Nerde kalmıştık, ha yorgun argın kendimizi otele atmıştık. Son sabaha yine erkenden uyanıyoruz, eşyaları toparlıyoruz, mütevazı otel odamıza ve görevlilerden birinin şirin köpeği Latte'ye veda ediyoruz, sırt çantalarımızı resepsiyona emanet ediyor ve bu kez metro istasyonu yerine catwalk yürüyüşümüzle otobüs durağına yöneliyoruz, otobüs değil dolmuş geliyor ve bizi Tophane'de indiriyor. İki gün boyunca aşağıdan yukarıya baktığımız semte şimdi göz hizasından bakacağız, bu defa şehri kuşbakışı seyredeceğiz.
Önce biraz etrafta dolanıyor, eski evleri izliyor ve gülüyoruz. Ankara'nın eski semtlerinde eski evleri fotoğraflayabilmek için çektiğimiz sıkıntıları, bir örnek çirkin restorasyonlarla oyuncak edilmiş mahalleleri, iyi korunmuş bir eski yapı görünce çocuk gibi sevinmelerimizi konuşuyor ve uzun süre Kale civarına gitmemeye karar veriyoruz. Burada mahalle bakkalının dükkanı bile tarih kokuyor. Nitekim birazdan karşımıza Bim Market çıkacak, yerleştiği binayı görünce bir kez daha gülüyoruz Ankara'daki halimize:
Sonunda Tophane Parkı'na geliyoruz ve kapıdan girer girmez Saat Kulesi tüm ihtişamıyla karşımıza dikiliyor.
Saat Kulesi'ni ilk yaptıran Sultan Abdülaziz, lakin ilk kule zamanla yıkılıyor. 1904 yılında yeniden yapılmaya başlanıyor ve II.Abdülhamit'in tahta çıkışı şerefine 1905'de hizmete giriyor. 6 katlı ve 65 metre uzunluğunda olduğunu öğreniyor, "Sana bugün bir tepeden baktım artık yeşil olmayan Bursa" demek için seyir teraslarına yöneliyoruz.
Şehirleri ve yeşili katletmekte rakip tanımıyoruz vesselam. En azından bu şehirde yukardan bakınca güneş enerjisi panelleri görünmüyor diyerek avunuyor ve Osmanlı'nın kurucularına bir selam çakmaya gidiyoruz.
Tophane Parkı'nın girişinde sağlı sollu Osman ve Orhan Gazi'nin türbeleri yer alıyor. Osman Gazi ölünce önce Söğüt'te defnediliyor daha sonra naaşı oğlu Orhan Bey tarafından Bursa'ya, "Gümüşlü Kubbe" denilen bu türbeye naklediliyor. Türbe kubbesi güneşte parladığı için bu adı alan eski bir Bizans şapeli, daha sonra depremde hasar görünce Sultan Abdülaziz tarafından yeniden yaptırılıyor.
Babadan sonra oğulun, Orhan Gazi'nin türbesini ziyaret ediyoruz. Bu türbe Aya Elia Manastırı'ndaki kilisenin yerine yaptırılmış, zeminde kullanılan bazı mozaikler de bunu belgeliyor zaten. Bu türbe de yine depremde yıkılıyor ve Abdülaziz tarafından yeniden inşa ettiriliyor.
Tophane Parkı'ndan çıkıp yan taraftaki Sümbüllü Bahçe Konağı'na yöneliyoruz, niyetimiz bir kahve içip biraz dinlenmek.
Lakin hemen hemen tüm masalar boş olmasına rağmen "saat 11'den önce kahve servisimiz yok, sadece kahvaltı" diye geri çevriliyoruz asık suratlı bir garson tarafından (pardon tenzil-i rütbe yapmayım şef garson olabilir kendisi). Aç olsak bile böyle bir karşılamadan sonra orada bir şey yiyip içmeyeceğimiz malum, manzaraya şöyle bir göz atıyor çıkıyoruz.
