Dün hareketli bir gündü, kenarlarından kırılıp yanak içimi ve dilimi kesen dolgulu dişimi yamatmak ve aile hekimine uğrayıp ilaç yazdırmak için evden çıktım. Hava hâlâ güneşli ve yaz kıvamında Antalya'da ama bazen ne yapacağı belli olmuyor, rüzgar çıkıyor, yağmur yağıyor, serinliyor falan, o yüzden penye bir mont aldım yanıma düştüm yola. Önce aile hekimine gittim, kimsecikler yoktu. İstediğim ilaçları, istediğim miktarda yazıp mutlu etti beni sağolsun, ardından eczaneye uğradım, ilaçları aldım, çantaya attım. Gelgelelim dişçi randevuma vakit vardı, yakındaki çocuk parkına girdim, kocaman ve bomboş parkta bir banka oturup kitabımı çıkardım (Çember Apartmanı/Defne Suman), okumaya başladım. Gölgeye oturmuşum, montu sırtıma attım. Sonra baktım randevu saatim yaklaşmış, diş hekiminin muayenehanesine yollandım. Maskemi taktım, içeri girdim, galoşları ayağıma geçirdim, diş hekiminin işi bitene kadar galoş giydiğim pufun üstünde oturup sekreterle maske takmayanların dedikodusunu yaptım ve sonra davet edilince geçtim herkesin korkulu rüyası olan, benimse hiç umursamadan yerleştiğim koltuğa. Diş hekiminin yıllardır hastasıyız ailecek, muayenehanesini ilk açtığı günlerden bu yana, yeni doğan çocukları evlenme çağına geldi, biz hala devam ediyoruz. Ağzımın içinde meşguliyet olmadığı zamanlarda sağdan soldan, eskilerden konuşarak ilk dolguyu bitirdik ve farkettik ki dolacak iki diş daha var. Zaten ağzımın içinde normal tek bir diş yok, bu dolgular da esasen dolgulu dişlere ek olarak yapılıyor. Onca sondajın sonunda petrol falan çıkmadı haliyle ama ben işlemler bitip koltuktan doğrultuğumda "Amanın!" dedim, "nerede benim montum?". Zira omzumda yoktu, koltuğun üstünde de, göz ucuyla galoş giydiğim pufa baktım, o da boş. Kafamın içinde şeytanlar cirit atıyor, "Off yepisyeniydi, pek rahatttı, dişe vereceğim dünya para, bir de mont gitti elden", diye düşünürken sekretere rica ettim sağa sola bakması için. Sağolsun bulup getirdi, pufun arkasına düşmüş. Eşeğini kaybedip tekrar bulan Nasreddin Hoca kadar sevindim. "Ne kadar süreyle yemek yemeyim?" diye sordum, "Hemen yiyebilirsin" cevabını aldım. "E hadi getirin o zaman yiyecek ne varsa" deyince güldüler, ben onları güldürdüm, Allah da beni güldürsün 😃
Bundan sonraki planım arkadaşımla buluşup yemek yemek, sonrasında da denize karşı bir mekanda kahve içmekti. Buluşma saatine vaktim olduğunu görünce aynı çocuk parkına gidip güneşli bir banka yerleştim ve kitabıma kaldığım yerden devam ettim. Arkadaştan geliyorum telefonunu alınca da buluşacağımız yere yollandım. Mahallemizin onca yıllık pidecisinde karnımızı doyurduk. O pideci ki öğretmenlik zamanlarımızda çok pide taşımıştır etrafında yemek yenecek bir yer olmayan okulumuza. Hepimiz kilo almıştık pideyle beslenmekten 😃Yemek sonrası "Nereye gitsek?" diye düşündük. Gönlüm sakin, kendi halinde bir çay bahçesi arzuluyor hep ama kalmadı artık öyle bir yer. Çay bahçeleri cafelere, cafeler yeni nesil cafelere dönüşeli beri ara ki bulasın. Oysa ne sıcak, ne samimi mekanlardı. Gençlik Parkı'na giderdik çocukluğumda, Luna Park diye dellendiğim için oraya en yakın çay bahçesine yerleşirdik. Recep Özgen Çay Bahçeleri; damalı örtüleri, parıldak semaverleri, kırmızı beyaz tabaklı ucuz cam bardakları, tahta sandalyeleri ile sade ve sevimlilerdi. Luna Park'a yakın olanında minik bir havuz, ortasında da işeyen bir çocuk heykelinden fışkıran fıskiye vardı. Pideler yaptırıp gider ve semaver getirtirdik. Lokmaları sabırsızlıkla yutar, çay sevmediğim için gazozumu hüpletir, büyükleri "Luna Park" diye darlardım. Anneannem çok kızardı: "Bi rahat ver be, şurda iki oturalım, b.k mu var Luna Park'ta". B.k yoktu ama eğlence vardı, anneannem bugibugiye binemeyeceği için haliyle gölete bakan sandalye ona daha cazip gelirdi.
