Dikkat: Bu post biraz uzun olabilir, bilginize :)
Eveet, Antakya'daki üçüncü günümüzde yalnızız. Arkadaşımızın işi var, onu bugün azat ettik, kızkardeşle şehri turlayacağız. En sevdiğimiz gezi etkinliği ara sokaklara dalmak, eski evleri fotoğraflamak, şehrin turistik olmayan yerlerini keşfetmek. Kahvaltımızı yapıyor, ikinci çayı oynaşan üç yavru kediyi seyrederek bahçede içiyor ve erkenden yola düşüyoruz. Hava tahmin edeceğiniz gibi sabah saatlerinde bile sıcak ama yarın bu sıcağı bile arayacağımızın henüz farkında değiliz. Zaten sonuçta Antakya gezisini tshirtlerimde terden beyaz desenler oluşturan gezi olarak anımsayacağım :)
Yürüyerek şehir merkezine yani Köprübaşı'na iniyoruz. Hatay Cumhuriyeti'nin Meclis binası karşımızda, mimari yönden gösterişli, tarihi bir bina, ne yazık ki artık künefeci olarak hizmet veriyor. Üst katında kültür-sanat merkezi yazıyor ama girip bakmadık, keşke geçmişine yakışan bir işlevi olsaydı...
İlk günlerin telaşıyla gündüz gözüyle görmeye fırsat bulamadığımız Asi nehrine yanaşıyoruz sonra, yanaşmaz olaydık:
Ben ağlamak istedim sayın seyirciler, Ayla Kutlu romanlarında okuyup gözümde canlandırdığım o gürül gürül nehrin yerindeki bir avuç pis kokulu su muydu Asi? Umarım kuraklıktan kaynaklıdır, kışın çoğalıyordur suları. Sonra niye bu kadar pis ve bakımsız, çok mu zor temizlemek? Birileri ilgililere Porsuk nehrini örnek verse keşke. Neyse fazla uzatmayayım, bizi güzel ağırlayan, konuksever Antakyalılara ayıp olmasın, benimkisi korunamayan doğaya duyduğum üzüntüden.
Asi'yi ve kokusunu geride bırakıp sokaklara dalıyoruz. Saray Caddesi'ne yöneliyoruz önce, güzel, eski binalar var burada ama çoğu bakımsız. Bunların arasında Ortodoks Kilisesi çarpıyor gözümüze. Caddeye açılan demir kapısı kilitli, üzerinde kapalı olduğu, kapının zorlanmaması gerektiği ve ziyaretçi kabul edilmediği yazıyor. Biz yine de kapıyı değil ama şansımızı zorluyoruz, görevliye Ankara'dan geldiğimizi, şöyle bir görmek istediğimizi söyleyip ricada bulunuyoruz. Demir kapıyı açıyor ama kiliseye yanaştırmıyor, "Uzaktan bakın, yaklaşmayın" diyor. Hani oyun oynayan çocuklar karşısındakine oyuncağını vermez de "elimde bak" der ya, aynı öyle. Israrımız fayda etmiyor, dışarıdan bir-iki fotoğraf çekip ayrılıyoruz. Aynı gün Sinagog'da, iki gün sonra da Protestan Kilisesi'nde aynı durumu yaşayacağız, ziyaret etmeyi başaramayacağız. Üç dinin birleştiği şehir olarak anılıyor Antakya ama ne yazık ki her din kendi içine kapanmış artık.
Saray Caddesi'nde her türden dükkan var ama en çok ipekçiler göze çarpıyor, bir tanesine giriyoruz: Zeytin Dalı. Eh Leylak Dalı'na Zeytin Dalı yakışır :)
Bizi iki sempatik genç hanım karşılıyor, ilgileniyorlar. Hatta kiliseye giremediğimizi söyleyince bir arkadaşları aracılığı ile yardımcı olmaya çalışıyorlar ama saatlerimiz uyuşmadığı için yine mümkün olmuyor. Fularlar ve magnetler alıp ayrılıyoruz. Antakya esnafı ziyaretçilere çok ilgili, güleryüzlü ve yardımseverler. Kime adres sorduysak sıkılmadan tarif edip hatta bizzat götürmeyi önerdiler. Zeytin Dalı'ndaki genç hanımlara da eğer bu yazıyı okuyorlarsa bir kez daha teşekkürlerimi ve sevgilerimi iletiyorum.
Kafamız yukarıda, eski binalara baka baka ilerliyoruz güneşin altında. Bazıları bakımsız, bazıları terkedilmiş, kaderine bırakılmış, bazıları halen kullanılıyor otel ya da ev olarak ve nisbeten eli yüzü düzgün, bazıları restore edilmiş ama sonuçta hepsi çok güzel:
Ara sokaklara dalıyoruz sonra, daracık geçitler, çıkmaz sokaklar, restore edilmiş binalar, yıkılmak üzere viraneler, yenilenmiş şık oteller, cafeler çıkıyor karşımıza. Fotoğraf çekmekten yoruluyoruz.
E, yorulduk ama, biraz dinlenip bir kahve içmeyelim mi? Ara sokaklardan birindeki tabela dikkatimizi çekiyor, esasında bir butik otel ama kahve isteğimizi geri çevirmiyorlar:
Geçmişinde bir papazın konağı imiş burası, restore edilip butik otele çevrilmiş, çok şık, çok hoş bir mekan olmuş, odalardan birini geziyor ve hayran oluyoruz. Avluda çeşitli ağaçlar, çiçekler ve duvara tırmanmış yaseminler var. Yere dökülen taç yaprakları avluyu mis kokutmuş. Kahvemiz geliyor, içiyor ve görevlilerle sohbet ediyoruz. Yeterince serinleyip dinlendikten sonra Atatürk Parkı'na gitmez üzere yola koyuluyoruz. Yol sorduğumuz esnaf "beyaz köprüden geçin, parkın içindesiniz" diyor, meğer çok kolaymış :)
Beyaz köprü bu :)
Bu da Asi'nin beyaz köprüden görünüşü
Ve de Atatürk Parkı ile park kedilerinden biri
Park çok büyük değil ama gölgeli ve serin, bir banka oturup dinleniyoruz. Manolya ağaçlarının çiçekleri tohuma dönmüş, karabiber ağaçları meyve vermeye başlamış, birkaç tane hurma çarpıyor gözümüze, küçük bir tur atıp yine beyaz köprüden geçerek Saray caddesine geri dönüyoruz. Zira acıktık ve gözümüze önceden dersini çalıştığım bir yer çarptı: Abdo Döner. Antakya'da yediğimiz ikinci ve son et yemeğini Abdo Döner'de taam ediyor ve memnun kalıyoruz. Detaylar yemek yazısında olacak.
Sırada Uzunçarşı var, aslında bu tür çarşılara pek meraklı değiliz, nerede gezdiysek aynı şeyler ama yine de bir fikir olsun diye girmeden geçemiyoruz, zaten önümüze gelen ilk kapıdan da çıkıyoruz:
Habib Neccar dağına karşı yürüyoruz, yine Ayla Kutlu ve kitapları aklımızda. Eteğine konuşlanmış evlerle uzaktan rengarenk görünüyor, ancak dizim zorlanmasa tırmanacağım neredeyse ama kendimi frenliyorum, Habib Neccar Camii'ni ziyaretle yetiniyoruz.
Habib Neccar Camii Anadolu'da yapılan ilk cami imiş, Roma devrine ait bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiş. Avlusunda İsa'nın havarilerinden aziz Pavlus (Yahya), Aziz Yuhanna (Yunus) ve onlara ilk inanan ve şehit edilen Habib Neccar'ın türbesi bulunuyor. Cami ziyareti kadınlar için biraz sıkıntılı, İstanbul, Bursa, Konya gibi şehirlerde kapılarda bulundurulan uzun etek, başörtüsü ve galoş burada yok. Haliyle yaz günü hazırlıksız gelen kişilerin içeri girmesi sorun oluyor. Görevlilerden ziyade ziyaretçiler kraldan çok kralcı. İçeriye girmek isteyen iki genç kızı neredeyse dövecekti adamın biri. Namaz kılanları rahatsız etmemek adına şöyle bir bakıp çıktım ben de, aşağıdaki fotoğraf ise avludaki türbeden, Pavlus ve Yuhanna'nın sandukası.
Ortodoks Kilise'sine giremeyince Katolik Kilise'sinin saat 15.00 ile 17.00 arasında ziyaretçi kabul ettiğini öğrenmiştik, o vakte kadar biraz dinlenmek için Affan Kahvesi'ne gitmeye karar verdik. Kurtuluş Caddesi'ne çıktık. Kurtuluş Caddesi dünyada geceleri aydınlatılan ilk cadde imiş. Eski adı Herod Caddesi olan cadde meşalelerle aydınlatılıyormuş ve Antik Çağ'da Ortadoğulu zenginlerin alışveriş merkezi imiş. Cadde boyu çok güzel eski taş binalar var, bazıları bakımsız olsa da heybetliler.
Affan Kahvesi'nin gündüz gözüyle görüntüsü. Yorgunluktan ziyade sıcaktan pert olmuş halde attık kendimizi arka bahçedeki gölgeli, sarmaşıklı mekana.
Efenim gördüğünüz gibi süvari kahvem ve ben bahtiyarız, Antakya usulü kahve çifte kavrulmuş, biraz acı, sert bir kahve ve fekat güzel :) Şimdi de evde içip anıları tazeliyoruz (Manolyaa, kulağın çınlıyor mu?) Kahveden önce kızkardeşin haytalısından iki kaşık aşırdığımı itiraf edeyim :)
Affan Kahvesi'nin ön cephesindeki kahvehaneden bu fotoğraf, şekilde gördüğü gibi örnek işyeri seçilmiş, bence de haketmişler.
Saat 15.00'e yaklaşırken kalktık ve Katolik Kilisesi'ne yollandık. Bu sefer sorun çıkmadan çaldığımız kapı açıldı, gayet iyi karşılandık sempatik görevli tarafından. Kiliseyi gezdikten sonra çatı katına çıkmamızı ve görüntüyü fotoğraflamamızı tembih etti, az sonra huzurunuzda. Kilise iki Antakya konağının birleştirilmesiyle oluşmuş, oldukça yeni tarihli, ortodoks ve protestan kiliselerine göre daha fazla cemaate sahipmiş, ibadetlerin Türkçe yapıldığını duydum aynı zamanda:
Ve işte çatıdan çektiğimiz o ilginç görüntü, minare ve çan kulesi birarada. Keşke sözkonusu dinlerin inananları da birbirlerine her zaman böyle yakın, hoşgörülü olabilse. Arkadaki minare Sarımiye Camii'nin minaresi:
Kilise ziyareti bitince biraz da civardaki ara sokaklarda dolaştık, sonra ben dizimi fazla zorlamak istemedim, taksi ararken bizi bir sürpriz karşıladı: Antakya Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi:
Müze 19. yüzyıla tarihlenen restore edilmiş eski bir Antalya konağında açılmış. 280 tane tıbbi ve aromatik bitki cam kavanoz ve hasır sepetlerde sergileniyor. Yukarıda fotoğrafta ise Paşabahçe'de imal edilmiş cam sürahilere konularak vitrinlerde sergilenen bitki yağları görülüyor. Antakya civarında yetişen endemik ve diğer türdeki bitkilerin fotoğrafları ise üst kat balkonlarındaki panolarda izlenebilir.
Artık çok yorulmuştuk, sonunda bir taksi bulup kendimizi Öğretmenevi'ne attık. Esintili bahçede çay-kahve içip dinlendikten sonra methini duyup rezervasyon yaptırdığımız Konak Restaurant'a doğru yola çıktık.
Ne mi yedik? O sona sakladığım yemek postunun konusu ama yediğimizden ve mekandan memnun kaldığımızı peşinen söyleyebilirim.Ve aşağıda Meclis binasının gece görünümü, gün böylece biter:
Güzel kareler anlatımınızla birleşince güzel bir yazı çıkmış ortaya.Tekrar gitmiş gibi oldum.Emeğinize sağlık:)
YanıtlaSilSanırım 16-17 yıl oldu oraları gezeli ama postunuzu okuyunca, gezmek var gezmek var dedirtti doğrusu. Buraların nerdeyse dörtte birini gezmişim meğerse :( Harikasınız, adım adım hatmettim oraları sayenizde, çok tşkler. Çok güzel bir gezi olmuş :) Sevgiler.
YanıtlaSilArkadaşımızın sayesinde biz de bu kadar detaylı gezebildik, zira bazı yerlere özel araç dışında ulaşmak mümkün değildi. Güzel bir gezi oldu gerçekten. Sevgiler benden de...
SilBen de hala yemek yazısını bekliyorum :) Ne kadar detaylı yazmışsın, çok güzel olmuş, eline sağlık, öperim
YanıtlaSilCuma günü geliyor şekerim yemekler, ben de öperim, görüşsek artık...
SilUzun olmasına ragmen butun yazıyı bı mutluluk ıle okudum. Cok guzel yerler kesfetmıssınz, fotograflarda oldukca guzel. Cani görevlisinin oyle yapmasınbenı uzmedı degıl. Kendım Kuran Kursu hocası olunca ve Baban da İmam olunca 🙈 Neyse o an ki osıkolojısı deyıp gecelım. Asi nehrini görünce bende senın kadar şok oldum ve cok uzuldum. Kırsehırde ki seyfe göşü gibi olmuş, ismi war kendi yok 😞
YanıtlaSilTeşekkürler. Asi öyle maalesef, belki kışın artıyordur sular. Cami görevlisi değildi sözünü ettiğim, sıradan bir ziyaretçi, insanları özendireceğine kaçırmak için elinden geleni yaptı. Güzelce uyarı yapabilirdi madem karıştı, çok toy gençlerdi muhatap aldığı kızlar. Neyse maalesef bazıları bunu marifet sanıyor. Sevgiyle...
SilEşim Hataylı ama bir çok mekan not ettim, teşekkürler Nurşen.
YanıtlaSilRica ederim, faydalı olduysa ne mutlu bana. Sevgiler...
SilSevgili arkadaşım,sakın Antakya da tepsi kebabı yemeden gelmeyin emi.Ama çarşıdaki gerçek Tepsi kebabını... Pek çok şeyini sevdim bu şehrin,ama en çok tadı damağımda kalan tepsi kebabıdır ...Sen et lere kebaplara düşkün değilden de bu kebabı başka yerde yiyemezsin,bu tadı da başka yerde tadamazsın :) Kardeşine ,arkadaşına ve Antakyaya sevgiler...
YanıtlaSilNalancım selam,
SilAntakya'dan döndük geçen hafta,bunlar izlenimler, orada yazmam mümkün değildi. Tepsi kebabı yemedik maalesef ama onu Antalya'da bir Antakya restoranında yemişliğim var, çok ağır geldi bana, o yüzden hiç düşünmedim yemeyi ama kağıt kebabı yedim bak, onu beğendim :)Bizden de sana çok sevgiler, selamlar...