Öyle dolu dolu geçti ki bu süre değil yazacak, bilgisayarın başına oturacak zaman bile bulamadım desem yeridir. Seçim konusuna hiç girmeyeceğim, hepimiz payımıza düşeni aldık, önümüze bakacağız artık. Yoruldum ben o gündemden.
Oy kullanacağımız sandık Antalya'da olduğu ve biz de iyi vatandaş olduğumuz için görevimizi yapmak üzere cumartesi günü eve doğru yola düştük ama yola çıkmadan önce bir etkinliğe katıldım. Ankara'da bulunan Ayizi yazarlarıyla birlikte Cermodern'de okurların katılımıyla bir söyleşi ve imza gerçekleştirdik. Dar vakte denk gelmesine rağmen keyifli bir toplantı oldu, bu vesileyle benim pembeli kız birkaç okura daha ulaştı. Hemen akabinde de Antalya'ya hareket ettik. Afyon'dan sonra Antalya girişine kadar dinmeyen şiddetli bir yağmura yakalandık, epeydir bu derece berbat bir hava durumunda yolculuk etmemiştik. Arabanın silecekleri gökten katmanlar halinde dökülen suyla başedemedi. Zaman zaman aracın tepesine kadar fışkıran su birikintilerine daldık, zaman zaman önümüzü göremedik. Gecenin 23.30'unda eve ulaştığımızda savaştan çıkmış gibiydik.
Evimi özlemişim açıkcası, niyetimiz olursa ikinci tura kadar kalıp dönmekti ama evdeki hesap çarşıya uymayınca 5 günün sonunda ayrıldık Antalya'dan, o 5 günlük süre benim için sanki küçük bir tatil gibi oldu. Arkadaşlarla özlem giderdik, bir arkadaşın doğum gününü kutladık, parklarda yürüyüşler yaptık, şahane bir içli köfte partisine katıldık, denizi ve Beydağlarını hafızaya nakşettik ve geçen hafta perşembe günü de ufak çaplı bir seyahat planlayıp Denizli'ye hareket ettik.
Denizli'nin yaşamımda çok özel bir yeri vardır. Çok yıllar önce nikah törenimizin ardından bir Murat 124 ile geceyarısı varmıştık o çirkin ötesi binadaki evimize. Öncesinde günlerce aradığımız halde uygun bir kiralık ev bulamamış, bir tanıdık aracılığı ile bulunan bu eve mecbur olmuştuk. Denizli'ye ilk gelişimde en çok nar ağaçlarına bakakalmıştım. O zamana kadar tatiller dışında ömrünün tamamı İç Anadolu bozkırında geçmiş benim için mucize gibi bir şeydi; sonbahardı, narlar olgunlaşmıştı ve öyle güzel bir rengi vardı ki, dahasını ilkbaharda ilk nar çiçeklerini gördüğümde yaşayacaktım. Ev gerçekten bir mimarlık yüzkarasıydı. Tek avantajı okula yakın olmasıydı. Kenar bir mahallede, ara sokaklardan birine bitişik nizam sıralanmış apartmanlardan birinin 2. katındaydı. İşte şu, aşağıdaki fotoğrafta görünen, penceresini siyah nokta ile işaretlediğim daire. Gidip ziyaret ettim tabii ki, etmesem mahzun kalırdı gibi geldi, onca yılda daha da çirkinleşmiş, eskiden hiç olmazsa beyazdı, şimdi yeşermiş:
Eşyaları yerleştirmek için gidip evi ilk kez gördüğümde şok geçirmiştim adeta. O zamana kadar yaşadığım evlerin en biçimsiziydi. L bir salon iki camekanlı kapıyla üçe ayrılıyordı, kendimi tren katarında gibi hissetmiştim. Parlak yeşil bir renge boyanmış duvarlara yerdeki mavi marleyden karolar eşlik ediyordu. Renk çeşitliliği az gelmiş olacak ki salonun en göz alıcı duvarına yerleştirilmiş iri gömme dolap bebek pembesi yağlıboya ile çarpıcı hale getirilmişti. Neredeyse salon boyutundaki kocaman mutfağa bir metrelik