Geçen yazımdaki minik evi kürkçü dükkanına dönerek terk etmiştik, geride çok güzel anılar bırakarak. 1957'deki büyük sel baskınında evi yıkılan anneannem sel felaketzedeleri için yapılan ve "Seylap Evleri" olarak anılan dört blokluk sitedeki evine yerleşmiş, hatta biz de iki yıla yakın onunla birlikte yaşamıştık. Bir yıllık aradan sonra aynı sitedeki bir başka bloğa kiracı olarak taşınıyorduk. C Blok 16 Numara. Bu eve ne zaman ve nasıl taşındık, hafızamdan tamamen silinmiş, muhtemel ki yine bir Eylül günü, okullar açılmadan olmuştur taşınma. Taşınmayı hatırlamıyorum ama evi görmeye gidişimiz gayet net aklımda. Ev sahibi Denizlili idi ve kirden kararmış duvarları, pislik içindeki zeminiyle evini öve öve bitiremiyordu. Hatta salonun tavanından sarkan kolları küf tutmuş, fanusları kırık yampiri avizeyi de evin demirbaşı olarak sözleşmeye ekletmeye çalışmıştı. Avizenin sadece tavana raptedilen oymalı pirinç tutamağı sağlamdı, babam taşınır taşınmaz avizenin bu kısmı dışındaki her yerini çöpe atmış, kendi avizemizi o tutamağa bağlamıştı. Şimdi başımı kaldırıp baktım da, bana selam verdi, o günden bu yana bizimle birlikte yaşamaya devam etmiş 😃 Biz evi gezerken birkaç komşu olaya dahil olmuş, bizden önceki kiracıların ne kadar pis ve mendebur olduklarını anlata anlata bitiremiyorlardı. Balkonlardan halı silkerlermiş, alttaki çamaşırların üstüne su dökerlermiş ve ne derece doğru bilemedim ama lazımlığa işeyip bahçeye serperlermiş, çünkü çok kalabalıklarmış, tuvalet sırası gelmezmiş. Maşallah daha taşınmadan her türlü magazinel bilgiyi almış, bol gıybet mevzuu çıkacağından emin olmuştuk 😃
Sonra taşındık; büyümemde, hayata bakışımda, insani ilişkiler geliştirmemde, dostluğu ve fedakarlığı tanımamda çok büyük katkıları olan bu Babil Kulesi benzeri, ülkenin her köşesinden çok karakterli, çok değişik yapıda insanların oturduğu kocaman binaya. Bir nevi komün hayatının içine girdiğimizin henüz farkında değildik. Sosyal konut mimarisiyle yapılmış 4 katlı, 24 daireli, her kattaki 6 dairenin kapısının aynı ortak balkona açıldığı, yüksek ve dar pencereli, ön taraftan Yenimahalle, arka taraftan Ankara panoramasına açılan manzarasıyla ferah ama küçücük daireler o zaman bize saray gibi geniş gelirdi. Üstelik bir çocuk için ideal bir konuma sahipti, binanın dört bir yanını çevreleyen kocaman bahçe, sitenin arkasında yer alan göz alabildiğine kırlık alan, önünden geçen ana cadde hem hayata karışmaya, hem hayattan kendini soyutlamaya müsaitti. Şahane bir çocukluk geçirdim orada.
Üçüncü katta, en baştaki kapı bizim evin kapısı idi, bu fotoğrafı yıllar sonra çektim tabii ki, bir süre sonra da yıkıldı apartman, sitedeki diğerleri gibi, yerlerinde devasa kazuletler yükseliyor. Ön cephedeki pencereler yukarıda ve dar diye yazmıştım, çünkü ortak balkona bakıyordu ve içerisi görülmesin diye özellikle öyle yapılmıştı, fotoğrafta gördüğünüz bazı geniş pencereler sonradan taktırıldı. İnsanlar dışarı bakmak için bir yerlere tırmanmak zorunda kalıyorlardı zira. Kapıdan antreye girilirdi, hemen girişte, sağ yanda, ortadan yarım bir duvarla ayrılmış ortak banyo, WC, biraz ileride solda da küçük bir mutfak vardı. Antreden bize o zamanlar çok geniş görünen ortalama bir oda büyüklüğündeki salona geçilirdi. Evler sobalı olduğu için ısıtma sorunu düşünülerek tüm eski Ankara evlerindeki gibi salona açılan iki oda daha vardı. Arka cephede küçük bir balkonumuz daha vardı, bu diğeri gibi kamuya açık olmasa da konserve kutusu gibi yanyana sıralandığı için yine de kendinizi çok özgür hissedemezdiniz:
Üçüncü katta, uydu antenlinin arkasında kalmış olan balkon müthiş panoramik bir Ankara manzarasına açılan bizim balkonumuzdu. Atatürk Orman Çiftliğin'nden Anıtkabir'e kadar tüm Ankara manzarası ayaklarımızın altında idi o zamanlar, Sonraları pek çok bina yapıldı ve yine açıklık olsa da o görünüm kapandı.
