Vee geldik Antakya'daki son günümüze, sıkıldınız mı? Sıkılmadınız umarım, sıkılmayın, en heyecanlı yazı var daha sırada, yemekler :)
Bu sabah arkadaşın evinde uyandık ve toparlanıp Harbiye'ye, Döver Köyü'ne kahvaltıya gittik. Gittiğimiz mekan yeşillikler içinde pek hoş bir yerdi, hafta içi olduğu için de ilk etapta tek konukları bizlerdik. Kalkmamıza yakın birkaç kişi daha geldi.
Masamıza yerleştik, çoğunluğu defne ve zeytin olan ağaçların, doğanın, temiz havanın tadını çıkardık. Az sonra çayımız da geldi:
Bahçenin bir köşesindeki fırının başında iki kadın ekmek yapmakla meşguldu, nitekim az sonra o şahane ekmekler bizim masaya gelecekti. Kahvaltıdan hiç bahsetmeyim, yemek yazısına kalsın ama o kadar çok şey geldi ki sofraya, bir serpme kahvaltıda bu kadar çeşit görmedim desem yeridir. Çoğuna çatalımızı bile değdirmedik, yemenin de bir sınırı var, çoğunu da bitiremedik, esasında israf olduğunu düşünüp üzüldüm. Ödediğimiz para ise gelen nevaleyle kıyaslanmayacak kadar hesaplı idi, Arsuz'daki restoranın kulaklarını çınlattığımı anlamışsınızdır :)
Karnımızı doyurunca bahçede ağaçlar arasında gezindik, zeytinlere sarıldık falan, sonra kahveler geldi (süvari) içtik ve kır bahçesinin sahibine teşekkür ederek ayrıldık. Antakya'ya gideceklere tavsiyemdir, yemek postunda detay vereceğim.
Hazır Harbiye'ye gelmişken arkadaşımız bizi "Zeytin Konağı" isimli çok hoş bir cafe-bara götürdü. Bulmak için biraz dönüp dolaştık ama değdi, çok keyifli bir mekandı:
Harbiye'den sonra tekrar şehir merkezine dönüp görmediğimiz sokakları keşfe koyulduk. İlk iş Protestan Kilise'sine gidip içeriyi görebilmek için şansımızı denedik ama "ııh", almadılar içeri.
Bina şehir Fransız yönetimindeyken elçilik ve Fransız Bankası olarak kullanılmış, 2000 yılında ise Güney Kore Metodist Kilisesi tarafından Protestan Kilisesi'ne çevrilmiş. Bina dıştan çok güzel görünüyor, taş bir bina ama ne yazık ki içini görmek mümkün olmadı.
Şehrin sokaklarında dolaşmaya devam ettik biz de.
Ara sokaklarda epeyce graffiti var ama çoğunu fotoğraflamamışız, çektiklerimizin önünde de kendimiz varız :)
Uçağımızın saati yaklaştığı için şehirle vedalaşıp ayrılıyoruz, bir süre de evin civarındaki sokakları keşfediyoruz. Mahalle havasını korumuş, bol çiçekli, neşeli görünümlü evler, ara yollar görüyoruz.
Her güzel şeyin bir sonu var; kendisi soluk olsa da ruhu renkli Antakya'ya, susuz kalsa, pis koksa da yağmurlarla şenleneceğini düşündüğümüz Asi'ye, Habib Neccar Dağı'na, kızıl gözlü dev rüzgar türbinlerine, konuksever, cömert ve canayakın insanlarına, bizim için yorulup can-ı gönülden koşturan arkadaşımıza veda ediyoruz. Hepsine ama en çok arkadaşımıza sonsuz teşekkürler.
Yine görüşmek dileğiyle...
Aa bitti mi :( Ne güzeldi bu yazılar, yeni "geleneksel bacısal seyahat etkinliği" yazılarını özleyeceğim :)
YanıtlaSilÇok davet aldım.. Gidemedim... İnşallah... Geniş zamanlarda giderim...
YanıtlaSil