.

.
.

16 Kasım 2024 Cumartesi

GİTTİK/GEZDİK/GELDİK 4/AMSTERDAM

Dikkat: Çok fotoğraf içerir 😊📷

Ülkedeki üçüncü günümüzü Hollanda'nın en ünlü şehrine, Amsterdam'a ayırmıştık. Ev sahibimiz N. işlerinden dolayı öğleden sonra katılacaktı bize, kız kardeşle ikimiz çıktık, artık iyice aşina olduğumuz otobüsümüze bindik ve Utrecht Gar'a doğru yollandık. Bir hafta boyunca günde en az iki kez bindiğimiz körüklü otobüsün hiç hıncahınç haline rastlamadım. Halk şehir içinde bir yerden bir yere genellikle bisikletle ulaştığı için toplu taşıma araçlarında izdiham olmuyor. Ses volümü çok yüksek yolcularda, bağıra çağıra konuşuyorlar çoğunlukla, kimse de uyarmıyor, alışmışlar. Ayrıca beni şaşırtan, bizde pek görülmeyen, görülse de mutlaka bir uyaran bulunan bir hareket de bazılarının koltuklara ayakkabılarıyla yayılmaları, içtikleri şişeleri, yediklerinin ambalajlarını koltuk üstünde bırakmaları oldu. Öyle ki kimi koltuklara oturulamıyordu, ıslak, çamurlu ya da pis oluyordu. Bir akşam bindiğimiz otobüste önümüzde oturan üniformalı bir genç kız (güvenlik görevlisi gibi bir şeydi sanırım) iki kişilik koltuğa, botlarını koltuk üstüne koyarak yayılmış, telefonuyla bağıra çağıra görüşme yapıyordu. Yarım saatlik yolculuk boyunca tek bir kişi hariç uyaran olmadı. O kişi de yaşını başını almış, ufak tefek bir teyzecikti ve sadece yanından geçerken "cıkcık" edip ağzının içinden bir şeyler söyledi. Tabii kız hiç aldırmadı ve inene kadar da oturuşunu bozmayıp sesinin tonunu indirmedi. Yine şaşırdığım ve esasen takdir ettiğim bir durum da şu oldu, Hollandalı oldukları renklerinden ve görüntülerinden belli iki genç kız karşımızdaki koltukta oturuyordu. Birbirleriyle sohbet ederken bir tanesi gözlerinden başlayıp cilt bakımına kadar tüm makyajını otobüsün sarsıntısına aldırmadan yapıp bitirdi. Her şeyi anladım da hiçbir yerine bulaştırmadan, ok gibi eyelineri nasıl sürdün be güzel bacım, kendi beceriksizliğimden utandım 😀

Bu kadar otobüs dedikodusu yeter, istasyonda bizi M. karşıladı, sarışına atladık, 25-30 dakika sonra Amsterdam Centraal Station'daydık. Station da stationdu hani, önce bir kanala bakalım, sonra onu da ekleyeceğim. Kanal yönünden çıktık ve yüzümüze vuran rüzgarla şehrin uğramayacağımız yanına baktık.

Gemiye benzeyen beyaz bina "Eye Film Museum", sinema üzerine bir kültür merkezi imiş.

Rüzgardan uçmamak için istasyona kaçtık, buradaki kalp kırmızı idi, herkes altında poz veriyordu, bir fotoğraf da biz çektirdik, kambersiz düğün olmaz tabii ki.

İstasyon binasının dıştan görünüşü muhteşem, kadraja sığdıramadım haliyle. Zaten hiçbir fotoğraf aslı kadar güzel görünmüyor.


İstasyonu fotoğrafladıktan sonra kendimizi Amsterdam'ın ot kokulu sokaklarına, binalarına, kanallarına salıyoruz. Her şey o kadar güzel ki nereye bakacağımızı şaşırmış durumdayız. 


Güvercinleri kadraja almak uğruna Kraliyet Sarayı'ndan yarım dilim kestim, hem bizi altın günü yapıyorum diye kabul etmemişti Den Haag'da, intikamımı aldım, ayrıca güvercin­>kıral 😂


Saint Nicholas Kilisesi imiş efenim 

Nereye bakacağımızı şaşırarak ilerliyoruz, arada hediyelik eşya mağazalarına giriyoruz, kahve alıyoruz, ardından yürümeye devam.

Sanırım Amsterdam'ı anlatan en tipik fotoğraf bunlar olsa gerek.


Dam Meydanı'ndaki "Ulusal Anıt". Doğduğum yıl dikilmiş ki çok normal, dünyaya gelişimin ülkemizde, yavru vatanda ve Hollanda'da kutlanması bir nevi zorunluluk 😂 (Şimdi meraklılar yaşımı öğrenmek için Google'u açıp Ulusal Anıt'ın kaç yılında dikildiğine bakacaklar, hahaha. Babam beni büyük yazdırmış, belirteyim 😂)




Kafamız yukarıda dolaşmaya devam, binaların alınlıkları bile o kadar güzel ki bir şey kaçırmayalım istiyoruz. Beyoğlu'na ilk kez gittiğimde İstiklal'de de böyle olmuştum, başım yukarıda gezmekten boynum tutulmuştu. 

Kaldırım boyu dükkanlar sıralı, bazılarına girip çıkıyoruz ve fütursuzca satılan otlu sigaralara, mantarlı keklere şaşkın şaşkın bakıyoruz bildiğimiz halde, üstelik daha Kırmızı Fener Mahallesi'ne de gitmedik. Yalnız ot kokusu alışkın olmayanda kafa yapmasa da baş ağrısı ve bende ilaveten öksürük yapıyor.

