansa da gitsek, hatta akşam olsa da yatsak" görüntülü satış görevlisi esneyerek, adeta zorla satmıştı kitap şeklindeki iki magneti bize. Benimki sarı "Lüzumsuz Adam", kardeşiminki kırmızı "Alemdağ'da Var Bir Yılan" idi. Sonra bahçede Sait Faik'e hiç benzemeyen heykele sarılıp selfie çekmiştik. Adamcağızı öyle garip bir pozda heykelleştirmişler ki, sanki yazar değil de tam çalarken önünden piyanosu çekilmiş bir piyanist. Müze gezisi sonrası pek keyifliydi, Barba Yanni'de denize karşı yemece, içmece, ah içim gitti düşününce bile...

Kapağın üst ortasında iki küçük fotoğraf çerçevesi, birinde çocuklar, birinde yiğen; özledikçe bakmak, baktıkça özlemek için. Çerçevelerin sağında Cermodern'den alınma bir Bedri Rahmi sergisi hatırası, solunda ise İran Günleri Fuarı hatırası bir İran minyatürü, hemen yanında bu defa İran'dan hediye gelen başka bir minyatür. Kapağın sağ yanında büyük bir bölümü İstanbul'a ayırmışım, ah İstanbul, çok özledim. Ayasofya magnetini 2006'da uzun yıllar sonra ilk kez gittiğim İstanbul'da, teyzemin kızının ilk gün götürdüğü Minyatürk'ten almıştım. Galata Kulesi ve bir leylak dalına tünemiş kuşun yer aldığı, yan tarafında İstanbul yazan magnetleri ise Galata Kulesi'ne çıkıp İstanbul'u kuşbakışı seyran eyledikten sonra kulenin hemen yanındaki bir hediyelik eşyacıdan çok severek almıştım. Yıl 2015'miydi acaba, unuttum. Birkaç İstanbul magneti daha var, onlar arkadaş hediyesi. 

Çerçevelerin altında sırasıyla kızkardeşle yaptığımız gezilerden aldığım magnetler var; Eskişehir, Konya, Bursa, Edirne, Sille, Trilye, Gölyazı, Antakya, Harbiye, Musa Ağacı, çeşit çeşit. Ah ne güzel anılarımız var. Solda son kızkardeş gezisinden kalma iki Niğde magneti, zor bela bulmuştuk onları da, restore edilmiş tarihi bir sokakta, iki kadının işlettiği minik bir cafede: Hüdavent Hatun türbesi ve Saat Kulesi. 

Kapağın açma noktasına yakın bir açacak, Heybeliada manzaralı. Burgazada'dan dönerken yanlış vapura binmiş, Kadıköy'e gitmeyi beklerken şipşak kendimizi Heybeliada'da bulmuştuk. Hiç beis yoktu, Kadıköy vapuru gelene kadar biz de Heybeliada'yı gezer, iskelenin yakınındaki mağazadan da bu açacağı alır baktıkça o günü hatırlardık değil mi?

Alt sırada bir dümen, dümenin içinde bir Samsun manzarası, 2011'den kalma. Oğlunun işi nedeniyle bir süre Samsun'da kalan arkadaşımıza misafir olmuştuk, bu magnet o güzel üç günün hatırası. Yanında iki yuvarlak Safranbolu. Oğlum arzu etmişti, günübirlik gitmiştik Ankara'dan, yıl 2007. 

Biraz daha aşağıya inince komşu çıkıyor karşımıza, Kavala, Dedeağaç, İskeçe. Edirne'den günübirlik kiraladığımız rehberli bir araçla gitmiştik. Rehber-şoförümüz çok alem biriydi. Yunan havaları ile "Hap koydum, hap koydum/Kaynanamın adını kuyruklu sıçan koydum" arasında değişen bir repertuar dinletmişti bize yol boyu. Her gördüğü zakkumu çekmem için de bana ısrar etmişti, diyememiştim ki Antalya'da zakkum zebil gibi, nesini çekeyim 😃

Buzdolabının alt bölümleri lise gezilerimizden, tabii yıllar sonrakı lise gezilerimizden. Marmaris, Selimiye, Bozburun, ardından bir sonraki yıl Bodrum, Gümüşlük, Belen Kahvesi, Güzelköy, Zeki Müren Evi ve son gün gittiğimiz Kos haritası üzerine yerleşmiş Hippokrat. Aralara bir yere bir Foça ve Birgi sıkışmış. Kenardan Antalya Müzesi'nin Herkül'ü ile Didim'den Medusa bakıyor. Datça, "beni unuttun ama Zeren küser" derken Karagöz'le Hacivat "Off Hay-i Hak" bağırtısıyla devreye giriyor. 