tezgah layık görülmüştü. Elbette ki aynı ebata uyacak dolaplar yine bebek pembesine boyanmıştı. Mutfaktan çıkılan balkon yan taraftaki-fotoğrafta balkonunun ucu ve anten görünen bina-inşaata bakıyordu. Ev kesinlikle çirkindi, şekilsizdi ama yapacak bir şey yoktu. Nikah tarihi yakındı, eşyalar gelmişti ve memlekette kiralık ev kıtlığı vardı. Özene bezene seçtiğim eşyalarımı evin konumuna uydurmaya çalışarak yerleştirmiş ve o camekanlı kapıları çıkararak salonu biraz yüzüne bakılır hale getirmiştik. Bir süre sonra alışmış ve hatta sevmeye başlamıştım. Alışamadığım şeyse evsahibemizdi. Cabbar, cevval, cin gibi bir korkunç yenge. Kirasını aksatmadığımız, kafasına estiğinde yaptığı zamlara itiraz etmediğimiz için bizi severdi, öyle severdi ki acemiliğimizden yararlanıp evindeki işe yaramaz, ısıtmaz ve berbat tüten kömürleri bize kakalamıştı. Bir gün boyunca çarşıda dolanıp soba aramıştık, henüz Denizli şivesini sökememiştim, "Filiman maaka govulu zobunun üstten dooodurulup alttan yakilceeeni, bi kee yandı mı aaaşama gadaa yanceeni" algılamakta epey zorlanmıştım. Ardından pazarda "malır" alırken "bunu aacen, bekmezi batıııcen batııcen yeeecen ama bekmez Babıdaa bekmezi olcek" diyen teyzeyle lisans düzeyine gelmiş, 12 Eylül öncesinin en yoğun dönemlerinde sınıfın penceresinden bakarken karşı duvarda "Denizli'ye faşitleri mezaa edivecez" yazan sloganı okuyunca da master seviyesine ulaşmış, evde bile öyle konuşmaya başlamıştım. Tüten ve upuzun borusunun (zira boru, salon duvarını katederek yatak odasına girer, bir süre düz devam eder, virajı aldıktan sonra baca deliğine vasıl olurdu) sebep olduğu ısı değişikliği nedeniyle akıp altındaki kitaplıktaki kitaplarımızı katran karasına boyayan sobamıza, kahverengiye boyayıp rengarenk minderlerle canlandırdığımız tahta sandalyelerimize, arada görüntüsü karlansa da "Dallas"ı seyrettiğimiz Nordmende marka siyah-beyaz TV'mize, TV'mizin çatal boynuzlu antenine, regülatörüne, turuncu tüllerimize, günlerce uğraşıp boncuklarla motiflendirerek duvara astığımız tahta dirgenimize, sık sık buluştuğumuz, yemek masalarımızda uzun sohbetler yaptığımız, hatta bazen yatıya kaldığımız akran arkadaşlarımıza, çılgın yağan yağmurlara, tozlu sıcağa, kışın hasret kokan nergislere, baharda bahçelerden sarkan leylaklara, Şeytan Pazarı'na, Bayramyeri'ndeki halde satılan peynirlere, şahane yoğurtlara, salkım salkım patlıcan kurularına, ilk gördüğümde erik sandığım yeşil zeytinlere, okula, canım öğrencilere, kısacası şehre alışmış, acemiliğimi gidermiştim. Oturduğumuz sokaktan tek tük araç geçerdi, insan gürültüyü arar mı? Ararmış, araba sesi duyduğumda sevinirdim, Ankara'daki evimiz işlek bir cadde üzerindeydi, sanırım kulaklarım o uğultuya alışmıştı ve araç sesi sıla özlemimi bir nebze gideriyordu. İki yıl kadar sonra tayinimiz Antalya'ya çıktığında şehri bu kadar sevip, ayrılırken bu kadar üzüleceğimi birisi söylese inanmazdım. Alt katta oturan ve kirayı arttırmayıp üstelik evi de boşaltmayan kiracıyı cezalandırmak için teneke içinde suyla kurum karıp bacasından aşağı boşaltan cadı evsahibinden bile ayrılırken burulmuştum.
