Sonbahar ekinoksunun gerçekleştiği bu Eylül gününde yıllar önce başka bir Eylül günü taşındığımız evimizi anlatayım istedim. "Günler kısaldı, Kanlıca'nın ihtiyarları/Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları" demiş ya Yahya Kemal, umarım bize de önümüzdeki sene Çankaya'nın ihtiyarları olarak "Ya geçen sonbaharı ne biçim geçirmiştik, virüs canımıza okumuştu" diyerek hatırlamak kısmet olur. Başkentimizde durum pek vahim zira, Leylakınız kendini eve kapatsa da endişesi bitmiyor. Her neyse, biz gelelim konumuza.
Anneannem inşaatı bitip ölene kadar oturacağı kendi evine taşındığında biz de onunla birlikte yerleşmiştik yeni binaya, bir nevi ön hazırlık olmuştu birkaç yıl içinde aynı sitede kiracı olarak 10 senemizi geçireceğimiz daire için. Anneannem ve iki dayımla (dayı sayısı ikiye çıkmıştı, zira İzmir'de Hava Harp Okulu'nda okuyan dayı da okulunu bitirmiş, teğmen rütbesiyle aramıza katılmıştı) 1,5 yıl kadar yaşadıktan sonra artık çekirdek aile haline dönüş yapmaya karar vermiş ve yine Yenimahalle'de, anneanneme yakın bir sokakta küçük bir ev kiralamıştık, bir yıl oturduğumuz bu evde geçen günleri anılarımın en nadide köşesinde saklarım.
Eylül başıydı, çok da fazla olmayan eşyamız dayımın ayarladığı askeri bir kamyona yüklenmiş ve taşınacağımız apartmanın önüne yanaşmıştı. Bir yandan anneannemin elime tutuşturduğu elmayı yiyor, bir yandan eşyaların taşınmasını izliyordum ki önüme pat diye biri atladı, "Betonumuzu çatlattınız salak!" diye bağırdı. Karşımda gözlerinden ateş fışkıran bir ergen duruyordu, korktum, sindim. Cevap alamayınca daha da sinirlendi, ağzını tavşan gibi oynatarak elma yiyişimi taklit etti. Olay mahallini anında terk edip annemin eteğine sığındım, gözlerimi de kamyonun ağırlığına dayanamayan şaplı betondaki ince çatlağa diktim, biraz da suçlandım. Ergenin adı Tayyar'dı, aynı apartmanın ikinci katında ailesiyle oturuyorlardı, bir süre sonra pek anlaşıp ahbap olacaktık. Hatta yıllar sonra bindiğimiz taksinin sürücüsü olarak karşımıza çıkacak ve tüm ısrarlarımıza rağmen para almayı reddedecekti ama o gün gözümü fena korkutmuştu.
Ben çatlağın bir fay hattına dönüşüp dönüşmeyeceğini inceleyedurayım eşyaların taşınması sona erdi, zaten kayda değer bir şey yoktu. Ev zemin kattaydı ve sokak kapısı bahçeye açılıyordu ki bu benim için şahane bir şeydi, varsın minnacık olsun, sonunda biz bizeydik ya. Aslında daire zemin kattaki çok büyük tek daireden bölünerek kiraya verilmişti, duvarın birinde daima kilitli duran ve bizi ev sahibemiz Kayserili Gül Hanım'dan ayıran bir kapı vardı. Gül Hanım... Bunca yıl geçti, ne yüzünü, ne halini tavrını, ne de ondan duyduğum çekinmeyi unuttum. Sanırım apartmanın tamamı onlarındı, kocası bakkal dükkanı işletirdi ama orada oturduğumuz bir yıl boyunca adamın yüzünü belki de hiç görmedim. Gül Hanım apartmanın tek hakimiydi. Kavruk denecek kadar esmer, zayıf ve sinirli bir yapıya sahip, hep yüksek sesle, dobra dobra konuşan bir kadındı. Annemle çabuk anlaştılar, benle asla ama beni çeken şey biri yaşıtım, diğeri iki yaş büyüğüm kızlarıydı. Bir yıl boyunca şahane arkadaşlık geliştirdik.
Yeni evimize o zamanlar bana cangıl gibi gelen minicik bir bahçeden giriliyordu, arka cephe bize aitti yani. Birkaç ağaç, meyve vermeyen bir asma, sağda solda otlar, hüdainabit birkaç çiçek bahçemizin florasını oluşturuyordu. Ve harika bir oyun alanıydı. Aşağıdaki fotoğrafları 43 yıl aradan sonra ziyaret ettiğimde çekmiştim, şaşılası bir şey, apartman yerli yerindeydi, bahçe biraz kendinden geçmişti, gerçi kıştı, o sebepten olabilir.
Apartman bu, biz otururken öndeki o parmaklıklı, kocaman demir kapı yoktu. Çatlattığımız şaplı beton zeminden geçip küçük bir kapıdan bahçeye girerdik.
Evin girişi; pazar günleri sıcak havalarda annem kahvaltıyı bahçeye hazırlardı. Sokak kapısını açık bırakırdık, içerden radyo sesi gelirdi ve o saatte hep Zehra Eren'in buğulu, erkeksi sesinden tangolar yükselirdi: "Ey deniz gözlü kadın/Aşk mıdır senin adın?". Keza yaz akşamları akşam yemekleri yine bahçede yenirdi. Hiç unutamadığım bir anım vardır bu yaz akşamı yemekleriyle ilgili. Fotoğrafta gördüğünüz camlı giriş kapısına annem ağ ipinden kendi ördüğü, delikli, gül motifli, tığ işi bir perde asmıştı (o perdeler uzun süre benim mutfağımı da güzelleştirdi). Limonata gibi bir yaz akşamıydı, sinek girmesin diye evin ışığı söndürülmüş, asma çardağına asılı ampulün ışığında yemek yenmiş, babam kahvesini beklerken ben de içeri geçmiştim. Tekrar bahçeye çıkmak için kapıya geldiğimde zınk diye durdum. Babama bir şeyler olmuştu, bıraktığımda oturduğu koltukta küçük, parlak karelere ayrılmış vaziyette kıpırtısızdı. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım: "Babama ne oldu, babama ne oldu?" Annem yıkadığı bulaşıkları bırakıp sabunlu elleriyle koşana kadar babam çığlığıma koltuktan doğruldu. Aman tanrım, bu defa o minik parlak kareler babamın üstünden akıyor, babam adeta eriyordu. Daha çok bağırıp ağlamaya başladım: "Babam karelere ayrılmış". Ben ağlarken annemle babam kahkahalarla gülüyorlardı. Meğer içeriden gelen ışık delikli perdeye vurunca gölgesi babamın üstüne düşmüş ve adamcağıza uzaylı gibi bir görüntü vermişti. Olay izah edildi ama benim gözyaşları bir süre daha kurumadı 😃
Bahçemiz, o zamanlar eşya yığınları yoktu tabii ve ağaçları hep yemyeşil hatırlıyorum. Elbette ki kış mevsimi geçirdiğimize göre bu halini de görmüşüzdür.
