Hergün yeni bir acı haberle sarsıldığımız ülkemizde küçük mutluluklar yaşamak bile haram oldu. İnsan gülümsediğinden utanıyor. Üzüntü, endişe, kızgınlık, çaresizlik hepsi somutlaşıp bünyeye yerleşti, oysa dışarda pırıl bir bahar var, ağaçlar, çiçekler, deniz, güneş hepsi sokağa çağırıyor. Gel gör ki ruhlara kar yağmakta.
Uzun zamandır, bünyeyi terketmeyen stres ve gerginliğin sonucu olduğunu düşündüğüm irritable kolon sendromu ağrıları çekmekteyim. Alışığım aslında buna, ara ara yoklar, hatırımı sorar. Bazen yatıya kalır, bazen bir kahve içip giderdi ama bu defa temelli yerleşmeye niyet etmiş gibi göründü gözüme. Bekle bekle kendiliğinden gitmeyince kulağını çeksin diye doktor amcaya götürdüm sabah. Hastane ve doktor fobisi ayyuka çıkmış biri olarak bunun hayli zor olduğunu tahmin edebilirsiniz. Yusuf yusuf ataraktan gittim tıp merkezine. Giriş işlemlerini yaptırıp çöktüm bir sandalyeye, sıramı bekleyemeye başladım. 15-20 dakikalık bekleme sürecinde yüzlerce öksürüğe maruz kaldım. "Yahu" dedim, "ağrınla otursaydın evinde, şimdi bu öksürüklerden fışkıran mikroplar boy sırasına girip, sağdan say diyerekten rap rap ağzından, burnundan içeri dolacak. Zor bela geçirdiğin grip sonrası dertlerin yine hortlayacak". Bir ara kalkıp en uzak noktaya konuşlandım, bu defa da zırt pırt açılan kapıdan gelen cereyandan rahatsız oldum. Nazik ve narin bedenim-ki nohut üstünde prenses yanımda halt etmiş-bir türlü şanına layık bir yer bulamadı kendine. Karşımda oturan teyzenin pantolon paçası ile ayakkabıları arasından görünen kalpli çoraplarına bakarak ve yanımdaki iki adamdan birinin aile öykülerini dinleyerek zaman öldürdüm. Yanındakine kardeşlerinden bahsediyordu, kimi öz, kimi üveymiş, kimiyle hiç görüşmüyormuş ama hangisinden sözettiyse sonunda adamları "mefat" ettirdi. Sonra sıram geldi girdim içeri, doktor "yine mi sen" der gibi mi baktı, bana mı öyle geldi anlayamadım ama kısa bir muayene sonrası tahlile gönderildim. İki tüp kan verip sonuçların çıkmasını beklemek üzere kafeteryaya yollandım. Karton bardakta çay alıp yanımda getirdiğim kitabı açtım, ilk öyküyü okumaya başladım: "Adem'in Kekliği ve Chopin". Öykü güzelmiş, sardı, henüz zaman dolmadığından ikinciye geçtim: "Çati'ye Kıyamam". Lakin Çati'nin akibetini öğrenemeden sonuçları göstermek için doktorun yanına girdim yine. Doktor içimi rahatlatan şeyler söyledi, sevine sevine çıktım. Kolon spazmımın da kulağını çekmiştir umarım, tez elden valizleri toplar defolur.
4 kitaplık "Napoli Romanları"nın dördüncüsünü ve sonuncusunu gözlerimin kanlanmasına aldırış etmeyerek neredeyse bir günde bitirdim. Hafifsemeyin hemen, sözkonusu arkadaş beşyüz küsur sayfadan oluşmakta idi. Lina ve Lenu yine beni kararsız bıraktılar, sevsem mi, nefret mi etsem bilemedim. Ama kendilerine öyle alışmışım ki özleyeceğim muhakkak.
Dün birkaç arkadaş havanın güzelliğinden istifade denize karşı kahve içmek için buluştuk. Deniz, dağlar, hava, manzara hepsi çok güzeldi. Neyi paylaşamıyoruz diye düşündüm bir an, aklıma Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın dizeleri geldi:
"Söyle sevda içinde türkümüzü
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz
Yaşamak bu kadar güzelken
İnsan dallarla, bulutlarla bir
Aynı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir
Yaşamak bu kadar güzelken"
Her şeye rağmen güzellikleri çoğaltmak dileğiyle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder