Bu serinin son yazısı olacak bu post. Pandemi nedeniyle eve kapandığımız şu günlerde (Sizi bilmem ama ben üç haftadır bir kez arabayla çocuklara gidip geldim o kadar, dışarıyla yegane bağlantım balkonun görüş açısıyla sınırlı) dış alemle ilgili yazmak çok zor, ister istemez insan geçmişe odaklanıyor ve hafızanın neleri kayda aldığına şaşıp kalıyor. Ben kendi nostaljimi yapıp anılarımı tazeler, kalanlara gidenlere bir selam yollarken umarım sizi sıkmamışımdır. Bugün artık Antalya'ya gidiyor ve oradaki ilk evimin kulaklarını çınlatıyoruz (Evlerin kulağı var mıdır sizce? Bence evler safi kulaktır ama konuşmazlar).
Tam Denizli'ye, eve alıştık, iyi dostlar edindik, Denizlice'yi söktük hatta doktora bile yaptık derken pat diye tayinimiz çıktı Antalya'ya, gerçi kendimiz istemiştik sürpriz olmadı ama ayrılırken burulmadım desem yalan olur. Öncesinde gerek bizzat giderek, gerek eş dost aracılığıyla yaptığımız ev aramaları sonuçsuz kaldı. Ev bulma konusunda çok ters giden bir şansımız var, bulamıyoruz, bulduğumuzu da beğenmiyoruz, bu hep böyle oldu. Elimize geçene razı olmak zorunda kalıyoruz. O yıllarda emlakçılık bu kadar gelişmemişti ve bu kadar yoğun inşaat yapılmadığı için kiralık evler sınırlı idi ya da bütçemize uymuyordu. Hasılı ev bulamadan yükledik kamyonu Denizli'den, zira göreve başlamamız gerekiyordu. Göç yolda düzelir dedik, bir daha bakalım, elbet buluruz.
Antalya'ya ulaştığımızda oldukça geç bir vakitti, yağmur yağıyordu, kamyonu kapıya parkettik, ev bulana kadar üç-beş gün kalırız diyerek eşimin ailesinin evine yerleştik. O ev iki ay bulunmadı, kaldığımız ev çok küçüktü, ben bebek bekliyordum, çok sıkıntılı bir süreçti. Eşyalar yan tarafta kayınbiraderime ait depoya yığıldı, gece yağan yağmurda kamyonun tentesindeki delikten sızan su en üstte duran yatağımızın ortasına, elden çıkarana kadar o günün nişanesi olarak gördüğümüz, kocaman, kahverengi ve bir türlü yok edemediğimiz bir iz bırakmıştı.
Günlerce ev aradık, abartıyorum sanırsınız belki ama bir çift ayakkabımın altını deldim ev ararken. Bütün evler bize sırtını dönmüş, muhatap olmak istemez gibiydiler. Okula başlamıştık bir yandan ki okul evlere şenlikti. 12 Eylül darbesinin birkaç ay öncesiydi, öğrencilerde tam bir kargaşa hakimdi. Dersler ya yapılmıyor ya alelusul yapılıyor, benim Denizli'de 1. dönemin ortasında tamamladığım konulara henüz gelinmemiş oluyor, idare başını kuma gömmüş çıkarmıyor, bir gün ders yapılıyorsa beş gün boykot yapılıyor, hasılı tam bir kaos ortamına düşmüştük. Denizli'deki o düzenli okulu, zaman zaman disiplininden bezdiğimiz idareyi mumla arıyorduk. Sabrımın sınırlarını zorlamaktaydım ki bir gün eşimin akrabalarından bir hanım heyecanla kapıdan içeri girdi, "Ev buldum size" dedi. Kadına sarılıp öpmekle, zil takıp oynamak arasında kararsız kaldım, ikisini de yapamadım, birinciye kadınla fazla samimiyetim olmaması, ikinciye fiziki durumum engeldi. Hemen kalkıp ev sahibiyle görüşmeye gittik, bulunduğumuz yere çok yakındı. Emekli bir ilkokul öğretmenine ait yeni yapılmış bir apartmanın birinci kat arka cephesiydi söz konusu ev, kaldı ki ben bodruma bile razı olacak duruma gelmiştim. Evi gezdik, ev sahibi kendisi oturmayacağı, kiraya vermek amacıyla elinde bulunduracağı için içine hiç özenilmemişti. Islak zeminler mozaik, mutfak dolapsız, banyo klozetsiz ve malzemeler tam müteahhit işi idi ama bana o anda Versay Sarayı gibi göründü. Sonradan çok işimize yarayacak bazı artıları da yok değildi, kocaman bir balkonu ve oğlumun oradan taşınana kadar arkadaşlarıyla oynayabildiği korunaklı bir arka bahçesi vardı, güney doğu cephesi olduğu için de yazları nispeten serin oluyordu. Hemen sözleşme yapmaya niyet ettik lakin ev sahibi 6 aylık peşin isterim diye tutturdu. Yeni evliyiz, taşınmışız, bir sürü masrafımız olmuş, bebek gelecek, işe yeni başlamış iki öğretmeniz, 6 aylık kira toplamını kim kaybetmiş ki biz bulalım. Evsizlik o derece canımıza tak etmiş ki ev sahibi ısrarcı olunca borç harç bulduk, ödedik 6 aylık peşinatı, ev temizlendi ve sonunda taşındık, oh be!
Taşınma günümüz tam bir seyirlikti ve o evde geçecek günlerin fragmanı gibiydi. Kamyon kapıya yanaşıp eşyalar inmeye başlar başlamaz arı kovanı boşalmış gibi bir sürü çocuk peydah oluverdi ortalıkta. Kızlı oğlanlı, kimi ufacık, kimi daha hallice, bazısı sümüklü, asker traşlı ya da uzun saçlı envai çeşit ufaklık. Her biri gücünün yettiğince bir eşyayı kucaklayıp taşıyıcılarla birlikte eve çıkarmaya başladılar. Karınca gibi çalıştılar Allah için, epeyce de faydaları dokundu, iş bittiğinde ellerine üç-beş kuruş sıkıştırdık, "Sağol yinge" diyen gitti. Bu durum eve odun-kömür aldığımızda, pazardan yüklüce torbalarla geldiğimizde de devam edecekti. Çocuklardan oluşan bir taşıma timimiz vardı artık. Bunca çocuğun nereden çıktığını ilk taşınma telaşı bitince keşfettik. Yanımızdaki apartmanın inşaatında kendi iş makinalarıyla çalışan Batman'dan göçmüş bir ailenin erkeklerine para yerine apartmanın giriş katında iki daire vermişti müteahhit. Ailenin 9 erkek kardeş ve birinin iki tane olmak üzere karıları, tekne kazıntısı kız kardeşleri ve "Hökümat gibi" dedikleri görünümdeki asık yüzlü, otoriter anneleri ve o annenin yanında biblo gibi kalan sessiz sakin babaları da her biri birer oda alarak o dairelere yerleşmişlerdi. Onca çocuk da ailenin son kuşağıydı. En büyük oğul üçüncü kattaki müstakil bir dairede oturuyordu karısı ve çocuklarıyla. "Gurbet" isminde bir kızları vardı yeni yetme, ismini de uzun yıllar çalıştıkları Lübnan'da doğduğu için vermişlerdi. Gurbet beni çok sevdi, balkondan balkona muhabbet ederdik, muhabbet uzarsa annesi seslenirdi: "Oyy Gurbeetiii", bazen de Gurbet alt kattaki komşuya seslenirdi bir şey gerektiğinde: "Nezzeketi Teyze, Nezzeketi Teyze". Hep yoluk yoluk duran örgülü saçları, kara gözleri, dallı güllü elbiseleri ile Gurbet'e bayılırdım. Doğum yaptığımda ilk hayırlı olsuna gelenlerden biri de Gurbet'in annesiydi, beni ve bebeği görmüş, iyi dileklerde bulunmuş giderken de Temmuz ayında yün çorap giymemi ve "bulgurluk pilav" yememi tembihlemişti. İşin fenası annem de neredeyse o yün çorapları sokacaktı ayağıma 40 derece Antalya sıcağında 😃
Karşı apartmanın gelinleri örgülü saçları, allı pullu yazmaları, insanın içini coşturan renklerdeki güllü çiçekli kadifeden uzun elbiseleriyle yöresel bir defiledelermiş gibi girip çıkarlardı apartmana kaynananın gözünden ırak oldukları zamanlarda. İki muhabbetin belini kırar, onu gördüler mi çil yavrusu gibi dağılırlardı. Çocuklarsa her daim sokaktaydılar, kimileyin oyun kurar, kimileyin arka bahçede besledikleri kuzunun önüne atılmış karpuz kabuklarına ortak olur, balkon yıkayanların oluklarından akan suyla serinler, yardıma ihtiyacı olanların torbalarını taşır, çocukluklarını dibine kadar yaşarlardı. İçlerinden biri vardı ki kanka olmuştuk onunla: İsmail. Yolun karşısındaki çiçekçinin ıskartaya çıkardığı çiçeklerin arasından işe yarayanları seçer, zili çalar, açtığımda gülü burnuma uzatıp "Yinga sana çiçek getirmişem" derdi. Ah İsmail, kara gözleri pırıl pırıl parlardı. Her daim traşlı kafasını severdim elimi uzatıp, bazen biraz harçlık, bazen çikolata, kurabiye, kek, günlük yevmiyesini alıp giderdi. Küçücük yaşta kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş, onca kalabalığın içinde varolmaya çalışan, sevgi, şefkat peşinde koşan, küçücük kara oğlan. Annesi babasının ilk karısının üstüne kuma gelmişti, pek güzel bir kadındı. İki kuma ayrı odalarda yaşardı, sonra ilkine şehrin dışında bir gecekondu yaptılar, oraya taşındı, İsmail iki ev arasında gidip gelmeye başladı. İkinci el bir de bisiklet almışlardı, pek mutluydu. Oraya taşındıktan üç yıl falan sonraydı, mutfakta bulaşık yıkıyordum, bir ara çöp atmak için balkona çıktığımda karşıya iki polisin girdiğini gördüm ama önemsemedim. Biraz sonra çığlıklar başladı. Meğer İsmail üç gündür yokmuş, kimse önemsememiş, her ev diğer evde olduğunu düşünmüş. Halbuki İsmail bisikletle dolaşırken araba çarpmış ve sağken bile güzel gün görmeyen yavru sahipsiz minicik bir ölü olarak morgda üç gün beklemiş. İsmail'i hiç unutamadım, şunları yazarken bile burnumun direği sızlıyor, "Sana çiçek getirmişem yinga" diyen sesi kulağımda. Her gariban ölü gibi İsmail de çabuk unutuldu, annesi yeni bir İsmail getirdi dünyaya, adı da İsmail, kendi de İsmail'in kopyası ama benim kalbim artık İsmaillere kapanmıştı, bir bağ kuramadım onunla. İsmail'in yerini Siraç aldı.
Zemin kat sakinlerinden bir oğulun kendine ev yapıp karısını da alarak gitmesi kaynanayı fena kızdırdı, çünkü müsaadesi yoktu. Kızgınlık oğuldan ziyade geline yönelikti haliyle, neden bırakıp gitmişti ki klanı, tek oda neyine yetmiyordu. Nisbet için kırkını aşmış oğluna onbeş yaşında bir gelin getirdi kuma olarak. Daha çocuk sayılan gencecik kız üç-beş boncuğa, dallı güllü elbiseye mum olup geldi ve gelir gelmez ilk işi bir nevi başlık parası gibi tüm dişlerini altın kaplatmak oldu. Gün boyu altın dişlerini ortaya seren bir gülümsemeyle eteklerini savurarak gezer, kaynanadan azar işitene kadar eve girmezdi. 9 ay sonra da Siraç'ı doğurdu. Adamın hevesi çabuk geçmişti zaten genç kızdan, ilk karısının yanına döndü, yılda üç-beş adet yerini bulsun kabilinden ziyarete gelir gibi gelirdi. Siraç'la kalmadı tabii ki Altın Diş, ardından "Bebek" geldi. Herkesin adını söylemek yerine "Bebek" dediği bir kız çocuğu, o geldi, anne gitti. Babası gelip götürdü Altın Diş'i, kaynananın bağırtılarına çıktık hepimiz balkonlara. Çocuklar geride kaldı, Siraç ve Bebek. Bakımsız büyüdüler kendi kendilerine, İsmail'in sığınacağı bir annesi vardı en azından, bunlar ondan da yoksundu. Siraç beni dert ortağı yaptı, gördüm mü "Oy Siraco napirsen?" derdim, koşarak gelirdi yanıma. Verdiğim üç-beş kuruştan ziyade başının okşanması, gönlünün alınmasıydı beklediği. Oradan taşındığımızda kapıma kadar gelip "Bak yinga, sınıftan geçtim" diyerek karnesini göstermişti bana. Canım Siraco, kimbilir nerelerdedir şimdi?
Bebek büyüttüğüm için yeterince kültürel ve sanatsal hayata karışamadığım bir dönemdi o evdeki ilk yıllar. Daha önce hiç yapmadığım, sonradan da çok ender yapacağım komşuluk ilişkilerine geçiş yapmıştım okuldan arta kalan zamanlarda. Annemden bile büyük Nigar teyzeyle, Ankaralı komşu Melihanımla, komşunun deyimiyle "Sandukacının (sendika :)" karısıyla, Cemanur'un annesiyle, adlarını unuttuğum cümle komşuyla evcilik oynadım bir süre. O komşu çocuklarının hemen hemen çoğu bu samimiyetle öğrencim oldu, bir alay Ticaret Lisesi mezunu verdi mahalle. Arka bahçe ve hemen yan taraftaki kırmızı toprak kaplı boş arazi çocukların oyun yeriydi zaten, yaz-kış boş kalmazdı. İki incir ve bir yenidünya ağacı kendini kurtarabilmişti eski bahçe içi ev yıkılıp apartman yapılırken. O ağaçların gölgesinde envai çeşit oyunlar oynardı iki apartmanın çocukları. Bir akşam TV'de "İyi, Kötü, Çirkin" filmini izledik. Ertesi gün ilkokul birdeki oğlum kendinden iki yaş büyük, apartmanın afacanı Ali ile bahçede oynamaya indi. Bir ara ne yapıyorlar diye balkona çıktığımda gözlerim yuvalarından uğradı, bizimkiler incir ağacının altında "İyi, Kötü, Çirkin" filminden bir sahne canlandırıyorlardı, hem de ne sahne? Ali elindeki urganı kendini asmak için ağaca bağlamaya çalışırken benimki aşağıda "narananarannaa naanaanaaa" diye filmin müziğini söylüyordu. Çığlık çığlığa bağırınca Ali ipi bıraktı, benimki sustu, evlere yolladım ikisini de. Benimki geldi, "Oğlum ne yapıyorsunuz, ya kendini gerçekten assaydı?" dediğimde cevap şu oldu: "O zaman müziği kesecektim". Of of incir ağacı, sayemde kurtuldun katil olmaktan 😃
Kırmızı topraklı arsada paslanmış, bozuk bir dozer vardı. Eğer bir süre sonra hurdacı gelip götürmeseydi tüm çocuklar birer dozer operatörü olabilirdi, bütün zamanlarını onun üstünde geçiriyorlardı, dozer gidince futbol sahasına dönüştü, sıkı bir maçın sonunda her biri terden üstlerine yapışmış toprakla kızılderiliye dönmüş olarak gelirlerdi eve. Pufpuf atmak modaydı bir dönem, ellerindeki boruyla küçük kağıt külahlar fırlatırlardı, Murat kıvırcık saçlarının arasına depolardı cephanesini ve ben her sabah balkondan o cephaneleri süpürürdüm. Sanırım sokakta oynayarak büyüyen son kuşaktı o çocuklar.
Bir kış Antalya'ya şiddetli bir dolu yağdı, ömrümde bir daha öylesini görmedim. Tüm şehir kar yağmış gibi bir karış yüksekliğinde doluyla kaplandı. Tahliye borularının içine dolan dolular yüzünden balkonu ve dolayısıyla evi su bastı. Gümüşhaneli bir komşumuz vardı, hani şu mahallenin çok bilen teyzelerinden, bizi öyle çaresiz görünce "pimaşi kirun, pimaşi kirun" diye yol gösterdi 😃 Plastik boruya çekici indirince dolular çığ gibi döküldü, balkon tahliye oldu ama ev su içinde. Tam temizledik, oturacağız, tuvaletin S borusundan sular akmaya başladı. Üst kat boştu, giden kiracı S borusunu bizim evden değiştirmiş ve anlaşıldığı üzere yapıştırılmamış ki ek yerlerinden yağmur gibi sular akmaya başladı. Meğer açık kalan bir pencereden boş eve de sular dolmuş ve tuvalete dolan sular bizim tepemize bereket yağdırmaya başlamış. O günü hiç unutamıyorum, ayaklarımın buz kestiğini hatırlıyorum saatler süren temizlik sonrası.
Üst katımızda genç bir çift otururdu, inanılmaz gürültücü tiplerdi. Halı silkeler, çamaşırlarımın üstüne balkon yıkar, yediklerinin kabuklarını aşağı atar, beni deli ederlerdi. Uyarmak için ne zaman kapılarına gitsem daha ben ağzımı açmadan "Buyur bir gahvaa iç" diye eve davet eder, sinirimi yutup gülerek geri dönerdim. Ama bir gün bardağı taşırdılar, sabah kalkıp balkona çıktığımda yatak odasının pencere pervazında ve balkon demirlerinde ne olduğunu anlamayamadığım birikintiler gördüm. Yakından bakayım diye yanaştığımda kokusu kendini ele verdi. Anlaşılan evin beyi içkiyi fazla kaçırmış, geceyarısı tuvalete yetişemeyince midesini pencereden aşağı boşaltmıştı. Bir hışımla yukarı çıktığımda ne oldu dersiniz? "Buyur bir gahvaa iç" oldu tabii ki, temizlemek de bana düştü 😃
O evde bir de hırsızımız oldu. Eylül sonuydu, annemler bizdeydi, hafta sonu Kemer'e gittik, piknik yaptık, denize girdik, Kemer'de dolaştık, hatta babam yemek yedirmeyi teklif etti, aç değiliz diye istemedik. Yorgun döndük eve, getirdiklerimizi bile yerleştirmeden yattık. Piknik sepeti üstünde Sürmene işi kırmızı saplı bıçakla mutfak masasında kaldı öylece. Sabah kalkıp annemler yatarken okula gittik. İlk dersten çıkmıştık ki nöbetçi öğrenci telefona beklendiğimi söyledi. Telefonda annem "Kızım hırsız girmiş galiba, gelip bir bakın, eksik bir şey var mı?" dedi. Nasıl izin alıp eve koşturduk bilmiyorum. Babam ve oğlum aynı odada yatıyordu, kapının girişinde bir askı vardı, babam pantolonunu oraya asardı yatarken. Sabah uyanınca pantolonunu bulamamış, ara tara pantolon balkonda çıkmış. Babam "Pantolonumun balkonda ne işi var?" diye sormuş, annem "Ben ne bileyim, orada çıkardın zahir" demiş hatta o yüzden bir de kavga çıkmış, "Ben teşhirci miyim balkonda pantolon çıkarayım" deyince babam 😃 Şimdi gülüyoruz tabii, hayat yakın plan dram, uzak plan komedi sonuçta ama o zaman çok dehşet verici gelmişti. Tabii pantolon var cüzdan yok olunca hırsız girdiği anlaşılmış. Geldik bakındık hiçbir şey eksik değil, hatta yatarken çıkarıp başucumdaki komodine koyduğum altın kolyem ve yüzüğüm bile duruyor. Giden sadece babamın cüzdanı ve kırmızı saplı Sürmene bıçağı olmuş ki, uyanıp da farkına varmadığımıza şükrettik, o bıçak birimizin sebebi olabilirdi. Babam "Ya" dedi, "Kemer'de size yemek yedirseydim daha az param çalınmış olacaktı" 😃
Böyle böyle geçti 10 yıl, oğlumun doğup büyüdüğü, zor bela bulup yerleştiğimiz ama güzel günler geçirdiğimiz evden bir aralık ayında taşındık, geride bir sürü anı bırakarak. Bu yazı biraz uzun oldu farkındayım ama "Evler Evler"in son yazısı idare edin artık. Hep güzel anılar bırakacağınız evlerde yaşamanız dileğiyle, haftanız sağlıklı geçsin...
Çok güzeldi bu seri, daha olsa okurdum :)
YanıtlaSilSenin için yeni seri yaparım bidenem :)
SilAy çok tatlıydı bence de bu seri. Fakat benim aklım kalbim İsmail'de kaldı Leylâk Dalı :( İçim çok fenâ oldu... Bazıları ne kadersiz, ne kısa bir ömür yaşıyor..
YanıtlaSilFilm gibi Nurşen Hocam:) Evler Evler'i ilgiyle okudum, renksiz bir çevrede büyüdüğümü hissettim:)
YanıtlaSilÇok ama çok güzel bir seriydi 'Evler Evler', sen hep yaz ablacığım ben hep okurum :)
YanıtlaSilAaa bitti mi? Antalya`da şimdi oturduğun evi de anlaaat...
YanıtlaSilEllerine sağlık, ne güzel ne kadar ayrıntılı yazmışsınız. Çok severek, keyifle okudum.
YanıtlaSilEmeğinize sağlık..Ne güzel yazmışsınız. Olayları ve insanları hatırlamanız harika ve bunları bazen mizah bazen acı yüklü anlatımınız çok ustaca...Lütfen siz hep yazın..
YanıtlaSilÇok güzeldi, hiç bitmesin istedim. Sevgiler...
YanıtlaSilSezen
"Evler safi kulaktık konuşmazlar" :) Nasıl güzel bir tanımalama. Bayıldım valla. Keşke bu serinin bir hikaye kitabında derlendiğini görebilsek :))
YanıtlaSilŞahaneydiii. Bu son evin hikâyesi eksik mi kalmış n'bilim:))
YanıtlaSilNe güzeldi, devamını bekleriz :)
YanıtlaSil