Fotoğraftaki dış kapıdan küçük bir antreye girilirdi, sol tarafa mutfak vazifesi gören bir tezgah ve bir lavabo eklenmişti. Annem oraya perde asıp antreden ayırmış, tezgahın üstüne pirinç gövdesi pırıl pırıl parlayan, yanması için pofidi pofidi pompalanması gereken bir gaz ocağı yerleştirmiş, duvara da tabak-çanak için bir raf asmıştı. Henüz tüpgaz zamanı gelmemişti. Antreden sofaya geçiliyor, sofanın iki yanında da sağlı-sollu iki oda bulunuyordu. Sofa sürekli kullandığımız mekandı, bir somya, bir masa, birkaç sandalye ve annemlerin evlendiklerinde borç harç aldıkları, üzerlerinde boyutlarına uygun bordo halılarıyla katlanır dört tahta koltuk. Aslında evliliklerinin ilk yılında bunlar da yokmuş ama ben doğduktan sonra biraz ayaklanıp da ortalıkta dolaşmaya başlayıp yer sofrasına koydukları tencerelerin, tabakların içine büyük bir zevkle girince bir masa ve o dört tahta koltuğu almak zorunda kalmışlar. İnanır mısınız, o tahta koltuklardan biri hala benim evimde, boyaları yenilenmiş olarak durur, az kahrımızı çekmemiştir. Orada geçirdiğimiz kış mevsiminde kabakulak olmuştum, iyileşene kadar ağrıyan boğazımla sofadaki somyada yatmış, babamın getirdiği hikaye kitaplarıyla avunmuştum: "Zevzek Guguklu Saat", "Deve Yavrusu Çinçan", "Tekir ile Mekir" 😀Bazen de babam bir süre devam ettiği Hukuk Fakültesi'nin sınavlarına hazırlanır, Roma Hukuku kitabının sayfalarını yüksek sesle okur, ben de dinlerdim. "Corpus, Iuris, Civilis külliyatını neredeyse 7 yaşında hatmediyordum 😀
İki yandaki odalardan biri yatak odası, diğeri de yerdeki bej rengi, pembe göbekli Isparta halısı ve babamın iki arkadaşıyla bir heves açıp birkaç aya kalmadan kapattığı sağlık kabininden payına düşen üç formika sehpa ile neredeyse boş misafir odasıydı. Eşyamız az, ev minicik olsa da sanırım sadece ben değil, annem ve babam da hayatlarının en güzel bir yılını o evde geçirdiler. İlk kez çekirdek aile olarak başbaşa kalabilmiştik. Ve kısa süre sonra ilkokula başlamıştım, Allahım okul ne kadar güzel bir yerdi. Sanırım şapşallığım o zamandan kalma, yahu okulun neresini güzel bulur daha ilk günden bir çocuk 😃Geniş bir ana cadde ve bir sokak geçiyor olsak da okul eve yakın sayılırdı. İlk gün annemin diktiği pileli siyah önlüğüm, boynumu kesen kolalı pikeden bebe yakam, kafamdan büyük kurdelem ve kutu şeklindeki kahverengi çantamla annem götürmüştü okula.
Fotoğrafta kurdelem eksik ama tip bu 😃 Kahkülüm de yokmuş hayret, ya da derste gözüme girmesin diye annem toplamış 👩
O zaman buyurun, aile boyu kurdelelerim ve tek küpemle onlaynım 😀
O ilk gün bahçe kapısından girmiştik ki yanında porselen kutu bebeği kılıklı, bukleli sarı saçlı, elma yanaklı, tombik kızıyla bir kadın bağırarak annemin yanına koştu. Kutu bebeğiyle aynı sınıftaymışız meğer, kadın da babamın arkadaşının karısıymış. Bizi birbirimize emanet ettiler ve annemle kadın sohbete giriştiler. Emanetimin adı Beyza idi, beslenme saatlerinde annesi sınıfa gelir, plastik bir termosta meyve suyu ve pasta getirip kızını beslerdi. Ahbap kontenjanından olduğu için hiç hoşlanmadığım halde Beyza sıra arkadaşım olmuştu. Allahtan hafta dolmadan Beyza ortak sıramıza işedi ve sanırım utandığı için başka bir sınıfa kaydını aldırdı, ben de kurtulmuş oldum. Ama daha okulun ilk günündeyiz ve beş ders yapıp paydos ettiğimizde annem Beyza'nın annesi tarafından esir alınmış olarak bahçede ağaç olmuştu. Kısacası o idrar olayı annemi de kurtardı bir yerde. Ben zaten bir hafta sonra okula kendim gidip gelmeye başlamıştım.