İşte bu ziyaret sevgili Denizli'ye ve evlerinde sık sık yatıya kaldığımız sevgili arkadaşlarımıza idi. Her buluşmamızda olduğu gibi keyifli iki gün geçirdik. Bol bol gezdik, bol bol güldük, bol bol eski günleri andık. Aşağıdaki fotoğraflar Karcı dağı eteklerindeki "Ornaz" denilen vadiden:
Ertesi sabah erkenden pencereden görünen aşağıdaki manzaraya uyandım. Erken sabah ışığı binalarla ve otomobillerle dolu caddeyi bile güzelleştirmişti:
Kahvaltı sonrası hazırlanıp teleferikle Bağbaşı Yaylası'na çıktık. Hem Ornaz Vadisi, hem teleferik ve Bağbaşı Yaylası benim orada yaşadığım yıllarda henüz hayata geçirilmemiş mekanlardı. Zaten Denizli'yi Delikçınar Meydanı dışında neredeyse tanıyamadım desem yeridir.
Önde baraj gölü, arkada görülen beyazlık Pamukkale
Teleferikle belirli bir noktaya geldikten sonra-ki orada cafeler, restoranlar ve seyir terasları var-hazır bekleyen servislerle daha yukarıya, Bağbaşı Yaylası'ndaki tesislere çıkılıyor:
Öğleden sonra şehri keşfe çıktık arkadaşımla. Önce yukarıda yazdığım gibi evimizi ziyaret edip anıları yadettik, okula da gitmeyi düşünüyordum ama yıkılmış ne yazık ki. Ardından soluğu Delikçınar meydanı'nda aldık:
Denizli horozumuz tüm ihtişamı ve sadakatiyle meydanı beklemeye devam ediyordu. Hatta kendisi banyo aldıktan sonra bornozuyla bile poz vermekten kaçınmamıştı:
Caddeler, cafeler kalabalık, gençler çalıp söylüyordu:
Hasılı ben görmeyeli şehir çok değişmişti, biz de yorulmuştuk. Adetim üzere yoluma çıkan küçük ve sevimli bir kitabevinden (Hece Kitabevi), sahaf işi bir kitap (Jar/Kemal Varol) alarak dinlenmek üzere Balcı Konağı'na kırdık rotayı:
Tarihi konağın bahçesi kafeterya olarak işletiliyor, ana binada ise "Bez Bebek Müzesi" var. Ne yazık ki kapanış saatinden sonra geldiğimiz için gezemedik. Çayımızı içip yolumuza devam ettik. Ziyaret ettiğimiz son mekan Babadağlılar (Denizlilerin deyimiyle Babıdaalılar) İşhanı oldu:
Babil Kulesi'ni andırıyor değil mi :) Benim Denizli'de yaşadığım yıllarda farklı mağazalar da vardı içinde ama şimdi tamamen tekstile dönmüş, havlu, çarşaf, bornoz, yatak örtüsü, ne ararsan var. Laf olsun kabilinden bir-iki küçük havlu ve peştemal aldık. O zamanlar hanın girişinde ithal ürünleri satan bir mağaza vardı. Kızkardeşime ilk Barbie bebeğini oradan almış ve yollamıştım. Özledikçe bir şey alır, ya yollar ya götürürdüm zaten.
Babadağlılar işhanından sonra Denizli ile vedalaşıp arkadaşlarımızın evine döndük, ertesi gün de başka bir rotaya doğru yol aldık ama o da diğer yazıya kalsın. Haydi kalın sağlıcakla...
emsan tencereler, havlular, bornozlar, kaçakçı pazarı, kağıt bebekler, barbi bebekler, göz alabildiğine yeşillik ve her yıl iki kere denizli vedaları, gözlerden süzülen yaşlar. belki gençlikten, belki denizli ilk yıllar çok hoyrat olduğundan...
YanıtlaSilAma ben Denizli'ye gittiğimde Bağbaşı yaylasını bilmiyordum ki:( Bilsem kesin çıkardım:)
YanıtlaSilYine ne güzel anlatmışsınız eski anılarınızı...
YanıtlaSil