Bina biz çocuklar için Ali Baba'nın hazine mağarası gibiydi, oynayacak öyle çok açık alan, öyle çok kuytu köşe vardı ki yaz, kış farketmezdi kendimizi evden atmak için. Binanın dört bir yanını çevreleyen bahçe, hemen arka tarafta uzanan göz alabildiğine kırlık alan, sitenin bitimindeki arsa, balkonlar, merdiven sahanlıkları, balkon altları, bodrumdaki kömürlüğe inen merdivenler, kapı önleri, apartmanın merdivenli girişindeki beton alan, asla içinde bitki görmediğim geniş çiçeklik. Her mekanın ayrı oyunu vardı, bahçede yakantop, istop, kukalı saklambaç, çelik-çomak oynanır, kırlık alanda çift ip atlanır. Balkon altları kalabalık evcilikler ve bakkalcılık için uygundur, merdiven sahalıkları ise kauçuk toplarla "üçbuçuk" oynamak için. Bina önündeki betona ve balkonlara seksek çizgisi çizilir, kömürlüğü inen merdivende konser verilir. Girişteki çiçekliğin kenarı oturup dedikodu yapmak ve etrafı gözlemek için uygundur. Kapı önlerinde fısıltılı sohbetler yapılır ya da anneler zapturapt altına alınmamızı istiyorsa elimize tutuşturdukları nakışlar işlenir ekşimiş suratlarla. Biraz büyüdüğümüzde yaz geceleri birimizin kapısının önünde toplanıp Ankara İl Radyosu istekleri dinlenir: Tom Jones'dan "Delilah", Engelbert Humperdinck'en "A Man Without Love", Mary Hopkin'den "Those Were The Days" Simon and Garfunkel'den "El Condor Pasa", İngilizcemizin yettiğince uydurduğumuz sözlerle şarkıya eşlik edilip iç geçirilir. Ergenlik zor zanaat 😃
Taşınalı birkaç gün olmuştu, henüz okullar açılmamıştı, eve alışmaya çalışıyordum ki kapı çaldı, açtım. Apartmanda ilk tanıyacağım yüz belirdi karşımda; yuvarlak, akça parça bir surat, iki küçük kara göz, gülümseyen bir ağız, başta sakız beyazı bir tülbent. Elindeki tabağı uzattı: "Al kızım" dedi, "ekmek yaptım, yersiniz". Tabakta baklava biçimi kesilmiş üç parça mayalı ekmek vardı ve feci kötü kokuyordu. "Asker Anası verdi dersin annene" dedi ve gitti. Tabağı elimden mutfağa fırlatıp içeri gittim. Mayalı şeylerin kokusunu hiçbir zaman sevmedim ama herkes bayılıyordu o ekmeklere, ben asla yiyemedim. Böylece apartmanda ilk "Asker Anası"nı yani canım Müyesser Teyze'yi tanımış oldum. Oğlu askerde olduğu ve kendisi de ikisi ölen kızının, ikisi askerdeki oğlunun olmak üzere dört torunu ve geliniyle yaşamı sürdürmeye çalıştığı için kendine o adı takmıştı ve neredeyse tüm mahallede öyle tanınırdı. Yer yer huysuzluk yapsa da tanıdığım en fedakar, en sevecen kadınlardan biriydi. Mayalı ekmeklerine burun kıvırdım belki ama elinden bir daha asla o kadar lezzetlisini tatmadığım ne turşular yedim. Sonra adeta aile olduk Müyesser teyze ve aile efradıyla. Her anımız birlikte geçti, tatillere birlikte gittik, yemekler yedik, piknikler yaptık, birbirimize çocuklarımızı emanet ettik, dar günümüzü de, geniş zamanlarımızı da paylaştık, annemin can dostu oldu Şefika abla, annem çocuklarına hala. Bir ömre sığacak yoğunlukta bir dostluktu aramızda gelişen.