Okula iyice alışmıştım, bir gün eve geldiğimde annemi bulamadım, Gül hanım pazara gittiğini söyledi. Kapının önündeki beton zemine bir seksek çizgisi çizip oynamaya başlamıştım ki annem yanında tornetçi bir çocukla çıkıp geldi. Torneti bilmeyen vardır belki, o yıllarda portakal sandıklarının altına, dört bir yana rulman tekerlekler takılıp bir de sap ilave edilerek basit taşıma araçları yapardı gençler ve çocuklar, çoğunlukla pazardan ufak bir para karşılığı öteberi taşımak amaçlı kullanırlardı. Bizim tornette dört tane koltuk vardı, kıpkırmızı ve kol dayama yerleri siyah ahşap, 60'lı yılların modasına uygun. Annem sebze-meyve için gittiği pazarda bu ikinci el koltukları görmüş ve mutfak masrafından arttırdığı paralarla (ki biz onlara vallah billah kesesi derdik 😃) satın alıvermiş. Koltukları içeri taşırken annemin yüzünden taşan mutluluğu şu yaşımda bile hatırlarım. Hani "etekleri zil çalmak" diye bir sevinç deyimi vardır ya, o gün bu söz annemde cisimleşmişti. Yıllar içinde çeşit çeşit koltuklarımız oldu ama hiçbiri annemi o çok az kullandığımız ikinci el kırmızı koltuklar kadar sevindiremedi. Artık misafir odamızda sadece sehpalar ve halı değil, dört adet de koltuğumuz vardı, sanırım üç kere falan oturmuşuzdur (!)
Okulda sabahçıydım, öğleden sonraları çoğunlukla annem ve anneannemle birlikte "Vıdıvıdıların Türkan", "Kümsarın Pakize", "Mobilyacıların Menşure", "Pamuğun Sayime", "Baba Teberiği Tayyibe" gibi lakaplarına bir anlam veremediğim, tuhaf isimli Niğdeli ahbaplara kabul günlerine giderdim, daha doğrusu zorla götürülürdüm. Annem süslenir, kendi diktiği, mevsimine göre kaşmir ya da emprime, bele oturan, bol etekli elbiselerini ve sivri burunlu, topuklu pabuçlarını giyer, boynuna renkli boncuklarını takar yola koyulurdu. Öncesinde bir de benim giydirilme olayım vardı ki bir seferinde benim açımdan bir felaketle sonuçlanmıştı (ve Gül Hanım burada sahneye girer). Annem bana çok özenerek, çok şık elbiseler dikerdi ama bu benim onları her zaman severek giyeceğim anlamına gelmezdi. Siyah-beyaz pötikare bir kumaştan çok emek verdiği bir kıyafetim vardı. Belden kesik, iki yanda iki pli, plilerin içine kırmızı kumaş geçirilmiş ve üstüne çiçekler işlenmiş. Karpuz kollu, bebe yakalı, altta kırmızı, üstte pötikare kumaştan iki yaka, belinde kırmızı-siyah kurdeleden kuşak. Şimdi hakkını teslim ediyorum, gerçekten zor bir model. Gün için gideceğimiz evin yaşları bana yakın iki kızı var ve annem sanırım beni şık giydirerek biraz da gösteriş yapmak istiyor. Pötikare elbiseyi alıp geldi ve giy dedi. Bu arada Gül Hanım bilmem ne için bize uğramış, kırmızı koltuklarımızda oturuyor. Annem bir yandan Gül Hanım'la sohbette, bir yandan benimle uğraşıyor. Önlüğümü çıkarmış çamaşırlarımla bekliyorum, annem elbiseyi giymemi istiyor ama ben o gün o elbiseyi giymek istemiyorum. Giyerdin, giymezdin annemle didişmeye başladık. Orta sehpasının etrafında "Giymicem, giymicem" diye dört dönüyorum. Aslında annemle aramızda bir nevi oyun bu, bir süre sonra yenilecek ve giyeceğim. Birdenbire sırtıma inen bir darbeyle irkildim, o da ne? Gül hanım