Yazları deniz tatilinin önüne ya da arkasına mutlaka babamın memleketi Ulukışla ve annemin memleketi Niğde sıkıştırılırdı. Niğde eğlenceliydi, yaşıma yakın kuzenler vardı ve el üstünde tutulurdum, Ulukışla'da ise çok sıkılırdım onca büyüğün arasında. O yıllarda küçük bir kasaba gibi idi, elektrik bile saat 18.00'den sonra verilirdi. Sıkıntıdan patlar, dedemin evinde sıkıntımı giderecek bir şey bulamaz, annemi darlar dururdum. Yegane eğlence bazı akşamlar gidilen merkezdeki Kervansaray'ın yanına açılmış çay bahçesi idi. Oraya gidince biraz eğlenirdim en azından. Büyükler çay içip aile dedikoduları yaparken ben de etrafı gözlerdim. Yine tahta masalar, tahta sandalyeler, muşamba örtüler, olmazsa olmaz kırmızı-beyaz çay tabakları, plastik taslarda nemlenmiş şekerler. Ağaçlar arasına uzatılmış renkli ampuller ve ortadaki küçük havuzun fıskiyesinde dans eden pinpon topları. Sirkte imişim duygusu verirdi. Niğde'de ise, öğleden sonraları sıcağında kimi ağaçların gölgesine, kimi evdeki sedirlere yayılmış hane halkına seslenirdi teyze: "Kalkın uşak, ne yatıp durursunuz, Ticaret Lisesi'nin bahçesine gidelim". Muhasebe öğrenmeye gitmezdik haliyle tatildeki Ticaret Lisesi'nin bahçesine, orası yazları çay bahçesi olarak işletilirdi. Çok daha fazlası ve güzeli geldiğimiz bahçede olsa da lisenin ağaçlarına karşı çay içerek sohbet edilirdi. Bazen insan şamfıstığından bıkıp leblebiye gönül indirebilir haliyle 😃
Çocukluğumun çay bahçelerinin en güzeli ise Amasra'da idi; Sefa Park. Sonraları ismi revaçta olan bir şarkıya atfen "Sev Kardeşim" olarak değişmişti, muhtemel ki işletmesi de. Ama ne zaman Amasra'yı düşünsem ve güzel bir gün batımına denk gelsem aklıma Sefa Park gelir. Konu komşu gittiğimiz yaz tatillerinde denizden sonra, gün batımına yakın giderdik Sefa Park'a. Güneş altından bir top gibi cıva benzeri denizin içinde erirdi.
Ben yine nerelerde kayboldum dostlar, çenem kadar klavyem de susmuyor. Çay bahçesi bulmak artık çok zor ne yazık ki, biz de falezlerin üstündeki parkta konuşlanmış cafelerden birine oturduk, bu sefer her zamanki mekanını değiştirdim. Hava, manzara ve sohbet nefisti. Dolgudan dolayı hassaslaşmış dişlerimi falan unutturdu:
Haksız mıyım?
Onca sondajın sonunda petrol falan çıkmadı haliyle :) Çok sıcak ve içten bir yazı olmuş :)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, güzel görüşünüz...
SilDenize doğru inen ışık hüzmeleri....! Onun bir adı vardır mutlaka, suyun altındaki hüzme de, üstündeki neydi acaba, bilse bilse Leylakcığımız bilir!
YanıtlaSilÇay bahçelerini ben de çok severim, çayı fazla sevmesem de :) Burada da bira bahçeleri var, aynı mantık.. Nevaleni al gel, oradan da biranı ya da meşrubatını söyle.. Manzaraya karşı oooooh, sohbet de tek başına kitap da ayrı keyif.... Güle güle kullan yeni dolgularını!
Huzmedir o ya, başka adı varsa da bilmiyorum. Çayı eskiden ben de sevmezdim; şimdi seviyorum ama gittiğim cafelerde hep kahve içerim, cafede çay içmek adına hakaret gibi geliyor :) Nevaleyi götürüp içeceğini almak ne güzel bir şey, kalmadı artık böyle yerler.
SilDün güzel bir gündü gerçekten, bugünse yorgun.
Bu arada o kırmızı yapraklı ağacın adı Japon akçaağacı. Öperim...
ah ne güzel anlatmışsın. Ben Akhisardaki parkın çay bahçesine bayılırdım. Bardak içinde sütlü dondurma yerdim. ve tabii acele acele çünkü parkın oyuncakları beklemez. Ağaçlar altında çok keyifli bir parktı bütün ilçe yaz akşamları oradaki çay bahçelerinde otururdu. Yazlık sitelerin gazinoları gibi
YanıtlaSilAy evet bir de dondurmalar vardı di mi? Öyle özlüyorum ki o çay bahçelerini, doğal ve samimi ortamlardı...
SilBen de sevgili Ceren gibi çayı sevmem ama çay bahçelerini çok severim:) Daha doğrusu severdim. Yaz aylarında Gemlik'e, babaanneme gittiğimiz zamanları getirdiniz aklıma. Dediğiniz gibi, klasik anlamda çay bahçesi çok çok azaldı.
YanıtlaSilNeredeyse kalmadı bile, burada parkın birinde Kır Kahvesi adıyla çay bahçesine benzer bir yer var ama o kadar pasaklı ki insanın oturası gelmiyor...
Silen sevdiğim çay bahçelerinden ilki Turgutlu'daki Karpuz Kaldırandır sanırım. Bir de üniversite zamanlarımın cennet'i vardır tabii :)
YanıtlaSilbelki bir gün, sizinki kadar güzel olmasa da, bir çay bahçeleri yazısı yazarım ben de :)
Karpuz Kaldıran ismi ilginç geldi, Antalya'da Lara tarafında askeri kampın olduğu bölgenin adıdır Karpuz Kaldıran. Keşke yazsan o çay bahçeleri yazısını da keyifle okuyup nostalji yapsak...
SilÖğretmenler Gününüz Kutlu Olsun:)
YanıtlaSilÇok teşekkür ediyorum...
Sil