Ve son olarak pandemi öncesi son gezimiz olan Sagalassos ve Burdur magnetleri var. Çok sıcak bir günde yapılmış nefis bir gezi olan Sagalassos, Burdur'da ise methini duyup gittiğimiz ve berbat bir şiş köfte yediğimiz restoran unutulmaz. 

Gözlerim buzluğun üstündeki Hikmet Onat tablosu resmedilmiş açacağa kayıyor. Yine 2006'dan, 3. gün tek başıma gezmeye niyetlendiğim İstanbul'da Sabancı Müzesi'nden almıştım. Bir "Ah İstanbul!" daha çekiyor ve bunca geziden yorgun tabakları üstüste koymaya başlıyorum. Hayallerle hakikatler birbirini pek tutmuyor...



18 Ekim 2021 Pazartesi

DİZ ÜSSÜ ALFA ANTALYA'DAN BİLDİRİYORUM (BU DEFA DİZ YOK, SİNEMA VAR) / YILDIZ TARİHİ 18 EKİM

Benim çocukluğum 4 yaşından itibaren Yenimahalle'de geçti, liseyi bitirene kadar orada yaşadım, unutamayacağım çok güzel anılarım var. Yenimahalle o zamanlar Ankara'nın biraz dışında, yeni kurulan havası temiz, yemyeşil bir semtti. Memurlara ucuz fiyat ve kredilerle arsalar verilmiş ve üzerlerine belirli yapı formlarına uygun binalar yapmaları sağlanmıştı. Üç katın üstünde bina hemen hemen yoktu, çoğunlukla bahçe içinde, iki katlı evleriyle, esnafıyla, komşusuyla, çarşısıyla, pazarıyla tam bir mahalle özelliği gösterirdi. 60'lı yıllardan itibaren orada yaşayan hiçkimsenin o semti unutması mümkün değil. Facebook'ta çok katılımlı bir grubumuz var, herkesde bir eski Yenimahalle hasreti. Birçok arkadaşımı orada buldum. Geçenlerde de şu fotoğrafı gördüm ve hüzünlendim; Alemdar Sineması:


Yenimahalle'nin kalbi sayılan 5. Durak'ta, bu binanın giriş katında idi Alemdar Sineması. Aynı adı taşıyan bir salon da Maltepe'de vardı ama işletmesi aynı kişiye mi aitti bilmiyorum.Alemdar, Seyran ve bunlardan bir süre sonra inşa edilen Güneş Sineması semtin her zaman dolu olan salonlarıydı. Alemdar'ın zemini ahşaptı ve böceklenmeye karşı sık sık mazotlanırdı. Kendine has ağır bir kokusu olurdu o nedenle anneme ne zaman "Alemdar'daki film güzelmiş, gidelim mi?" desek, "Oraya gitmem, mazot kokusu başımı ağrıtıyor" derdi. Seyran Sineması çoğunlukla yerli filmleri gösterime sokardı. En çok o salonda gözyaşı dökmüşümdür. Zemini eğimli, duvarları lambri kaplı, üzerindeki aplikler yanınca pembe pembe ışıldayan keyifli bir salondu. Hem yerli film oynattığı, hem de mazot kokmadığı için annemin en çok tercih ettiği salon Seyran'dı. Cumartesi ya da Pazar günleri sabahın köründe gidip kuyruğa girer ve saat 10'daki aile matinesi için bilet alırdık biz çocuklar, arkadan annelerimiz buyururdu. Güneş Sineması ise önce yazlık olarak açılmıştı, hem de bizim evin yanındaki arsada. Üstelik açıldığı yıl bir hesaplama hatası yapılmış ve duvarlar alçak tutulmuştu. O yaz o civarda oturanların çoğunluğu arsaya kilimlerini sererek tüm filmleri beleş seyretmişti. Ertesi yıl ayılan işletmeci branda gererek duvarları yükseltmiş, beleşçileri engellemişti. Tahta sandalyeleri, film boyunca çitlenen çekirdeklerin yığıldığı çakıl zemini, film aralarında açacakları şişelere vurarak dolaşan gazozcuları ile tipik bir açık hava sineması idi. Yerine göre çok klas filmler getirdiği de olurdu. Kimi zaman konserlere, sihirbaz gösterilerine, siyasi parti toplantılarına evsahipliği yapardı. "Heelvacı Heelva" komik şarkısıyla ünlü "Mavi Işıklar" grubunu o konserlerden birinde izlediğimi hatırlıyorum. Yine İsmet İnönü ve o zamanlar çok genç bir genel sekreter olan Bülent Ecevit'i de orada görmüştüm. Yan tarafta yakantop oynarken alkışlara ayılmış ve içeri dalıp konuşmaları dinlemiştik. 