ayağından terliği çıkarmış, "çabuk giy, kadını üzme" diye ardı ardına indiriyor terliği orama burama. Annemse ne yapacağını şaşırmış, ev sahibine itiraz edemediğinden mi, yoksa için için "Oh olsun, benim yapamadığımı yaptı" diye düşündüğünden mi donmuş, müdahale bile etmeden bakıyor. Valla sıkı bir dayak yedim Gül Hanım'dan, afiyet olmadıysa da annemden yemediğim anne terliğini ev sahibinin elinden bir güzel hazmettim. Kadından zaten hoşlanmıyordum, o günden sonra nefret ettim. Yukarıdaki fotoğrafları çektiğim gün, bir kez daha yazayım 43 yıl sonra, ben elimde fotoğraf makinesi apartmana bakarken camlardan biri açıldı ve bir kafa sarktı dışarıya. "Neye bakmıştın kızım?" dedi, ossaat tanıdım ilk terliğimi elinden yediğim Gül Hanım'ı, daha beter zayıflamış, kararmış, yaşlansa da çevik. Kim olduğumu söyleyince hatırladı, patır patır indi merdivenlerden yanıma geldi. "Ben seni Maliye'den falan geldin sandım, korktum" dedi. İçimden "Sen bir şeyden korkar mıydın Gül Hanım?" dedim. Sonra artık evlenip 2. kata yerleşmiş kızına seslendi, Aysel'e, o bahçede saatlerce oynadığımız, okul yolunu birlikte yürüdüğümüz yaşıtım Aysel'e. Aysel de çıkıp geldi yanımıza, ablası, Ayşe maalesef çok genç yaşta ölmüş. Onu andık, sonra Gül Hanım'a döndüm, "Beni terlikle dövdüğünü hatırlıyor musun Gül Hanım?" dedim. Daha annesi ağzını açmadan Aysel atıldı: "Annem kimleri dövmedi ki?". Bahçeyi gezdim, evin kapısını çaldım ama açan olmadı. Hüzünle karışık bir mutluluk yayıldı içime evin hala duruyor olmasından dolayı. Sonra Gül Hanım'la, Aysel'le, 69/A kapı numaralı minik evimizle vedalaştım. Hala o küçük mutfak tezgahında, gazocağını yakmaya çalışıyormuş gibi hayallediğim anneme, öbür tarafa doğru bir selam yolladım...
Ya nasıl güldüm, nasıl ağladım, nasıl duygular yaşadım. Babaannemin evi geldi gözümün önüne. Sen hep yaz
YanıtlaSilSağol Banucum, bu ara beni sadece yazmak rahatlatıyor, o yüzden daha çoook anımı okursunuz :)
SilÇok güzel anlatıyorsunuz.
YanıtlaSilTeşekkür ederim, sevgiler...
SilAh hayatımızdan geçip giden o eski evler. Hepsinin tadı kokusu ayrı ayrı hep aklımda.
YanıtlaSilDeğil mi canım, bunca yıl geçmiş hala dün gibi hatırlıyoruz...
SilEvlerimi düşündüm. En çok da Bilecik'te ki minicik kerpiç evimi. Hüzün geldi, yüreğime oturdu.
YanıtlaSilHüzün ki en çok yakışandır bize...
Sildiyeyim, hele de bu aralar
Çok güzeldi, teşekkürler
YanıtlaSilNe demek Judy'm, iste roman yazayım :)
SilAy bu Gül hanımlar. Tayyar'lar. Nasıl ete kemiğe bürünüp odama doluşuyor!
YanıtlaSil"Gül hanım, Gül hanım, gül dibine gel hanım.." :)
Ay bu Gül hanım evinde otursun, ismi kendine yakışmayan insan :)
SilDaha çok insan yollarım bu gidişle odana, zira yazmak bu aralar terapi gibi bana...
Çok güzel, yüreğinize sağlık...
YanıtlaSilÇok teşekkürler...
SilAh her ev hikayesi ayrı bir güzel. Diğer evleriniz için yazacaklarınızı da merakla bekliyorum.
YanıtlaSilÇocukluk anılarınızı okurken ben de kendi çocukluğuma küçük bir yolculuk yaptım ve çok keyif aldım. Teşekkür ederim :) okurken arada hüzünlensem de seviyorum böyle geçmişe yolculuk yapan yazıları.
YanıtlaSil