.

.
.

1 Eylül 2015 Salı

3. GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ (VOLUME 2)

Bursa'daki 2. günümüzde yorgunluktan çok iyi uyuyamamıza rağmen erkenden açıyoruz gözümüzü. Kahvaltımızı edip artık iyice aşina olduğumuz metro durağına doğru yola koyuluyoruz. Bugünkü programımızın ilk yarısında Mudanya ve Trilye var. 


Kaldığımız otel öyle dik bir yokuşun tepesinde ki aşağı inerken adeta catwalk yürüyüşü yapıyor, böylece kendimizi manken gibi hissedip aşırı mutlu oluyoruz :) Metro istasyonuna giderken stadyumun önünden geçiliyor, bu itibarla hızla Bursaspor taraftarlığına geçiş yapıyoruz:


Metroda yardımcı olan çok sağolsunlar, bizi 1 no'lu Emek metrosuna yönlendirip Organize Sanayi istasyonunda inerek Mudanya minibüslerine binmemizi öneriyorlar. Söz dinliyor, gelen metroya yerleşip Organize Sanayi'de iniyor ve hemen yan taraftaki minibüs durağından Mudanya minibüsüne geçiyoruz. Aşağı yukarı 20-25 dakika içinde Mudanya şehir merkezindeyiz. Gözümüz deniz arıyor ama görmüyoruz. Her zamanki gibi dersimize çalışıp gelmişiz ve Mütareke Müzesi ile Giritli Mahallesi'ni görmek niyetindeyiz. Arkasında deniz olduğunu tahmin ettiğimiz tahta perdeler boyunca yürüyor ve karşımızdan gelen gençlere adres soruyoruz. Daha onlar ağzını açmadan hemen geride oturan bir kadın söze giriyor, "Dahacık ilerde, gel guzum gel ben sizi götüreyim" diyor. Zaten 200 metre ötede görünen beyaz binanın aradığımız müze olduğunu anlıyor ve gerek olmadığını, zahmet etmemesini söylüyoruz ama teyze pek arkadaş canlısı, takılıyor peşimize ve bir saniye susmadan müzeye ulaşana kadar tüm hayat öyküsünü detaylarıyla anlatıyor. Kızkardeşle çaktırmadan birbirimize bakıyor ve tüm Mudanya'yı teyzenin rehberliğiyle dolaşıp kulağımızdan eskiyeceğimizi düşünüyoruz. Biz müzeye ulaşana kadar teyze çoktan ablaya dönüşmüş, kocasının içkiciliğinden damadının paragözlüğüne kadar tüm aile sırlarını öğrenmişiz bile. Müzenin kapısından girip biz müzekartlarımızı gösterirken teyze bizi Allah'a emanet edip gidiyor neyse ki. Derin bir "oh" çekip müzeyi gezmeye başlıyoruz. 



Müze binası ve mütarekeyi imzalayan İsmet İnönü, Birleşik Krallığı temsilen General Harrington, Fransa'yı temsilen General Charpy ve İtalya'yı temsilen General Mombelli'yi gösteren canlandırma.

Müze ziyaretimiz sonrası tahta perdelerin bitiminde sonunda denizi görüyoruz. Müzedeki görevlilerden öğrendiğimiz kadarıyla deniz kirli, girilmiyor ve kapalı olan bölümde de uzun zamandır devam eden çalışmalar var.



Denizin kirli olduğunun söylenmesine rağmen karabataklar dışında koltukaltlarına yükselen bir mesafede suya girmiş sohbet eden haşemalı iki kadınla, biraz daha ötede göbekleri yere değmek üzere olan iki yaşlı amcayı görüyoruz denizin içinde, başka da  kimseler yok, kıyıda balık tutan birkaç kişiyi saymazsak.


 Foto: Kızkardeş (nam-ı diğer Madeni Cesaret)

Bir miktar deniz havası aldıktan sonra hemen Mütareke Meydanı'nın devamındaki Giritli Mahallesi (şimdiki adıyla Halitpaşa Mahallesi)ne dalıyoruz. Mahallenin planı Piçiretu isimli bir İtalyan mühendis tarafından yapılmış. Eskiden camiin doğusunda Türkler, batısında Rumlar otururmuş. Mütareke sonrası Rumlar Yunanistan'a gidince onlardan boşalan evlere Girit'ten gelen Türkler yerleştirilmiş. Evler hala çok güzel ve pek çoğu bakımlı. 








Evleri incelemekten boynumuz tutulmuş ve güneşten beynimiz yanmış olduğu için depoyu doldurmak amacıyla kıyıdaki bir cafeye oturup kahve ve soda ısmarlıyoruz. İşletmeci mi, görevli mi olduğunu anlamadığımız bir şahıs siparişlerimizi bezgin bir edayla getirip masaya bırakıyor. Müşteriden bıktı desek ortalıkta neredeyse in cin top oynuyor. Kahvemizi içip kalkıyor, mahallede biraz daha dolaşıyoruz. Niyetimiz Tahir Paşa Konağını da ziyaret etmek ama itiraf etmek gerekirse ikimiz de pek sevmedik şehri, vazgeçiyor ve Trilye'ye gitmeye karar veriyoruz. Dolmuşa binmeden önce eski bir Rum kilisesinden restore edilen Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nin arkasında gördüğümüz duvar yazısı yüzümüzü güldürüyor:


Trilye dolmuşunu uzun süre bekliyor ve sıkılıyoruz, ayrıca çok sıcak ve hayli yorgunuz. Derken dolmuş ufukta görünüyor ve ne yazık ki tıklım tıklım dolu. Çaresiz biniyor ve az sonra ineceklerini ve yerlerini bize bırakacaklarını söyleyen iki kadının yanında ayakta dikiliyoruz. Araçta herkes kendi aleminde, bir kısmı sohbette, bir kısmı uyukluyor, yeri gelmişken toplu taşım araçlarında en rahat ve kolay uyuyabilen insan türü sanırım Bursa'da. Bindiğim her tür taşıtta oturur oturmaz uyuyan ve ineceği durakta otomatikman uyanan insanlara rast geldim.  Ezelden ebede uyku zorluğu çeken bir insan olarak doğrusu çok imrendim. Her neyse biz düşmemek için koltuğun kenarlarını sıkı sıkı kavrayıp ayakta iki kadının inmesini beklerken az ilerden bir başka kadın bindi ve biner binmez "ay çok kalabalık, ay ayakta mı gideceğim" diye isyan etti. Şöfor "isterseniz ayaktakiler inin, yeni bir dolmuş çağırayım" deyince de ilk önce yine o itiraz etti, "benim eve gitmem lazım, devam edin, devam" dedi ve şoförün bir başka durakta binmeye çalışan 2 yolcuyu "nereye sığdıracaksın" diyerek almasını engelledi. Çok geçmedi bu defa yaşlıca bir adam durdurdu aracı, kadın onu tanıyordu galiba, buyur etti. İkisi sohbete başladılar, sohbetin ana konusu gençlerin ve kadınların (niyeyse kadınların) yaşlılara yer vermemesi idi. Derken bize yerini verecek olan kadınlar indi ve biz de oturduk. Oturduğumuz an olay çıktı. Diğer kadın kalkmamızı ve yerimizi ayakları ağrıyan yaşlı adama vermemizi emretti. Araçta bizden daha genç bir sürü erkek ve genç insan varken neden bizi kaldırmak istediğini sorduğumuzda da edepsizleşip bağırıp çağırmaya başladı, vay efendim onlar önceden oturuyormuş, biz yeni oturmuşuz, oturmamalıymışız. Biz muhatap olmak istemedikçe o konuşmaya devam etti, sonunda inen oldu da ikisi de oturup sustular. O sırada Trilye'ye gelmiştik. Sinirimiz bozmaya değmez dedik ve dolmuştan indiğimiz anda meseleyi yok sayıp kendimizi Trilye sokaklarına saldık.