Güneş Sineması'nın kapalısı bir-iki yıl sonra yapıldı, diğerleriyle kıyaslanırsa pek havalı bir salon olmuştu. Her üç sinemadan da Yenimahalle'den ayrılana kadar bol bol yararlandık. Şimdi üçü de yok, Alemdar pasaj olmuş ve sonra yıkılmış sanırım. Seyran çoktan yıkıldı, Güneş'in akibeti hakkında bilgim yok. Alemdar'ın çatısı açık hava sineması idi, en üst katı da düğün salonu olarak hizmet verirdi.

Alemdar Sineması'nın fotoğrafını görünce kendi sinema maceramın nerede başladığını düşündüm. Çok küçükken, anneannemin eski Konservatuvarın arkasındaki evinde otururken sık sık Cebeci'deki sinemalara giderdik. Çok küçüktüm, hangi filmleri gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Yeni Melek, Sus gibi isimleri olan bu salonların hangisindeydi bilmiyorum, birinde perdenin iki yanında, perde boyunda biri tef çalan, biri oynayan iki çengi resmi vardı. Filmlerden çok o resimler ilgimi çekerdi. Kadınlar matinesine giderdik daha çok, annem o yıllarda sinemaya çok meraklıydı, aynı gün iki filme, ya da iki gün üstüste sinemaya gittiğimiz olurdu. Çengili resimlerin olduğu sinemada gördüğüm filmleri hatırlamıyorum ama Orhan Günşiray ve Nurhan Nur'un katıldığı bir galayı ve toplanan kalabalığı iyi hatırlıyorum. 

Tam anlamıyla hatırladığım ilk film "Ayşecik Canımın İçi". Saimekadın'da otururken gittiğimiz bir yazlık sinemada izlemiştim. O kadar çok etkilenmiştim ki avaz avaz, hıçkıra hıçkıra ağlamış, bütün sinemayı kendime baktırmıştım. Hisli çocukmuşum vesselam 😃

İlkokula başlamama iki yıl vardı ama adımı yazmayı falan öğrenmiştim. Eskiden sinemaların bile çok katı kuralları vardı, her yerde şu mealde tabelalar olurdu: "Gündüz 6, gece 12 yaşından küçük çocuklar sinemaya alınmaz". Şimdi millet kucağında meme emen bebekle bırak sinemayı senfoni konserlerine gidiyor. Annem ve babamla Kızılay'da bir sinemaya girecek olduk. Başrollerinde Louis Armstrong ve Danny Kaye'in oynadığı, bizde "Beş Kuruş Versene" adıyla gösterilen "The Five Pennies" filmine. Afişi aşağıda:

Konu neydi tam hatırlamıyorum ama tekerlekli sandalyede bir küçük kız vardı o hiç aklımdan çıkmadı, bir de saksafonunu üfleyen Louis Armstrong. Neyse babam gişeye yanaştı, bilet istedi. Gişede görevli kadın şöyle bir kafayı uzattı ve beni gördü, "Çocuğu alamıyoruz maalesef" dedi. "Neden?" dedi babam. "Yaşı tutmuyor" diye cevap verdi kadın. Annem atıldı, "Nasıl tutmaz, okula gidiyor o". Sallıyor tabii, daha 5 yaşındayım. "Öyle mi?" dedi kadın, "Şu kağıda adını yazsın da görelim madem". Bir kağıt, bir de kalem uzattı bana, aldım kağıdı kalemi, eğriş büğrüş yazdım adımı. Artık ne derece ikna oldu bilmiyorum ama "peki, girsin bakalım" diyerek izin verdi. Böylece Türk sinema tarihinde sınavla içeri alınan ilk çocuk oldum 😁

Yenimahalle'ye taşındıktan bir-iki yıl sonra babam bir akşam elinde iki biletle geldi, "Seni yarın sinemaya götüreceğim, Pollyanna oynuyormuş" dedi. Heyecandan gözüme uyku girmemişti. Sabah kahvaltıyı zor edip giyindim ve Alemdar Sineması'nın yolunu tuttuk, mazot kokusunu ilk duyuşum ve o salonda ilk film izleyişim olacaktı. Ve vay canına Pollyanna rolünde meşhur çocuk yıldız Hayley Mills oynuyormuş. 

Bir diğer unutulmaz sinema maceram, daha doğrusu anneanneamin macerası yine Yenimahalle'deki Akın Açıkhava Sinemasındadır. Vizyona girdiği dönemde kapalı gişe oynayan, sinemaların önünde kuyruklar oluşan bir Hint filmini, Türkiye'de "Arkadaşımın Aşkı" adıyla gösterilen, başrolünde Raj Kapoor'un olduğu "Sangam"ı izlemeye gitmiştik. 