Apartman öyle büyük, öyle çok insan barındırıyordu ki, her biri ayrı bir dünya idi. Benim payıma birçok arkadaş ve köşe dairede oturan sarışın, mavi gözlü, güzeller güzeli bir bebek düştü. İstanbullu Faruk abi, Hava Kuvvetleri Bandosu'nun şefi ve bir Hollywood aktörü kadar yakışıklı idi, karısı esmer güzeli Jale abla ve 1,5 yaşındaki bebekleri ile Ankara'ya alışmaya çalışıyorlarda. Ben bebeği sahiplendim, hayatım boyunca oğlum, torunum ve yiğenim dışında hiçbir küçük çocuğu onun kadar sevmedim, ismi oğlumda yadigardır. Müthiş zeki ve esprili bir adamdı Faruk abi, bir o kadar da geçim zorluğu çeken. Yeni evliydi, borcu harcı, masrafı çoktu. Bir gün o güzel bebek hastalanmış, iştahı kesilmiş, bir şey yemez olmuş. Babama ağlayarak anlatırken kulak misafiri olmuştum: "Borç buldum abi, muz aldım, belki yer diye. Soydum, uzattım, korktu çocuk muzdan, ağlamaya başladı". Bu anekdot benim için dünyanın en hüzünlü kısa öykülerinden biridir. Aslında hiçbirimiz muz yiyerek büyümedik, çocukluğumda çok kıymetliydi, pahalıydı, öyle zırt vırt alınacak bir şey değildi, yılbaşlarında ve aybaşlarında girerdi eve, şimdilerde muzun yüzüne bakan yok ama o zamanın muzları daha lezzetli, insanları daha tokgözlüydü.
Cümbüşçü Amca bitişik komşumuzdu, iri yarı, gümbür gümbür sesli bir adamdı karısı minnacık Bedriye Teyze'nin tersine. Akşam gezmelerinde cümbüş çalardı bizlere, yaz tatillerinde gelen ve bana arkadaşlık eden kalabalık bir kız torun popülasyonuna sahipti. En büyük özelliği bizim eve yeni bir şey alındığında ertesi gün onların eve de alınmasıydı. Buzdolaplarının evlere yeni yeni girdiği yıllardı, bizim aileye de anneannemin kapağını açıp açıp "aman da ne güzelmiş pembiş pembiş" diye sevdiği küçük boy bir Arçelik katıldı. Lakin mutfağımız o kadar küçüktü ki dolabı yatak odasına koymak zorunda kaldık, hemen hemen hiç kimsenin evinde mutfağa sığmıyordu zaten, sadece köşe dairelerin antresinde bir girinti vardı, böylece onlar salonlarında buzdolabı ağırlamaktan kılpayı kurtarıyorlardı. Bizimki de yatak odasında sıkılınca daha aydınlık ve havadar olan salona geçmek istemişti, isteğini kırmamıştık. Dolabı alıp eve yerleştirdiğimizin ertesi günü Cümbüşçü amca da gidip bir buzdolabı aldı, hem onunki daha büyük boydu. Dolabı fişe takıp çalıştırır çalıştırmaz da bize koşturdu, yaz günüydü ve o apartmanın adetiydi, sokak kapıları hep açık durur, kendi evimize girer gibi girer çıkardık konu komşunun evine. Eve daldı Cümbüşçü amca, eve dalmakla kalmadı selamsız sabahsız yatak odasına da daldı. Elini kapağa atmadan önce bize döndü, "Biliyor musunuz?" dedi "İiyi buzdolabı kar yaparmış, bizimki yapıyor". Biz yatak odasının kapısında buzdolabı uzmanını dinleyen cahil periler şaşkın gözlerle olayın devamını beklemekteydik. Amca bir hışım önce buzdolabının kapağını, sonra buzluğun kapağını açtı ve fısss! O hava birden söndü: "Sizinki de yapıyormuş" 😃
Bununla bitmeyecekti tabii ki, babam pazardan plastik bir sürahi aldı, hatırlayanlar olacaktır, hani renkli kapaklı ve ibiğinin üstünde bir delik olan, suyu bardağa koyarken de "cik cik" diye kuş sesi çıkaran. Bizimki gerçek bir kuş gibi ötüyordu çok ilginçtir. Cümbüşcü amca her gelişinde su istiyor ve sürahimize olan takdir duygularını iletiyordu. Sonunda pazardan bir tane de kendisi aldı, lakin onun sürahisinin kuşu bizimkinden daha iyi ötmeliydi haliyle, ibiğin önündeki deliğin tam karşısına ikinci bir delik delmiş ki bizimki "cikcik" derken "civircik civircik" desin. Gelgelelim bu defa da fısss! ah Cümbüşcü amcam her şeye rağmen ne tatlı adamdın sen, tüm gidenler gibi sen de huzurla uyu.
