.

.
.

20 Ekim 2020 Salı

19 EKİM (TATİL TATİL 3)

Amasra, Amasra, biraz ara dendi ve ilk kez bir kurumun kampına gitmeye karar verildi. Verildi diyorum, bildiğiniz gibi bizim tatiller komünal oluyor. Bu işe en çok hanımlar sevindi, zira bu defa yemek pişirip, bulaşık yıkamadan tatil yapacaklardı. Babam Sağlık Bakanlığı'na bağlı bir kurumda yöneticiydi, bizi ve tatil eşlikçisi komşumuzu kampa yazdırdı, aynı kurumdan iki arkadaşı da bizimle aynı devreye başvurdular. İstikamet Çanakkale Sağlık Koleji oldu böylece. Kamp deyince kocaman bir tesis düşündünüz değil mi, yok efendim, Sağlık Bakanlığı'nın o yıllardaki kampları sahil şehirlerinde konuşlanmış sağlık kolejlerinin kampa çevrilmesiyle oluşuyordu. Zaten yatılı okul oldukları için ekstra bir sıkıntı yaratmıyordu, yatakhaneler yine yatakhane, yemekhane yine yemekhane, maalesef tuvaletler ortak. Banyo için de plajdaki duşları kullanınız lütfen 😃 Ha bir kere hamamı yaktırmaya muvaffak olunmuştu diye hatırlıyorum. Haliyle okul deniz kenarında olmadığından plaja okulun otobüsüyle gidiliyor ve yine onunla dönülüyordu. 

Kamp başlamadan bir gün önce otobüs terminalinde buluştuk yine cümbür cemaat, doluştuk otobüse ve bitmek bilmeyen bir yolculuk başladı. Aman Tanrım, biz gittikçe Çanakkale kaçtı, biz gittikçe Çanakkale kaçtı. Yaklaşık 12 saat süren bir yolculuk sonrası şehrin Otogarı'na vasıl olduk, öyle perişandık ki kalacağımız okula ulaşmak için hiç soruşturmadan otogarda bekleyen taksileri paylaştık. Ama o da ne? Binmemizle inmemiz bir oldu 😀Meğer otogar kolejin dibindeymiş, çakal sürücü de bu konuda tek laf etmedi haliyle. Sonrasında ne yaptık, nasıl pay edildik odalara, yatıp dinlendik mi, ne ettik pek hatırlamıyorum. Ertesi gün ilk işimiz yine bir şef seçmek oldu, bu defa babam değil, işyerinden arkadaşı, sempatik, komik, eğlenceli Doğan Amca uygun görüldü şefliğe ve o andan itibaren ona hitabımız katmerli olarak "Şef Şef Şef Amca" oldu. Çok neşeliydi Doğan amca, tombul vücudu ve şişe dibi gözlükleri ayrı bir neşe katıyordu görünüşüne. O gözlüklerin de ilginç bir öyküsü vardı. İlkokul çağına kadar doğup büyüdüğü kasabada farkına varmadan adeta kör gibi yaşamış Doğan amca. Sonra bu durum fark edilmiş ve bir akrabası alıp İstanbul'a götürmüş. Galata Köprüsü'nün üstündeki bir seyyar gözlükçüden bir gözlük almış buna. Doğan amcadan dinlemek lazımdı bu öyküyü aslında, "gözlüğü taktım ve dünya renklendi, meğer ben bulanık gölgeler görüyormuşum" derdi. Doğan Amca'yı bu tatilden 2 yıl sonra inanılmaz bir şekilde kaybettik. Kendi aracıyla memleketine giderken araba su kaynatmış, Yolun kenarına çekip radyatöre bakmak için inmiş. Yol bozuk ve park ettiği yerin yanında derin bir uçurum var. Kaputu kaldırıyor, radyatör kapağını açar açmaz yoğun ve kaynar bir buhar yüzüne fışkırıyor. Can havliyle kendini geriye atınca uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Haberi aldığımızda inanamamıştık, o düzenli, hayat dolu, kahkahası dinmeyen adamın bu şekilde ölümü olur şey değildi. Dilerim yattığı yerde huzurla uyuyordur. 

Şef seçimi tamamlanınca okulun otobüsüne doluştuk ve bizim için uygun görülen plaja doğru yola çıktık. Kamp çok kalabalık değildi, konuklara ilaveten okulun idarecileri, bazı öğretmenleri de bizimle birlikte plaja geliyorlardı. Orta yaşlı, sempatik görünümlü, efendiden bir şoförümüz vardı, okulun kadrolu sürücüsüydü sanırım. Orada kaldığımız 15 gün süresince bizi plaja taşımakla kalmadı, Şehitlikler'den Gelibolu'ya, Kilitbahir'den Conkbayırı'na, Truva'dan şehir merkezindeki gezilecek noktalara kadar götürmediği yer kalmadı sağ olsun. Sanırım Truva dönüşüydü, tam hatırlayamıyorum şimdi, gece vakti patlayıp tarlaya fırlayan lastiğe rağmen otobüsü soğukkanlılıkla idare edip durdurmayı başarmış, önemli bir kazayı önlemişti. 

Bize uygun görünen plaj Kepez Plajı'ydı. Kumsalın yukarısına doğru iki çadır kurulmuş, biri kadınlara, biri erkeklere soyunma kabini olarak işlev görmekteydi, yanısıra tuvalet ve duş vardı. Kaldığımız sürece her gün gittik plaja ama çok verimli olduğunu söyleyemeyeceğim, tıpkı Amasra gibi burada da deniz suyu serindi ve mıntıka hayli rüzgarlıydı. İki yaşındaki kardeşim hayatının ilk ve son alerjisiyle Çanakkale'de tanıştı ve hem kendine, hem bize zor zamanlar yaşattı. Kıpkırmızı kabarcıklar çıkarıyor ve sürekli kaşınıyordu. Hem Çanakkale'nin, hem de Çanakkale sonrası fuar için gittiğimiz İzmir'in hastaneleri ve çocuk doktorları da tatilimize dahil oldu ama bir çözüm bulunmadı. Sebebini bilemediğimiz ve Ankara'ya döner dönmez kaybolan bu alerji hala bizim ailede çözülmeyen bir bilmece olarak durur. 

Sürekli kaşınan bir çocukla her gün denize gitmeye devam ettik, kampın düzenlediği ve çok iyi gezdirilip bilgilendirildiğimiz turlara katıldık. Her tur dönüşü "Şoför amca yavaş, Kordon'u dolaş" tezahüratları yaptık, o da sağolsun kırmadı bizi. Ayrıca otobüse biner binmez ve şehre döner dönmez söylemeyi gelenekselleştirdiğimiz bir de türkümüz vardı: "Dane dane benleri var yüzünde". Çanakkale Kampı'na damga vurdu denebilir. 

Bunun dışında şehir turları yaptık, Çanakkale Türküsü'nden kulağımızda kalan Aynalı Çarşı'yı gezip hayal kırıklığına uğradık 😃 Tabii bu dediğim yıllar öncesi, şu fotoğrafı internetten buldum, bizim gördüğümüzle alakası yok. Çok tuhaftır Çanakkale tatilimizden tek bir fotoğrafımız yok, babam niyeyse meşhur Lubitel'ini yanına almamış, başka kimsede makine yoktu, fotoğraf çekildiyse de elimize geçmedi. 


Plajın üst tarafındaki sırtlarda Seyit Onbaşı'nın sırtında mermi ile bir heykeli vardı, internette arattım ama bulamadım. Muhtemelen yeri değiştirilmiş olabilir. Her yanına gidişimizde babam tarih bilgimizi pekiştiriyordu 😃 Zaten Çanakkale'ye gidip, tabyaları, şehitlikleri, anıtları gezdikçe tarihin içine girmemek, ürpermemek, etkilenmemek mümkün değil. 


Gündüzlerimiz plaj dışında şehirde gezmekle, eşe dosta Çanakkale işi seramik objeler almakla, çay bahçelerinde oturup muhabbet etmekle geçiyordu. Kimi zaman okulun mutfağında kendi aldığımız malzemelerle çay demleyip sohbet ediliyordu. Çay demleme işini her gün bir başkası üstleniyordu. Bir akşam da görev benimle Doğan amcanın kızkardeşine düştü. Bizim komünün hepsi çay tiryakisi ve oldukça demli içiyorlar. Biz de boca ettik koca paketin yarısını demliğin için, sonra da ikram ettik tavşan kanı çayları, müthiş övgü aldık. Lakin ertesi gün çay paketini görünce foyamız ortaya çıktı. Çay demleme metodumuz yıllarca unutulmadı, dillendirildi. 

Bir sabah babam nereden hatırladıysa Eceabat'taki eski iş arkadaşını hatırladı, Komşumuzu da alıp vapura atladık, telefon etmek, haber vermek falan yok, bulursak misafir olacağız, bulamazsak Eceabat'ta dolaşıp geleceğiz. Bulduk valla, pek de mutlu ettik. 

Pek konforlu olmasa da dolu dolu geçen bir kampı sona erdirip aynı ekip İzmir'e yollandık, yine Sağlık Koleji'nde ayrılan yerlerimize yerleştik ama kardeşimin alerjisi çocuğu o kadar zorlamaya başlamıştı ki, İzmir planını uzatmadan geri döndük. Daha Ankara'ya yaklaşırken de alerjiler köreldi, hava mı dokundu, deniz suyu mu hala meçhul...

Bir dahaki sefere daha da kalabalık bir Antalya var...

4 yorum:

  1. yüksekokulu Çanakkalede okudum 88-90 yıllarında aynalı çarşı beni de hayal kırıklığına uğratmıştı.

    YanıtlaSil
  2. Kamplar sahiden de bir başka oluyor, biz halen Kurum kamplarına takılmaya devam ediyoruz :) En güzeli de cümbür cemaat olmak bence <3

    YanıtlaSil
  3. Yılların muammasını çözebilir miyim acaba? Sahillerde "kum biti" denen bir şey olur, inanılmaz ısırır, yaşadım da biliyorum sonunda sinirden saymıştım tam 114 tane ısırık vardı vücudumda. Ah kardeşinde de o olmuştur büyük ihtimal..

    YanıtlaSil
  4. Biz de gençliğimizin en güzel yıllarında bir kaç kez teyzemlerle, onun sayesinde, Orman Bakanlığı Kamplarına gitmiştik. Güzel yerlerde kurulu ve kamp gibi kamplardı; başlıca özellikleri deniz, kum, güneş ve akşamları oynanan kağıt oyunlarıydı. Ailece birlikte olmak nedeniyle keyifli zaman geçirirdik. :)

    YanıtlaSil