Yokuş aşağı Heykel'e doğru iniyoruz yine catwalk adımlarıyla, sağ yanımızda Bursa surları var:
Biraz önce üstünde olduğumuz bölgenin şimdi alt tarafına iniyoruz, Bursa doğumlu çizer Cemal Nadir'in kahramanlarından rölyefler yapılmış, görüntülüyoruz:
Sümbüllü Bahçe Konağında içemediğimiz kahveyi içecek güzel bir mekan arıyoruz, lakin günlerden Pazar ve saat çok erken, üstüne üstlük bir de Zafer Bayramı nedeniyle resmi tatil. Şehir adeta ıssız, öyle ki akşam kalabalığında gezdiğimiz yerleri bu ıssız haliyle günışığında neredeyse tanıyamıyoruz. Sonunda Apolyont Han'a giriyor ve açık cafelerden birine oturup hemen bir kahve istiyoruz. Handa camekan içinde bir landon sergileniyor. 18. yüzyıl yapımı Hancı Halil Ağa'nın landonu:
Kahve sonrası civarda dolaşıyor, ara sokakları keşfediyoruz, çoğu dükkanın kepenkleri kapalı:
Dönüş vakti yaklaşıyor, karnımız acıkıyor, bir ümit Mavi Dükkan'ı tekrar deniyoruz ve yine başaramıyoruz. Henüz döner hazır değil. Bursa'dan doğru dürüst bir İskender yemeden dönmek de varmış kaderde :) Çiçek Izgara'ya gidiyoruz, vakit henüz erken, mekan boş, terasa yerleşiyoruz havuz başına. Kocaman bir atkestanesi-ki kendileri velinimetimdir, bilen bilir-ağacına bakarak sonunda İskender olmasa da bir benzeri olan nefis bir "pideli et" yiyoruz. Üstüne bir kahve daha lüpletip kalan son zamanımızı değerlendirmek için Ulu Cami'ye yöneliyoruz.
Yıldırım Bayezid tarafından 14. yüzyılın sonlarında yaptırılan Ulu Cami 20 kubbesi, sonradan eklenen iki minaresi ve kunt yapısıyla gerçekten kocaman bir cami. Kadraja sığdırmak çok zor:
Kapıdan birer örtü alıp içeri giriyoruz. Bursa'da camilere girmek için insanı-daha doğrusu kadınları-adeta teşvik ediyorlar. Ankara'da Hacıbayram Camii'ni ziyaret için görevliyle yaşadığımız sıkıntıları, başka bir camide, arkadaşımızın annesinin mevlütünde bulunduğumuz yere gelen erkekler tarafından adeta kovulduğumuzu hatırlayınca bu çok rahatlatıcı geliyor, sanki camiler sadece erkeklere mahsus. Benzer bir hoş durumu da Tirilye'de yaşamıştık, Fatih Camii'nin içini görmek istedik ama örtümüz yoktu, kapıdaki-imam olduğunu düşündüğümüz-kişi "girin görün, çekinmeyin" diyerek kolaylık sağlamıştı. Bir de keşke girişlerde İstanbul'daki çoğu camide olduğu gibi galoş adeti olsa, hem kolaylık, hem de ayak kokusunu önleme ve temizlik bakımından hijyenik.
Söylentiye göre camiin yapımında sonradan Karagöz olarak ünlenen ve işçileri sürekli güldürerek çalışmalarını engellediği için Yıldırım Bayezid tarafından öldürtülen Kambur Bali Çelebi ile Hacı İvaz (Hacivat) da çalışmış. Rivayetin farklı çeşitlemeleri de mevcut. Ayrıca "Mevlüd"ün yazarı Süleyman Çelebi ömür boyu Ulu Cami'de imamlık yapmış.
Otobüs vaktimiz yaklaştığı için uzun uzun gezip inceleyemiyoruz camii, daha çantalarımızı almak için otele gideceğiz. Son olarak biniyoruz Muradiye dolmuşuna, çantalarımızı sırtlanıyor, terminal otobüsüne yerleşiyor ve bizi Eskişehir'de tren garına götürecek olan otobüsümüze biniyoruz. Bursa'yı sevdik; canlı, tarih kokan, gecesi gündüzü hareketli, insanları birbirine karşı hoşgörülü bir şehir. Belli mi olur, belki yine geliriz...
Bursaya gideceğimiz zaman ilk okuyacağım yazı bu dörtleme olacak :) Teşekkürler Nurşen Abla..
YanıtlaSilbir kaç ay sonra Bursa ya gideceğim ve bu yazı önümü aydınlattı emeğinize sağlık:)
YanıtlaSil