 Akın Sineması evlerin arasında bir sinema idi, arka tarafındaki iki binanın balkonunda sürekli birileri olur, oturdukları yerde film izlerlerdi ve ben buna çok özenirdim. Hep öyle bir evde oturmayı arzulardım, ta ki film esnasında yaşadıklarımıza kadar. Neyse film başladı, annem, babam, anneannem ve yanında ben altımızda evden taşıdığımız minderler, sırtımızda bozkır akşamlarının serinliğinden koruyan hırkalar heyecanla filmi izliyoruz. Birdenbire o arkadaki evlerden birinden atılan taş özellikle hedef almış gibi geldi anneannemin kafasına "güm!" diye indi. Aman Tanrım, anneannem delirdi, ayaklara fırladı, "Ciğerine ateş düşsün, koca sinemada bula bula beni mi buldun?" diye bastı yaygarayı. Neyse zor bela yatıştırdık, kaldığımız yerden devam ettik, derken ara verdi film. Anneannem ne yapsa beğenirsiniz, bir taş daha atılır da benim başıma gelir, aydınlıkta canlı hedef olmayayım diye beni sandalyenin altına soktu. Film başlayana kadar iki büklüm sandalyenin altında bekledim, sıkıysa çık, kafana belki taş gelmez ama anneannenin yumruğu inebilir 😂

Seyran'dan bir anıyla bitireyim. "Oliver Twist" oynuyor. Hem okuldan, hem mahalleden çok yakın bir arkadaşım var, onunla gideceğiz filme ama onun 5 yaşında, taşbebek güzelliğinde, sarışın, mavi gözlü, tombul bir kızkardeşi var ve nereye gitsek annesi onu peşimize takıyor. Sinemaya da takıldı tabii peşimize. Gelsin tabii ama küçük çocuk, haliyle belli ihtiyaçları oluyor. Filmin en heyecanlı yerinde "Çişim var" dedi. Eh biz de çocuk sayılırız, orta ikide falanız. Ne yapsak, dışarı çıkıp tuvalete götürsek filmi kaçıracağız, çocuk "sıkıştım" diye mızıldıyor. Oturtuk zemine çocuğu, "Yap çişini" dedik, o da yaptı. Şırıltıyı bastırmak için de öksürüyoruz falan, ayaklarımızı yere vuruyoruz. Lakin bir şeyi unutmuşuz, zemin eğimli ve minik bir derecik ön sıralara doğru aktı gitti. Artık insanlar ne dedi bilmiyoruz, o andan itibaren perdeleri kapattık ve film bitene kadar kimsenin yüzüne bakamadık. Ne çocukluk ama 😂


Güzel anılarınız çok olsun...


16 Ekim 2021 Cumartesi

DİZ ÜSSÜ ALFA ANTALYA'DAN BİLDİRİYORUM / YILDIZ TARİHİ 16 EKİM

Gün boyu neredeyse hiçbir şey yapmadığım halde bana zaman yetmiyor, sizde durum nasıl? Üstelik diz ağrılarımın artması nedeniyle kendimi rölantiye almışım:

Dış ses: "Aaa şunları kaldırmayı unutmuşum"

İç ses: "De boşver yav sonra kaldırırsın, dizin ağrıyor"

Dış ses: "Peki madem". 

Dış ses: "Ay bugün doğru dürüst bir yemek yapayım, kaç gündür çorba içiyoruz"

İç ses: "Ne yani, tezgahın başında bir saat ayakta mı dikileceksin, kızım dizlerin ağrıyor, yorma kendini, bugün de çorba içiverin, hem tarhana yeni mahsul, özlemişsinizdir"

Dış ses: "Peki madem"

Böyle de çabuk ikna olan bir dış sesim, son derece otoriter, dediğini yaptıran bir iç sesim var gördüğünüz gibi 😀

Günde 4 defa egzersiz yapıyorum. Hastaneden çıkarken yatan hasta fizyoterapisti "4 defa" demişti. Fizik tedaviye gittiğimde oradaki fizyoterapist 5'e çıkardı. Namaz mı bu yahu? Ertesi gün kontrola gittiğimde Fizik Tedavi Uzmanı'na danıştım, o hepsinden insaflı çıktı, "3" dedi. Ortalamasını aldım, 4'e karar verdim. 15'erden bükmeler, germeler, sıkıştırmalar ve ağırlık kaldırmalarla sayıp duruyorum. O arada da podcast dinliyorum. Pınar Erkan'ın sunduğu "Ahşaptan Betona, Mecidiyeden Jetona" ile başladım. Tarihe ve mimariye meraklı olanlar için biçilmiş kaftan, ben çok severek dinliyorum. Onun dışında Nilay Örnek'le "Nasıl Olunur" ve "Yolculuk Nereye", Deniz Yüce Başarır ile "Ben Okurum" ve iflah olmaz bir mutfak kültürü meraklısı olarak "Bu Kız Hep Aç". Bazen de nostaljim coşuyor, eski şarkıları açıyorum. Bir süre Behiye Aksoy dinledim mesela. Yeni yetmeliğimde fırtına gibi eserdi müzik dünyasında. Hatta ortaokuldayken aynı devrede yiğeni olduğu söylenen bir kız vardı, sanki Behiye Aksoy'muş gibi yaklaşırdık kıza, düşünün artık 😀 Bizim gençliğimizde ortaokul öğrencileri de Klasik Türk Müziği severdi, şimdi sorsan tek şarkı sayamaz çoğu genç. Öyle bir şey yok artık galiba değil mi? Bitti mi, devri mi geçti, yazık yahu, ne güzel şarkılardır. Behiye Hanım da pek latif söylerdi o incecik ama gür sesiyle, güzel de taklidini yapardım boş derslerde, pek takdir toplardım: "Bende aşk tükendi, ateşim yanmaz/Bu ateş küllendi seni de yakmaz/Çağırsam faydasız, gelsem de olmaz ah!/Gelemem meleğim, geç bu sevdadan". Bu şarkıyı ileri gelen devlet adamlarından birinin Behiye Aksoy için yazdığı söylenirdi, aşıkmış adamceğiz ama işte iş işten geçmiş 😄 Sonu iyi olmadı Behiye Hanım'ın, üzülürüm hep o saltanatın dağılmış bir zihinle bakımevlerinde sonuçlanmasına. Ne diyeyim belki yattığı yerde huzura ermiştir. 

Sabah ilk egzersizi yatakta yapıp sonra fırlıyorum, ne fırlaması yahu, geçti o günler. İki elimi yatağa dayayıp, ağır ağır kalkıyor, bir de "Ah!" çekiyorum. Çayı demleyip ortalıktaki dağınıkları alelusül toparlıyor ve kahvaltı tabağımla bilgisayar başına konuşlanıyorum. Emeklilikten beri hane halkıyla sabah kalkış saatlerimiz uyuşmadığından herkes kendi kahvaltısını kendi yapıyor. Bir süre Bloglar, İnstagram, Facebook ve Twitter dolaylarında "Kim, kiminle, ne zaman, ne yapmış, kim görmüş, ne demiş" gezintisi yapıyorum. Eskiden oynardık, çok eğlenceli bir oyundur aslında, yazılanları okuyunca gülmekten yerlerde sürünmüşlüğümüz vardır. Naif gençlerdir yahu, Candy Crush vardı da biz mi oynamadık 😀

Bir yaz boyunca film, dizi hakgetire. Mubi'ye, Netflix'e, Blu TV'ye babamın hayrına ödeme yaptım, tek kare izlemeden. Çünkü rahat oturamıyordum, yattığım yerde izlemek de sıkıntılı oluyordu, ayrıca ağrıdan, sızıdan, üzüntüden canım istemiyordu. Antalya'ya gelince "Bari" dedim, "birşeyler izleyim, Kızılay menfaatine para bağlamayayım bu sitelere". Mubi'ye hala bulaşmadım ama Blu TV ve Netflix'e geri döndüm. Şu ara Netflix'de "Maid" izliyorum, bayılmadım ama idare eder, başladım bitireyim modundayım. Araya da "Engelsiz Film Festivali"nden kısa filmler sıkıştırıyorum bazen. İzlemek isterseniz linki şu, tıklayın.

İki gündür dişim sinyal veriyor. Bünyem şiir yazıyor adeta, "diz"le kafiyeli olsun diye bir de "diş" çıkardı başıma. Baharda azı dişimdeki bir dolgu yerinden çıkmıştı, "kafamı bozma, otur oturduğun yerde, bir de senle uğraşmayayım" diye geri tepmiştim çıktığı oyuğa, hayrettir ses çıkarmadan yerleşti yerine. Lakin vakit geçtikçe hava almaya başladı sanırım, özellikle bir şey yiyip içince sızlıyor, sanırım haftaya diş hekimi yolu görünecek.  Pandemi başlangıcında korktuğum, ürktüğüm ne varsa gümüş tepsi içinde sunuldu bana bu yıl. Allah beterinden saklasın.

