Eylül ile kıyasladığımda Ekim nispeten sakin geçti, tansiyonu düzene soktuk, diş ağrısını şimdilik korkuttuk, umarım böyle devam eder. Biraz üşüdük haliyle, Antalya sonbaharlarını yaz gibi yaşadığımız için Ankara ters köşe yaptı, eh dünya sonbahara, kışa da kalmıyor, bahar gelir elbet...
Bu ay iyi okumalar yaptım, güzel filmler izledim, epeyce kitap dinledim, Ankara sokaklarını arşınladım, bir-iki arkadaşla görüştüm, kısacası fena değildi, aynı performansı, hatta daha iyisini ve fazlasını Kasım'dan da bekliyoruz.
-Ayın ilk kitabı "Esrik Ağacın Meyvesi" idi. Escobar döneminde Kolombiya'da geçen sarsıcı bir öykü "Esrik Ağacın Meyvesi". Bu ara Kolombiya'lı yazarlar pat pat düşüyor önüme, hepsi de vatanını terk etmek zorunda kalmış yazarlar ve yaşadıkları çok zor şeyler. Bu kitabın yazarı da kendi çocukluğundan esinlenerek kurgulamış romanın temasını. Çok beğenerek okudum...
-Adalet Ağaoğlu çok sevdiğim yazarlardan biridir. Tüm kitaplarını, hatta bazılarını iki kere büyük bir zevkle okudum. İnternette sipariş verirken "Düşme Korkusu" çarptı gözüme, okumadığım bir kitabı varmış diyerek ekledim sepete. Meğer son kitabıymış, ismi de manalı, geçirdiği büyük kazanın izdüşümü gibi. Yalnız yazarını bilmeden okusam "Kim yazmış bu uyduruk öyküleri" derdim. Oldukça büyük bir hayal kırıklığı oldu, daha ziyade üzüldüm. Bunca yetkin kitaptan sonra bu bir yere varmayan öyküler. Ben ettim, siz etmeyin, Adalet Hanım şimdiye kadar okuduklarınızla kalsın zihninizde ve kalbinizde...
-Sally Rooney konusunda kararsızım, ilk iki kitabını okudum, güzeldi ama yeni çıkacak kitaplarına hemen atlayacak kadar etkilememişti beni. Büyük bir reklam ve pazarlama stratejisiyle sunulan "Intermezzo"yu almayı düşünmüyordum ki kızçem almış, kendisi okumadan bana verdi. Başlarda bir türlü içine giremedim kitabın, "Ivan" sayfalar arasında görününce kitap ilgi çekici hale geldi. Ne fazla iyi, ne de kötü buldum kitabı. Diğer kitapları hakkındaki düşüncem neyse bu kitapta da aynı. Okunur mu okunur ama beklentiyi fazla yükseltmeden...
-Macar edebiyatını çok seviyorum, haliyle Sandor Marai'yi de. Bu incecik kitap iki yakın arkadaşın uzun yıllar sonra buluşup geçmişin hesaplaşmasına girdikleri bir anlatı. "Mumlar Sonuna Kadar Yanar" ve sonunda olan olur. Genelde tüm Marai kitapları gibi uzun monologlar şeklinde ve ağır ilerliyor, yazarın tarzına alışkın olmayanlar için sıkıcı olabilir ama ben sevdim...
-"Sabahın Üçü" kolay okunan, sürükleyici bir kitap. Bir hastalık nedeniyle 2 günü uyumadan birlikte geçiren baba-oğulun öyküsü. İnsanda güzel duygular uyandırıyor ama edebi anlamda çok da beklentiniz olmasın...
-Nahid Sırrı yeterince değeri bilinmemiş, görece yakın zamanda keşfedilen, üstelik çok iyi bir yazar. Bir çok kitabını Oğlak Yayınları bastığında okumuştum. Yazıldığı yıllarda gazetede tefrika edilen "Her şey Bitmeden, Gece Olmadan"ın roman formatında basılması da bir nevi hediye gibi oldu. Üstelik Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ankara'da geçiyor. Her zamanki gibi çok sevdim...
-"Dinah Olmak" büyüdüğü komünden ayrılıp kendi ayakları üstünde durmak isteyen Dinah'ın çıktığı yolculukta yaşadıklarını anlatan sürükleyici, rahat okunan ama edebi anlamda çok da yetkin olmayan bir kitap diyebilirim. Sıkılmadan okunacak bir şey arayanlara öneririm...
-"Nasıl Oldu da Agnes Varda'yla Tanışamadım" esprili diliyle çok keyifli bir kitap. Bir sinema öğrencisinin Paris macerasının yanı sıra, yazarın yönetmenliğini yaptığı "Meeting Jim" belgeselinin yaratılma sürecini de okumak mümkün. Kitabı okumadan önce ya da sonra "Meeting Jim" belgeselini de izlemenizi öneririm. Agnes Varda ise kitabın görünmeyen kahramanı...