Tirilye Orhan Bey zamanında Osmanlı topraklarına katılmış ve yerel halka hiç dokunulmamış. Mübadele sonrası göçle halk yer değiştirmiş, beldede artık Rum nüfus yaşamıyor ama Rumlardan kalma pek çok eser var. İsminin anlamı hakkında rivayet muhtelif, MS 376'da İznik konsülü tarafından aforoz edilen üç papazın buraya yerleşmesinden dolayı "Üç aziz" anlamına gelen "Triilee" dendiği de söyleniyor, barbunya balığı anlamına gelen "Trigleia"dan geldiği de. 60'lı yılların başında adı "Zeytinbağı" olarak değişmiş ama sonraları tekrar Tirilye'ye dönmüş. Kentin bende anısı büyük. İlk ve bugüne kadar tek gelişim 5 yaşındayken. Halam hükümet tabibi olarak Tirilye'ye atanmış, biz de onu ziyarete gelmiştik. O küçük yaşıma rağmen bende çok iz bırakmış ki gezdiğim sokaklar hiç yabancı gelmedi, hatta halamın yaşadığı sokağı bile şıp diye buldum, üstelik onaylattım. Oradaki bir dükkanda çalışan kadına sorduğumda tanıdı, attığını düşündüm ama adını ve özelliklerini söyleyince emin oldum, kaldığı evin de kendi evi olduğunu söyledi. Hani şu hep Tirilye tanıtımlarında görülen çatal sokakta, yeşile boyalı bir ev, önüne gidip anılarımı canlandırdım. Halamın bebeğime ördüğü pantolon ceket takımı, "boynuma sarılıp öpmezsem vermeyeceğim" deyişini, utangaçlığımdan bunu yapamadığımı, örgü takımı almadan eve döndüğümüz için yaşadığım üzüntüyü ve eve gidip valiz açıldığında içinden çıktığında ne kadar sevindiğimi hatırladım. 


Ev bu binanın arkasındaki sokakta idi, yenilenmiş olarak hala duruyor. Ne mutlu ki Tirilye korunan yörelerden, yoksa bunca yıl sonra o ahşap evi bulabilmek neredeyse imkansızdı.


Taş Mektep; 1909'a tarihlenen bu binada Kıbrıs eski cumhurbaşkanı Makarios da eğitim görmüş. Bina sonraları-1924 yılında-öksüz ve yetim çocuklar için "Darüleytam"a çevrilmiş. Günümüzde ise görüldüğü üzere harap halde. 


Taş Mektebin yanındaki bu evin camına asılan kağıtta "Perili Ev" yazıyor, kağıdın içeriği ise şöyle :)


Sokaklarda dolaşmaya devam ediyoruz, karşımıza güzel, beyaz bir bina çıkıyor, eski postane binası imiş.


Alttaki dükkanın camında şehrin görülecek yerlerinin krokisini gösteren ve binanın tarihçesini içeren bilgiler asılı. Ateşböceği Ercan burada doğmuş, babası da postacı olarak bu binada çalışmış.


Krokide, "şu an burdasınız" yazan binanın sol üstünde görünen bina "Dündar Evi" adıyla anılan eski bir kilise. Mübadele sonrası Rumların gitmesiyle özel mülkiyete dönüşüp ev olarak kullanılmaya başlanmış, şu anda metruk ve harap durumda:


Yakındaki bir başka eski kilise ise "Kemerli Kilise", 18. yüzyıla tarihlendirilen kilise de harap durumda ve adını içinde bulun ve karşı binalara uzanan kemerlerinden alıyor:



Şehrin sokaklarında dolaşmaya devam ediyoruz, karşımıza yine eski bir kiliseden bozma Fatih Camii çıkıyor:



Sokaklar ve evler çok güzel, kimi botokslanıp yenilenmiş, kimi estetik cerrahlara ve güzellik salonlarına yüz vermemiş doğal halleriyle yaşlanmayı seçmişler, birbirlerine yaslanmış dostca yaşayıp gidiyorlar:





O kadar çok dolaşıyoruz ki yoruluyor, terliyor ve acıkıyoruz. Daha sonra devam etmek üzere sahile iniyor ve rastgele "Tirilye Balık Restaurant" yazan mekanı seçip giriyoruz:



Balık yerine başka deniz ürünleri seçiyoruz ve kalamar, ahtapot, balık simiti ile Saganaki denen peynirden yapılma bir Rum mezesi ısmarlıyoruz. Saganaki adı bize peynirin atalarının Japonya'dan göç etmiş olduğunu düşündürüyor ve servis yapıldığında kendisini "Koniçiva Ancinsan, hai wakarimasu" diye karşılıyoruz, peynir bize bön bön bakıyor, Shogun seyretmediği belli:) Yemeğimizi bitirmek üzereyken arkadan biri ismimi sesleniyor, hayretle dönüp bakıyorum. Önce bir an şaşalıyorum, günün sürprizi oluyor bu. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek karşılaşma Tirilye'de gerçekleşiyor, seslenen kişi blog arkadaşım çok sevgili Natali, yani Baykuş Gözüyle. Kısacık da olsa görüşmenin mutluluğuyla keyfim katlanıyor ve yemek sonrası beldeyi gezmeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. 




3 Fotoğraf: Kızkardeş, nam-ı diğer Madeni Cesaret


Dışı ilginç ve süslü hediyelik eşya mağazasına giriyor ama zevkimize hitap eden bir şey bulamıyoruz, birer magnet alıp çıkıyoruz.

Ara ara karşımıza hoş, eğlenceli ve zarif sürprizler çıkıyor:



Fotoğraf: Kızkardeş

Fotoğraf: Kızkardeş


Şehrin genel panoramasına karşı selfielerimizi de çekip son olarak plaj yöneliyoruz, bu yönelme biraz terapi amaçlı :) 5 yaşımdan kalma, o yıllarda kendisinin de yaşı küçük olan ve tabip olan halamla birlikte kalan bir diğer halam arkadaşlarıyla birlikte beni alarak plaja götürmüştü. Ben sahilde kum-taş, Allah ne verdiyse oynar ve keyiflenirken birden havalandığımı hissettim. birkaç kol ve gökyüzünden başka bir şey görmeden denize doğru götürüldüm ve tüm haykırışlarıma rağmen defalarca batırılıp çıkarıldım. Niyet iyiydi muhtemelen, böylece ben denize alışacak ve kolayca yüzme öğrenecektim lakin akibet böyle olmadı. Ben o boğulma korkusuyla yaşadığım travmayı hala üzerimden atamadım, itiraf.com tadında yazacak olursam hala yüzme bilmiyorum ve denize girmek bende hala korkuya sebep olur. Kızkardeş dedi ki haydi gidelim, o korkun geçer. Gittik, baktık, döndük. Antalya'ya gidince bir travma atlatma tecrübesi yaşayalım bakalım :)

Vakit ikindiye yaklaşırken bizi Bursa'ya götürecek dolmuşa binmiş ve bu güzel beldeye veda ediyorduk. Gün bitmedi tabii ki, o da bir dahaki yazıya. Burayı okuyorsanız sabrınızdan dolayı kutlarım :)

2 yorum:

  1. 3 Yazıyı da okudum, veda yazısını da merakla bekliyorum. Çekirge Sultanın hikayesi ve köprünün üzerindeki dükkanlar çok güzeldi, Bu yazıdaki Tirilye evleri cidden şahaneymiş.. Evler bana da birbirine yaslanmış dertleşiyor ara ara da kıkırdıyor gibi geldi :)

    YanıtlaSil
  2. Ben de Mudanya ve özellikle Tirilye yazısını öenle okudu. Bayramda büyük ihtimalle Mudanya'da oalcağız. Tirilye'ye uğramaya çalışacağım:)

    YanıtlaSil