Nedimanım teyze vardı mesela, alt katımızda oğlu ve geliniyle otururdu, üç kız torunu en iyi oyun arkadaşlarımdılar. Bir gece felç geçirmiş, uzun süre yatalak kalmış, sonra koltuk değneğiyle ağır ağır yürümeye başlamıştı. Oğlu çalıştığı kahvehanede kavgaya karışıp birisinin ölümüne neden olunca hapse girdi. Nedimanım teyze de oğlunun acısını gelinine eziyet ederek çıkarmaya başladı. Beyaz tenli, sakin, sessiz, madalyon üstlerine resmedilen eski zaman kadınlarına benzeyen bir kadındı üç arkadaşımın annesi. Onlar evde olmadığı zaman beni mahpustaki oğluna mektup yazmaya çağırırdı Nedimanım. Daha oğlunun hatırını sormadan o sessiz kadından şikayete başlardı. Hiçbirini yazmaz, kafamdan havadan sudan bir şeyler uydururdum. Nasıl bir kötü yürektir ki hem evdeki kadına iftira atıp hem zaten hapiste yeterince mutsuz olan adamın canını sıkacaksın. Zaten kadını o kadar bezdirdi ki bir süre sonra üç kızını toplayıp babasının evine döndü, haketmişti bunu cadı Nedimanım.
Düğünler, nişanlar, sünnetler, piknikler, Hıdrellez eğlenceleri, bayramlar, yılbaşları, kutlamalar, anmalar, cenazeler geldi geçti o binadan, hepsi elbirliğiyle, gönül birliğiyle yapıldı. Kapılar yazın hiç kapanmadı, kışın anahtarlar üstünde bırakıldı ki isteyen gelsin girsin. Bir evde pişenin diğer evde tadına bakıldı, saçlar ortak boyandı, kaşlar ortak alındı, giysiler birlikte dikildi, çocuklar adeta ortaklaşa büyüdü. Bir yazıyla bitecek bir serüven değildi orası, bir roman çıkar her şeyi yazsam. Liseyi bitirdiğim yıl ağlayarak ayrıldık o siteden, annemin gözyaşları günlerce dinmedi. Anneannem bir diğer blokta oturduğundan bağlantımız kopmamıştı, sık sık giderdik, ölümünden sonra seyrelttik, zaten komşuların çoğu da başka yerlere savrulmuşlardı. En son 2015'de gittiğimde ilkgençliğimin en güzel zamanlarını geçirdiğim sitenin hali şuydu:
Bir daha da gitmedim oraya. Mezar ziyaretleri için arabayla önünden geçerken yerine yapılan kazuletleri görmemek için başımı çeviriyorum. Benim hatırladıklarım her daim kalbimde...
Senin yazılarını ben okumuyorum, yaşıyorum resmen. <3
YanıtlaSilCanımsın :)
SilÜçbuçuk!!!!! En sevdiğim oyunlardan biriydi. Çalışma masamın altındaki dolapta hâlâ bir lastik top var. Bazen çıkarıp biir ikiii üüüç buçuk diye sayıp deniyorum. Heyhat! Eskisi gibi canlı değilim:)
YanıtlaSilOff, o bacağı kaldırıp topun üstünden geçirebileceğimden fena halde şüpheliyim :)
SilNe hayatlar sığdırılıyor o evlere...
YanıtlaSilKmbilir bilmediğimiz ne hayatlar var daha...
Silçok güzel bir yazı idi
YanıtlaSilSağolun, sevgiler...
SilÇok duygulandım :(
YanıtlaSilOyy, severim seni .)
SilNurşen' ciğim nerelere gittim geldim. Çocukluğumu yaşadım sağol varol canım benim.
YanıtlaSilTeşekkürler ama keşke adını yazsaydın, merak ettim şimdi kim olduğunu :)
SilErsin ve Nesrin kaç yaşındaydı o zaman ? Yıl ne zaman ? Zehra teyze oradamıy dı?
YanıtlaSilNesrin yeni doğmuştu, Ersin 3-4 yaşındaydı biz taşındığımızda. 63 olsa gerek. Zehra teyze orada olmaz mı, canım Zehra teyze. Ama ben sizi bilemedim?
Sil