Az önce balkona çıktım, inşaat ıssız ve sessiz. İş makinesi iki gün önce çekip gitti, gelen giden olmadı bir daha. Müteahhitin parası mı bitti acep daha işin başında. Aman nazar değmesin, kafa dinleyelim, şu güzel havalar devam ederken balkonun tadını çıkaralım.  Çınara baktım, ufaktan alt yaprakların rengi kahverengiye dönmeye başlamış ama üst dallardakiler maşallah yemyeşil. Severim ben onları, bir yazda apartmanın boyunu geçmeyi başardılar o beceriksiz budamaya rağmen.

Farkındaysanız daha sık yazar oldum, eh bu da bir nevi terapidir. Sizlere güzel bir hafta sonu diliyorum. Sevgiyle kalın...


14 Ekim 2021 Perşembe

DİZ ÜSSÜ ALFA ANTALYA'DAN BİLDİRİYORUM / YILDIZ TARİHİ 14 EKİM

Hafta başından bu yana Buraneros, Ekmekçi Kız ve Kontrollu Çılgınlıklar blogları-ki üçü de okumayı en sevdiğim bloglardır-pandemi dönemindeki hayatlarını irdeliyorlar. Bayrak yarışını Buraneros başlattı, "Hayatım Bir Odaya Sıkışmış Gibi" başlığıyla. Onu sevgili Ekmekçi Kız takip etti: "Hayatım Bir Bilgisayar Oyunu Sanki" diyerek. Bugün de Cerenciğim hayatını "Masa"ya benzetmiş. Başlıbaşına bir yazı yazmak istemedim ama şöyle bir düşündüm, benim hayat neye benziyor diye. Esasen bir şeye benzemiyor, hele de bu yılı baz alırsak. Birkaç küçük mutluluk anını saymazsak ben de "Hayatım Bir İnziva Hücresi Sanki" diye başlık atabilirim. Geçen sene pandeminin başında çok tedirgindim. Hastalık konusunda endişeli bir tip oldum her zaman, pandemi sözcüğü tüm duyargalarımı titretti. Adeta izole ettim kendimi her şeyden. Devletimiz de belirli yaş gruplarını katıklı hücre hapsine tabii tutarak katkıda bulundu sağolsun. Ankara'da bir iki çoluk-çocuk pikniğini ve kızkardeşle yapılan küçük yürüyüşleri saymazsak yıl boyu evin karşısındaki en tenha market ve "Bugün izinlisiniz" denilen günlerde evin çok yakınındaki yürüyüş yaptığımız park dışında yaşadığım şehri unuttum. Meğer bunlar iyi günlerimmiş. O pek umut bağladığımız, covidi defederiz diye heveslendiğimiz yeni yılla birlikte bir de dizler isyan bayrağı açtı. "Yeni yılda yeni diz isterük" sloganıyla başlattıkları eylem beni ameliyat masalarına kadar sürükledi malumunuz. Yılın ilk altı ayında pandemi tedirginliğine ağrılı dizler nedeniyle yürüyememek de eklendi. Hiçbir işe yaramayan tedavilere döktüğüm paraya mı yanayım, onca inip çıktığım merdivene, git-gellere mi yanayım, çocuk gibi okşanıp "geçecek, geçecek, sabret" kandırmalarına mı yanayım bilemedim. Hasılı Haziran'a kadar evim dışında gördüğüm yegane mekân tedaviyi aldığım klinik ve o kliniğe giden yol güzergahı idi. Kendimi Ankara'ya, sonra da bir ortopediste attığımda durumun vehameti ortaya çıktı. Ameliyat vs safhalarını biliyorsunuz, uzatmayacağım. İşte sonrası ciddi anlamda "İnziva Hücresi" idi. Ameliyata biraz körlemesine atladığım için beni nelerin bekleyeceğinden az buçuk haberdar olsam da bu kadarını tahmin etmemiştim. Gitmeden evvel salon kanepesinde hazırladığım yatakta yarım gün yatabildim. Zira protez takılmış dizlerin en sevmediği şey alçak oturma birimleri imiş. Taburcu olduğum gün uzandığım yataktan her kalkmaya niyet edişimde koltuk altlarımdan destekleyerek kalkmama yardımcı olan kocayı bel fıtığından korumak için çareyi eskiden oğlumun olan odaya, onun nisbeten yüksek olan yatağına taşınmakta buldum. Böylece inziva hücreme ilk girişi yapmış oldum, bundan sonra günlerim çok ender zamanlar dışında orada geçecekti. Orada geçen 3 ay boyunca o yatakta sayısız diz egzersizi yaptım, onlarca kitap okudum, dünya kadar şeker patlattım, ağrılardan zırıl zırıl ağladım, genellikle geceler boyu uyumadan döndüm durdum, ağrıyan dizlerime, olduğum ameliyata, içtiğim bir işe yaramayan ilaçlara sövdüm saydım. 