Vee derken pek hoş bir kitapçı çıkıyor karşımıza, işte benim ilgi alanım. "Schelterma Boekhandel". 1853'den bu yana hizmet vermekteymiş, ne tatlı. Hemen giriyoruz içeri:


İki katlı, ferah, aydınlık mekanda turluyoruz ve kendime bir adet Dutch dilinde yazılmış "Küçük Kadınlar" hediye ediyorum. Nasılsa ne yazdığını biliyorum, önemli olan kitabın kendisi. Çok kibar kasiyer istediğim türdeki kağıtla şık bir paket yapıyor, mutluyum 😊

Yürümeye devam, bakmalara doyamama. Aa o da ne? Orda bir Dior var uzakta. Girmesek de, giymesek de o Dior, bizim Dior'umuzdur 😂


Dior ürünü alamıyorsak magnet de mi almayalım yani, fukara turist anmalığı 😂 Lalesiz Hollanda olur mu?


Saat 15.00'de müze randevumuz var, müze için randevu almak ve internetten ödeme yapmak gerekiyor. Gel gör ki çok pahalılar. Bizim müzelerin turiste attığı kazığı onlar da bize Euro üzerinden atıyor. Kız kardeşle Rijsk ve Van Gogh Müzeleri'ni paylaşıyoruz. O "Gece Bekçileri"ni görmek istiyor, ben "Ay Çiçekleri"ni, o zaman Rembrant onun, Van Gogh benim. Müzeler karşılıklı, saat 15.00 kadar sokaklarda dolaşmaya devam:






Saat 15.00'e yaklaşırken N. gelene kadar waffle yemeye karar veriyoruz. İki müzenin arasındaki büfelerden birine sipariş verip bekliyoruz:


Van Gogh ve Rembrandt'ın ismini taşıyan büfeyi karı-koca olduklarını düşündüğüm orta yaş üstü bir çift işletiyor ve oldukça aksiler, üstelik wafflerının çok da güzel olmadığını Belçika'dakini denedikten sonra anlıyoruz. Oh canıma değsin, olumsuz poropoganda yaptım 😁


Ayçiçeği bulamadıkları için Van Gogh sarısı bir çiçekle süsledikleri, yine aynı renk dingildek metal masada yiyoruz "waffle"ı. Çok sevmiyorum ve iki çatalla son veriyorum, üstelik dişim ağrıyor.

Önce N., ardından müze vakti geliyor. Kız kardeş M. ile Rijks Museum'a yollanıyor Rembrant aşkına, lakin müze binası bile görmelere değer:


Biz de N. ile kuyruğa girip Van Gogh'umuza kavuşmayı bekliyoruz. Müze modern bir bina, çarpıcı bir mimari özelliği yok, birkaç katlı düzenlenmiş hoş bir yer. Çantalarımızı şifre alıp bir dolaba kilitliyor ve katları tırmanmaya başlıyoruz. Çok zengin değil müze, Van Gogh tablolarının yanı sıra döneminde yaşamış ya da ondan ilham almış ressamların da bazı eserleri sergileniyor. Van Gogh'un bilinen bazı resimleri de yok, başka bir müzede yer almakta imiş ama benim Ay Çiçeklerim burada:


Katlar arasındaki duvarlara değişimli olarak ressamın eserlerinden yansıtmalar yapılıyor:


Müze turumuz bitince ekibin diğer elemanlarını beklemek için masaları ayçiçekleriyle süslenmiş kafeteryada kahve içiyor ve satış mağazasından alışveriş yapıyoruz. Artık bir Van Gogh broşum, ayraçlarım, magnetlerim ve çok şık mini bir defterim var Van Gogh'u anımsatacak. Rijks müzesi çok daha büyük olduğu için ekibimize 17.00 den sonra kavuşuyoruz, geze geze bitirememişler üstelik.

Müze sonrası kararmaya başlayan Amsterdam sokaklarına tekrar dalıyoruz. Sırada Kırmızı Fener de var. Fena halde kalabalık, insan kaynıyor sokakları. Dükkanlarda aklınıza gelecek her çeşit cinsel obje mevcut. Kırmızı ışıkla aydınlatılan camekanlarda ise müşteri bekleyen kadınlar, yüzlerinde bitse de gitsek diyen bezgin bir ifade. Kesif ot kokusu da bonus. Tek kare fotoğraf çekmiyorum, muhafazakar değilim ama kadınların pazarlanması çok rahatsız edici. Böyle bir mahallede kimsenin kimseyi rahatsız etmemesi ise ilgi çekici.

Dönüş zamanımız yaklaşıyor, gece görüntüleri fotoğraflıyoruz Amsterdam'dan:




Sokaklardan birinde rastladığımız Çin restoranından Pekin ördekli dürüm alıyoruz. Dürümden ziyade yapılışını izlemek ilginç. Lavaş yerine yumurta seriyor saca Çinli aşçıbaşı. Sadece tadına bakmak için bir lokma alıyorum, bana çok hitap eden bir yiyecek değil, yetiyor. 

Aslında yazacak çok şey var ama buraya kadar bile gelebildiyseniz kutlarım. Noel nedeniyle süslenmiş sokaklardan geçiyor ve bizi Utrecht'imize götürecek trene yorgun argın yerleşiyoruz...


Not: Yazım hataları varsa hoş görünüz, o kadar uzun yazdım ki geri dönüp okuyacak halim kalmadı 😉




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder