Epeyce ara verdim. Yoğun günler geçirdim ve ancak yazabilecek aşamaya geldim. Önce Ankara öncesi hazırlıklar, arkasından Ankara yolculuğu, ardından 2 gün sonra İstanbul, İstanbul'da koşturmaca derken pazartesi akşamı adeta pert olmuş bir biçimde döndüm eve. Kendimi ancak toparlayabildim ve sonunda geçtim blogun başına.
Cuma sabahı kızkardeşle YHT Gar'da buluştuk. İkimizin elinde de birer kitap yerleştik yerimize, lakin kitabı ne kadar okuyabildik tartışılır, daha çok sohbetle geçirdik yolculuğu. Yolboyu yer yer yağış eşlik etti bize. İstanbul'a ulaştığımızda bulanık bir hava vardı, her an yağmur yağabileceği gibi her an güneş de çıkabilirdi. Bir an metro mu, minibüs mü tartışması yaşadık ve önümüzde duran minibüse binmeye karar verdik. Minibüste bizden başka bir kişi daha vardı ve dolmasını beklemeye başladık, bu arada genç ve bıçkın şoförümüz kaldırımın kenarındaki parmaklığa oturmuş arkadaşı ile muhabbet halinde idi. O kadar uzun bekledik ki İstanbul'da geçireceğimiz sürenin bir kısmını ziyan ettiğimizi düşünüp taksiye binmeye karar verdik. Oflaya poflaya valizleri indirmiştik ki şoför efendi direksiyona geçti. Valizler tekrar minibüse yüklendi, yerlerimize geçtik ama şoför sadece direksiyona oturmuş, yine beklemeye başladık. Vaktimizin bir kısmını daha ziyan ettikten sonra sonunda hareket zamanı geldi. Sarsıla sarsıla yol almaya başladık. Git git bitmez, git git bitmez. Bu hatayı iki yıl önce yapmıştık, bir kez daha niye tekrarladık diye söylenirken kırmızı ışıkta durduk ve şoför yandaki minibüsün şoförüne bizi alenen postaladı. Valizleri yüklendik, arkadan zar zar korna çalan belediye otobüsü bizi ezmesin diye tekerlene mekerlene diğer minibüse geçtik. Minibüs çok kalabalıktı, valizleri zor bela sığdırdık, karşımızda oturan iki süslü kokoştan "cık cık cık" nidalarıyla üstü kapalı azar işittik. Derken "geldik" dedi sürücü, gelmişizdir tabii ki, Bostancı ile ilk kez muhatap olacaktık, o yüzden şoföre inanmak zorundaydık :) İndiğimiz yerde taksi beklemeye başladık. Semti bilmediğimiz için haliyle bizi götürecek bir araca ihtiyaç vardı, lakin epeyce bekledikten sonra gelen taksinin sürücüsü de bilmiyordu gideceğimiz adresi. Ama efendiden bir adamcağızdı, bir taksi durağına yanaşıp adresi öğrendi ve bizi götürdü kalacağımız yere. Taksilere niye navigasyon cihazı zorunluluğu getirmezler bunu da anlamam hiç. Her neyse kalacağımız apartmana geldik, anahtarı bizim için görevliye bırakmıştı arkadaşımız, çaldık zili ama açan olmadı. Telefon ettik cuma namazında olduğunu öğrendik ve bahçedeki çiçeği, ağacı fotoğraflayarak vakit geçirdik gelene kadar. Bu arada belirteyim ki Bostancı inşaat cennetine dönüşmüş. Her boydan apartman var, 4 katlısından, 14 katlısına kadar çeşit çeşit. O güzelim bahçeler de yavaştan mefta olma sırasına girmişler, oysa vaktinde çok güzel bir semtmiş belli ki.
Derken görevli geldi, anahtarımızı aldık, dairemize çıktık, eşyalarımızı bıraktık, o sırada güneş göz kırpmaya başladı. Sevdi bizi, kısa bir müzakerenin ardından önceden yaptığımız planı uygulamaya koyup Burgazada'ya gitmek için gözümüzü kararttık. Kaptık çantaları, attık kendimizi sokağa ve Bostancı İskelesi'ne doğru yürümeye başladık.
Mavi Marmara'nın motorlarından birine atladık ve Burgazada'ya doğru yola koyulduk. İstanbullu ve dışarlıklı farkı en çok vapurlarda anlaşılıyor. İstanbul ahalisi gazetesini okuyor, yanındakiyle sohbet ediyor, bilemedin uyuyor ama bizim gibiler küpeşteye yapışıp "Aa dalga", "Oo martı", "Ayy teknelere bak", "Off manzara nefis" nidalarıyla bir yandan denize bakıp, bir yandan fotoğraf çekiyor. Biz de kendimizi belli ettik, derken adaya ulaştık.
Tabii bu arada vakit hayli ilerlemişti, ilk iş mesai saati bitmeden "Sait Faik Müzesi"ni ziyaret etmeye karar verdik. Bize tarif edilen sokaklara dalıp müzeye ulaştık:
Fotoğraftaki beyaz köşk Sait Faik'in evi, bahçe kapısından aceleyle girdik ve ağaçların arasında gönülsüzce vakit geçiren görevliye müzenin açık olup olmadığını sorduk. "15 dakika var" dedi, jet hızıyla daldık, hatta galoş bile giymedik. Aslında giymeye teşebbüs ettik ama görevli "gerek yok" dedi. Sanırım bir an önce gidelim ki kendisi de gitsin istiyordu. Koştura koştura katlar arasında gezdik. Ben tavanarası odasına bayıldım, fotoğrafta belli olmuyor ama manzara olağanüstü idi.
Cıbıklı bicaması varmış Sait Faiğin :)
Sözkonusu oda
Evi gezince haliyle rotamızı hediyelik eşya bölümüne çevirdik, asla uğramadan geçmeyiz :) Hayattan mı, işinden mi, müzeden mi bezmiş olduğunu çözemediğimiz, ağzından cımbızla laf alınan görevli "Ne alacaksanız alın da çekip gidin" edasındaydı. Kırmadık dillendirmediği arzusunu, üç adet magnet aldık Sait Faik kitabı formatında, sonra da çekip gittik. Benim kitabım "Son Kuşlar" ile "Lüzumsuz Adam", kızkardeşinki ise "Alemdağ'da Var Bir Yılan" oldu. Sonra bahçeye çıktık, bahçede Sait Faik'in ellerini öne doğru uzatmış, boşlukta oturuyormuş gibi, hayli kızgın bakan anlamsız bir heykeli var, rahmetliye hiç benzemiyor üstelik. Sanki piyano çalıyormuş da biri piyanoyu önünden çekip almış. Yanına iliştik, "Üstad nedir bu hal? Pek rahat görünmüyorsun" dedik, cevap vermedi. Arsızlık ettik, kollarına yapışıp fotoğraf çektirdik.
Müze ziyaretimiz bitince sıra sokakları arşınlamaya geldi. O sokak senin, bu sokak benim, evlere, bahçelere, çiçeklere, ağaçlara bakmalara doyamadan gezdik de gezdik.
Bir evin çatısında aşağıdaki aileye rastladık. Hanım lohusa idi, bebek de yeni doğmuş:
Biz adada dolanırken baba da evin iaşesi ve ibatesi için alışverişe çıkmıştı, önce sokak aralarında kuru gıdaları temin etti, sonra sahile inip balık avladı. Malum yeni bir boğaz eklendi aileye :)
E biz martı kadar yok muyuz, biz de acıktık, hava da izin vermiş, güneş çıkmış, esinti üşütmüyor, keyifler keka, gidip beslenmeye karar verdik, istikamet Barba Yani:
Hem karnımızı, hem gözümüzü doyurduktan sonra vapur saatini öğrenip tekrar ada sokaklarına daldık.
Bienal gibi :)
Bir ara Kalpazankaya'ya çıkmaya niyet ettik ama at benzinine zam gelmiş sanırım, oldukça yüksek bir fiyat söylediler. Üstelik atlara yazıktı, üstelik kötü kokuyordu, caydık.
Bu arada vapur saati gelmişti, iskeleye yöneldik ama ortada vapur falan yoktu. "Biraz gecikecek" dedi görevli, saati de bize kendisi söylemişti. Hakikaten 10 dakika kadar gecikmeyle yanaştı, bindik, oturduk. Fakat beni bir şey dürttü, "Acaba doğru mu bindik?" dedim kızkardeşe, gidip sorduğunda Kadıköy değil Heybeliada vapuruna bindiğimizi öğrendik. Eniştem olsa "Acemi olduğun belli" diye dalga geçerdi, bereket yoktu :) Ama kabahat bizde değil ki, tarifede farklı saat, görevlinin söylediği farklı saat, vapur farklı saat. Ortalamasını almak gerekiyor sanırsam :) Eh bindik madem Heybeliada'yı da görürüz böylece dedik. Yarım saat kadar da Heybeli'de turladıktan sonra nihayet Kadıköy vapuruna yerleştik.
Niyetimiz Kadıköy çarşıda dolaşıp Baylan'da kupgriye yemekti ama içeri girmeye niyet ettiğimizde kapanıyordu. Biz de Şekerci Cafer Erol'a gittik:
Öyle güzel görünüyordu ki meyve şekerlemesi tabağı istedik, lakin şeker komasına girme ihtimalini düşünerek bitirmedik. Aklım tabakta kalmadı dersem yalan olur :)
İlerleyen saatlerde yorgun ama keyifli kalacağımız yere döndük ve bir seyahat klasiği olarak geceyi neredeyse uykusuz geçirdik.
İkinci günde görüşmek üzere şimdilik hoşçakalın...
Ay ben en çok ikinci günü merak ediyorum :)
YanıtlaSilAh cafer erol şeker ve lokumlarını özledim görünce. Her istanbula gidişimde
YanıtlaSiluğrarım çünkü.uzun zaman oldu ne yazık ki.
Cafer Erol, akidelerine kurban olduğum :) Bir daha Burgazada'ya giderseniz Fincan'a da şans vermenizi :P (ağzının suyu akan sımayli) Biraz tepedeki Öğretmenevi de fena değildir.
YanıtlaSil:))Cafer Erol sevdiğim yerlerden biri Kadıköy'de. Hatta bence Baylan'dan daha iyi, afiyet olsun...
YanıtlaSil