-"Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara" Mathias Enard'dan okuduğum ilk kitap oldu. Haliç'e bir köprü kurması için devrin padişahı tarafından İstanbul'a davet edilen Michelangelo'nun orada kaldığı süreçte yaşadıklarını anlatmış yazar masalsı bir dille. İlginçti...
-"Taş, Kağıt, Makas", Noel hediyesi olarak İskoçya kırsalında şapelden dönüştürülen bir eve davet edilen evli bir çiftin giderek gerilime dönen ve ters köşeyle biten öyküsünü konu alıyor. Eh işte denecek türden...
-Ve ayın son kitabı "Büyük Büyükanne Webster", klasik bir İngiliz soyluluk öyküsü. Dıştan görkemli, içten içe çürüyen, buz gibi şatolar, gelenekçi soylular, her biri ayrı telden çalan aile bireyleri. Yazarın kendi hayat hikayesinden esinlenerek yazdığı düşünülüyor. Ben sevdim...
Gelelim filmlere:
Bu ay izlediğim filmler içinde bir sinema salonunda, nihayet izleyebildiğim "My Favourite Cake" en beğendiğim film oldu. Muhafazakar İran koşullarında gizlice çekilmiş film iki yalnız ve yaşlı insanın birlikte geçirdikleri bir geceyi konu alıyor. İnsanın dimağında hem acı, hem tatlı izler bırakan şahane bir filmdi. Bunun etkisiyle yönetmenlerin ilk yapımı olan "Ballad Of A White Cow/Beyaz İneğin Şarkısı"nı da izledim. Güzeldi ama diğeri kadar etkileyici gelmedi.
Aldığım bir kararla her ay en azından iki eski ve kült filmi izlemek niyetindeyim. Claude Cabrol'un 1995 yapımı "La Ceremonie"si ile Ettore Scala'ın 1977 yapımı "Özel Bir Gün"ü ile başlangıç yaptım. Her ikisi de şahaneydi. Isabelle Huppert'in gençliğini ve Sophia Loren'in muhteşem güzelliğini izlemekse içimi açtı.
Daha önce "Suna" filmini izlediğim yönetmen Çiğdem Sezgin'in ilk filmi olan "Kasap Havasını" da izledim Mubi'de bulunca. Fena değildi diyebilirim.
"Meeting Jim"den yukarıda da bahsettim. Paris'de yaşayan, kırk sene boyunca evinde herkese açık yemekler veren, avangard tarzıyla Paris'in sanat çevresini derinden etkileyen Jim Haynes'in belgeselini Ece Ger çekmiş. Çok ilginç bir belgesel, MUBİ'de mevcut, izleyin derim...
Cem Karaca gençliğime damga vurmuş sanatçılardan biridir. Konserlerinde az coşmadım. "Cem Karaca'nın Gözyaşları" filminin çekildiğini biliyordum ama izlemeye niyet etmemiştim. Amazon Prime'a gelince izledim haliyle. Biraz karton geldi ama bir dönemi tekrar yaşattığı ve o güzelim şarkıları tekrar dinlettiği için yine de sevdim.
Netflix'de "Boşanamama" adıyla yayınlanan "Divorce" ise tam bir zaman kaybıydı...
Ekim ayı Storytel dinlemeleri açısından da oldukça verimliydi:
En dişe dokunur dinlemelerim Maupassant'ın "Bel Ami"si ile Panait Istrati'nin "Arkadaş"ı oldu. Zamanında okumadığım klasikleri dinleyerek eksiklerimi tamamlıyorum. "Yediçınar Yaylası"nı da dinleyerek Kemal Tahir ile vedalaştım. Kendisinin köy romanları beni bayılttı, bu kadar mı kadın düşmanlığı yapılır, genci yaşlısı, güzeli çirkini hepsi erkek delisi, hepsi ahlaksız. İyi bir yazar olabilir ama bu kadarı da yeter dedirtti.
Üç polisiyenin ikisi Ahmet Ümit'tin Komiser Nevzat'ının macerasıydı, Gülce Başer polisiyesi ise pek tat vermedi. "Mutlu Aile Çöplüğü" sıradandı, Tomris Hanım'ın öykülerine laf edersek çarpılırız diyelim Başar Başarır'ın son romanı "Dünyanın Bütün Fıstıkları" vakit geçirmek için iyi bir seçenekti. Bir anne-kızın Tokyo gezisinin anlatıldığı "Kar Havası" ise bende acilen seyahate gitme isteği uyandırdı.
Bunca yorgunluğun üstüne kahve içilmese olmaz değil mi?