Şimdi en azından evimdeyim ve Antalya hala yaz. Odalar arasında gidip geliyor, balkonda çınarımın gölgesinde oturabiliyorum. Ağrılar mı? Onlar devam, bana bir yıl boyunca rahat yok, vaziyet öyle gösteriyor. O "Alçaklara karlar yağmış, yükseklere buz, gel seninle kaçalım ince belli kız" türküsünü her seferinde aklıma getiren alçak yerlere oturamama, otursam da kalkamama olayı halen devam. Kolumun altında bir minderle geziyorum, işin açıkcası "bezdum" dostlar ama yapacak bir şey yok. Kendimi avutma çabalarıma devam ediyorum. Bu sabah yine erkenden uyandım, ilk posta egzersizi yapıp çayı koydum, kahvaltımı hazırladım ve kendimi balkona attım. Sokakta neredeyse kimse yoktu, serçeler çınarın bir dalından öbür dalına seyran ederken kumruların tercihi tohumunu yemeyi pek sevdikleri selvi idi. Çayımı içerken kitabımdan bir öykü okudum: "Melina". Bu yıl okuduğum en iyi kitaplardan biri, kaldı ki öykü okumaya uzun süredir ara vermiştim. Lakin bunlar harika, herbiri başlıbaşına bir roman gibi ve çok belli ki otobiyografik özellikler taşıyor. Balkon demirine bir kumru kondu, boncuk gözleriyle "Ne okuyorsun?" der gibi baktı bir süre, sonra ilgisini çekmedi anlaşılan "aman canım, bana ne, ne okursan oku" diyerek uçup gitti. Kalktım, çınardan bir yaprak kopardım, bu dingin sabahın anısına kitabın arasına koydum. O sırada inşaatın kepçesi homurdanmaya başladı, anladım ki balkon keyfinin sonu geldi. Topladım pılımı pırtımı, girdim içeri...


11 Ekim 2021 Pazartesi

DİZ ÜSSÜ ALFA ANTALYA'DAN BİLDİRİYORUM / YILDIZ TARİHİ 11 EKİM

Antalya'ya adım attığımız gündenberi toz ve gürültü içinde yaşıyoruz. Karşımızdaki adada yer alan üç bina yerle bir edildi, şimdi de yeni yapılacak kazulet için temel kazımı faaliyetleri devam ediyor. O markasından hareketle "Hıltı" denen alet günlerdir sadece toprağı değil beynimizi de oyuyor. Tek sakin günümüz pazar, balkon ancak o gün tam teşekkülle bize ait oluyor. Bir de bir saatlik öğlen arası. Malum Antalya için zeytin vakti geldi geliyor. Bahçesinde 4 adet zeytin ağacı olan bir aile olarak bir yıldır zeytinsiz yaşadık, daha doğrusu satın alınmış zeytinlerle idare ettik. Pandemi her şey gibi bahçeyi de vurdu. Yüz ağaçlık bahçeden bir kilo badem toplayabildik, zeytinler ise tesbih tanesi boyutunu aşamadı. Bu yıl durum nicedir, habersiziz. Bademleri dolu vurmuş, onlardan hayır yok ama zeytinler ne durumda meçhul. Benim diz sorunları yüzünden Ankara dönüşü uğrayamadık, bu ayın sonunda belki bir ziyaret yapılır eşim tarafından. Hal böyle olunca sanal marketten sipariş verirken zeytinleri görünce istedim, böyle kalamataya yakın boyutta yeşil zeytinler geldi. Evlenip Denizli'ye yerleştiğimizden bu yana zeytinimizi kendimiz yapıyoruz. Aslında öncesi çok komikti. Ekim sonuydu Denizli'ye gidişimiz, tam zeytin zamanı yani. O güne kadar bozkırda büyümüş biri olarak zeytini ancak yenebilecek durumda görmüştüm. Denizli Hal'ine girip de koca koca yeşil zeytinleri görünce "Aaa" demiştim, "bu mevsimde yeşil erik olur mu?". Görgüsüz Angaralı 😀 Sonrasında başladık zeytin kurmaya. Bizim evde dilme zeytin yapma görevi kocaya ait, ben siyah zeytin ve kırmaları hallediyorum, onlar az oluyor. Dün marketten gelen zeytinleri kırmak için "Hıltı" kardeşimizin öğlen tatiline çıkmasını bekledim. Sonra balkona yerleşip başladım tak tak kırmaya. Dizler nedeniyle yere oturamadığım için masanın üstüne gazete serdim, üstüne bir taş blok yerleştirip öyle yaptım görevimi. Gazetede Abraham Lincoln'ün fotoğrafı vardı, onunla bakışarak hallettim iki kilo zeytini 😃 Yıllar önce dayım nakliyesini yaptığı bir zeytin firmasından bize 20 kiloluk bir yeşil zeytin tenekesi getirmişti. Bodrum tipi kırma bir zeytindi ve hayatımda yediğim en lezzetli zeytindi. Yazdı, Ankara'daydım, kahvaltıdaydık ve koca bir çanak zeytin masanın ortasında duruyordu, alt kattaki komşu geldi, sofraya buyur ettik. Kahvaltı istemedi ama bir sigara yakıp bir bardak çay aldı, bizi izlemeye başladı, biz bu arada bir çanağı tüketip ikincisini doldurmuştuk. Diyorum ya zeytin müthiş lezzetli ve leblebi yer gibi yiyorduk, kadın dayanamadı: "Siz hep böyle çok mu zeytin yersiniz?" dedi 😃 Bugün kırdığım zeytinlerin tipi de o zeytinlere benziyor ve umudum aynı lezzeti elde edebilmek, ya kısmet...

