Datça'daki 2. günümde pırıl pırıl bir sabaha uyandım, aslında yattığım odanın penceresinden şahane bir gün doğumuna da şahit olmuştum ama kalkıp makineyi almaya üşendiğim için fotoğraflayamadım. Bir gün önceki rüzgar dinmiş, güneş eni-konu ısıtmaya başlamıştı. Çayımızı demleyip termosa doldurduk, simitlerimizi ve peynirimizi alıp açık havada kahvaltı yapmak üzere Palamutbükü'ne doğru yola düştük.
Aklımda yanlış kalmadıysa Sındı köyünden geçerken bu manzarayı görünce durduk tabii ki, durulmayacak gibi değildi. Tomris Uyar'ın kitabındaki gibi "diz boyu papatyalar" badem ağaçlarının altında doğal bir halı oluşturmuştu. Bunlar bildiğimiz minik bahar papatyaları idi, anlaşılıyor ki Datça bir papatya cenneti.
Papatyalı bahçeden zor bela ayrılıp yola devam ettik, uzaktan Ovabükü'nün kaplumbağaya benzeyen silüeti ve Palamutbükü önünde uzanan gitar formundaki ada göründü. Kahvaltı mekanı olarak iki bük arasındaki yeri seçip bizi bekleyen tahta masaya yerleştik.
Simitleri çayları bünyeye dahil edip manzaranın da tadını çıkardıktan sonra Palamütbükü'ne yollandık. Biz ayrılırken karşı koyu keçiler işgal etmişti.
Palamutbükü hayli ıssızdı, insandan çok kedi vardı desem yalan olmaz, fotoğraflar şahidim. Ayrılmadan önce yılın bazı zamanlarını Palamutbükü'nde geçiren eski bir arkadaşımı aradım, şansa bakın ki oradaydı, birlikte bir kahve içip iki lafın belini kırdık, sonra da Ovabükü'ne devam ettik.
Palamutbükü kadar olmasa da Ovabükü de sakindi ama bu sakinliğin bizim açımızdan hiç sıkıntısı yoktu, önce küçük bir tur attık, sonra bir şeyler yemek için açık olan Poyraz Restoran'a yerleştik.
Leylak bulamasam da mor salkımları kaçırmam, ona göre konuşlandım masaya :) Oynaşan köpekleri, sahile vuran dalgaları, heybetli dağları, akşam güneşinin gümüşlendirdiği denizi izleyerek hem yedik, hem sohbet ettik, günü bitirdik.
Datça'daki son günümde hava hırçınlaştı. Rüzgar şiddetini arttırdı, bulutlar gökyüzüne yığıldı, dalgalar sahile deli deli vurdular, çok geçmeden yağmur başladı, sanki "haydi git artık" der gibiydiler ama yüz vermedim :) Zero'nun tamamlaması gereken bir yazı vardı, ben de kitabımı çantama attım ve yağan yağmura ve deli dalgalara karşı Mambochino Cafe'ye konuşlandık.
Yağmur durunca ben küçük bir şehir turu yapıp geldim, renkli merdivenler bulup fotoğrafladım:
Bir süre sonra hava sakinledi, güneş bulutyarın arasından yüzünü gösterdi, yakındaki ilkokulun çocukları sokaklara taştı:
Böylece Datça'nın kızgın yüzünü de görmüş olarak tatilin Datça bölümünü tamamladım. Bir dahaki yazıda Marmaris ile kaçamağı sona erdiriyorum. Sabrınıza teşekkürler...
Çok mutlu oldum kırmızı saçlı kızla birlikte şu caaaaağnım Datça'nın tadını çıkarmana, Leylak'ım :)
YanıtlaSilAnnemler son 5 yıldır "sahil kasabasına yerleşme" sevdasındalar. Her yıl 3-5 yer geziyorlar. Hem tatil yapıyorlar hem de orada gönül rahatlığı ile yaşayıp yaşayamayacaklarını anlamaya çalışıyorlar. Dedim kararsız kalırsanız gidin Datça'ya yerleşin, en azından pişman olmazsınız! 5 yıl ya, dile kolay...
Neyse, toparlıyorum; ne iyi etmişsin be Leylak, biz de sayenizde gün içinde oralarda bi' tur atmış gibi oluyoruz.
Öperim.
Leylak Bacım ne kadana güzel olmuş...seneye de beraber beraber gidrlim....
YanıtlaSilMerhaba, bloğunuzu yeni keşfettim ve hemen takibe aldım. Bana da beklerim ;) Sevgiler...
YanıtlaSilO yağmurlu fotoğraf ne kadar harika
YanıtlaSil