Çocukları yolcu ettik 2 gün önce, ev ıssızlaştı. Ankara'dan döndüğümüzden beri hareket halindeydik. Minnoşun peşinden koşturmak, çocuklarla gezip tozmak, evin içinde sürekli bir koşuşturma derken benim dizler biraz hallendi, egzersizler falan aksadı ama değerdi doğrusu. Sayelerinde özlediğim mekanlara gidip biraz nefes aldım. Antalya bu mevsimde şahane, sıcaklık dayanılır düzeyde, geceleri rahat yatılıyor, deniz muhteşem, her yer hâlâ yemyeşil. Sonbahara biraz daha vakit var kısacası. Şu fotoğraflara bakınca anlayacaksınız ortamı:

 
Portakallar büyüyor

 
Bu kitapçı yakınlarda açıldı, aynı zamanda cafe ve bisiklet standı da var. Mekan güzel, yalnız kitapların fiyatları biraz kafamı karıştırdı. Üzerleri kapatılmış ya da daksille silinmiş. Karekod okutup görüyorsunuz fiyatı. Görevli ile konuştum, bir şeyler söyledi ama ikna oldum diyemeyeceğim. Neredeyse iki yıldır kitapçıya girmişliğim yoktu, gelmişken bir kitap alayım dedim, üzerindeki bantı çıkarıp fiyatı karşılaştırdıktan sonra almaya karar verdim. En iyisi internetten devam etmek. 



Bu fotoğraflar Erdal İnönü Parkı'ndan. Gün batımı muhteşem





Ailecek Antalya Müzesi ve bahçesini çok sevdiğimiz için bir günümüzü orada geçirdik, bu kez bahçede beklemeyip on yüz milyon bininci kez müzeyi de gezdim.

 
Bahçede envai çeşit bitki, turunç, skas, palmiye, benjamin vs vs


Bu fotoğraf  Beachpark'tan. Yeni düzenlemeden beri gitmemiştim. Deniz şahane, plaj çok davetkardı, uzaktan Beydağları'na bakmakla ve kahvemi yudumlamakla yetindim maalesef.

Geçen hafta böyle geçti, bu hafta dinlenmekle. Bugün zeytin kırmak dışında başka işler de hallettim. Kendime yarın için aşı randevusu aldım, 2 Sinovac ve 1 Biontech vardı. Sinovacların üstünden 6 ay, Biontech'in üstünden de 3 ay geçince 4. yü yaptırmak farz oldu. Sonra sipariş ettiğim kitaplar yanlışlıkla Ankara'ya doğru yola çıktığı için kargo firmasını arayıp talimat verdim. Umarım bir aksilik çıkmadan kavuşurum kendilerine. Ardından Netflix'de "Kin" filmini izledim. Türkan Derya  yönetmiş, Yılmaz Erdoğan ve Ahmet Mümtaz Taylan ana rollerde oynamış, gerilim ve polisiye tarzı bir filmdi, uzun zamandır film izlemiyordum, umarım şeytanın bacağını böylece kırmışımdır.

Son olarak bu aralar elimde olan kitaptan bahsederek bitireyim bu postu, "Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı". Lucia Berlin yazmış, otobiyografik özellikler taşıyan öykülerden oluşuyor. Bu aralar öyküye mesafeli durduğum halde bunları çok beğendim, tavsiye eder ve giderim...