.

.
.

29 Ekim 2025 Çarşamba

ANTALYA ANTALYA BULUNMAZ EŞİN :)

Sonunda Antalya...

Diş ağrımın dışında sıkıntısız bir yolculuk sonrası Antalya'ya ulaştık. Ama öncesinde bahçeye uğrayıp bir göz attık. "Bakarsan bağ, bakmazsan dağ" olur atalar sözünün doğruluğunu bir kez daha teyit ettik, diz boyuna ulaşan otlar sayesinde pantolonum boydan boya pıtrak oldu. Ağaçlarda tek bir badem yok, olanı da dolu halletmiş. Neyse ki bahçe girişindeki zeytin hatırımızı kırmayacak kadar ürün vermiş, topladık eriştiğimiz kadarını. Diğer beş zeytin ise henüz yaban mersini boyutunu aşamamış, yağmur yağarsa belki.

Pandemi başından bu yana kendi haline bıraktık bahçeyi, bir yaştan sonra zor oluyor ilgilenmek, sanıldığından ve düşünüldüğünden çok daha yorucu bahçe işleri, benim zaten ne ilgim, ne becerim var bu konuda, Kocam Bey'in sorumluluğundaydı, o da boşladı. Zeytinlerimizi aldık, pıtraklarımızı silkeledik, Antalya'ya yarım saat uzakta, bir yaylada olduğundan sonbaharı başlamış bahçeyi arkada bırakıp Antalya'ya yollandık.


Bizi nefis bir hava karşıladı, soyunduk dökündük, kazakları çıkarıp tişört giydik, pantolonlar yerini şorta bıraktı ve dinlenmeden işe giriştim. Sağolsun yardımcı kadın ben gelmeden evi temizlemiş ama adet olduğu üzere hiçbir ıvır zıvırı aldığı yere bırakmamış. Bu beni temizlikten daha çok yorsa da ağrıyan dişim eşliğinde en azından bir-iki odayı eski haline getirebildim, valizleri açtım. Gelmeden verdiğim online siparişleri dolaplara yerleştirdim. O sırada eviyenin altındaki borunun su kaçırdığını farkettim. Dolapta ne varsa balkona çıkarıp mıntıkayı boşalttım, Kocam Bey'i tamirci bulmaya yolladım ama usta bulmak o kadar kolay olmadığı için ertesi güne kaldı.  Günün sonunda sürünerek yatağa gittim. Ertesi gün öğleden sonraya kadar kaldığım yerden devam ettim, öğleden sonra kaymış olan tipimi biraz düzelttirmek için kuaförün yolunu tuttum. Yan koltukta ben yaşlarda bir kadın da saçını boyatıyordu, abartılı yüksek bir sesle sürekli bir şey anlatmaktaydı. Boyanın bekleme sürecinde çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başlayınca döndü, "Aaa ben de çok kitap okurum ama bu aralar okuyamıyorum" buyurdu. "Olur öyle bazen" dedim, kitaba döndüm ama açıklama ihtiyacındaydı, rahat vermedi. "Yaz başı 4 kitap aldım hala duruyor" dedi. "Dursun, bahtı açılır" diyecektim, dilimi ısırdım. "Elbet bir gün okursunuz" dedim. O hala kitapseverliğini anlatmakta iken bereket kuaför saçını yıkamaya çağırdı da kurtuldum. Tipim biraz düzelince kuaförden çıktım, bir yaz boyunca özlemini çektiğim peynirlerime kavuşmak için peynir marketine, oradan da diş eti yaralarım için eczaneye uğrayıp eve geldim, yemek yaptım ve ağrı kesici alıp yatağa koştum. 

Ve sonunda dün gelmeden biletlerini aldığım Festival'ime kavuştum. Varsın evde kaos hüküm sürsün, ne gam 😄

Hava iki günün aksine naneliydi, gökyüzünde her an yağabiliriz diyen bulutlar toplanmıştı. Kalabalıktı mekan, yerler numarasız olduğu için başlama saatine yakın kapıda sıraya giriyor, barkodlarımızı okutup bulduğumuz yere oturuyorduk. İlk fim "Mad Pills To Pay" isimli bir Amerikan yapımı, diğeri ise çevre sorunlarını konu alan yerli bir yarışma filmiydi: "Aldığımız Nefes". Her ikisine de bayılmadım ama pandemiden bu yana özlemle beklediğim festivalin içinde bulunmaktan keyif aldım.

Diş hekiminde randevum olduğu için oyuncuların söyleşine kalmadan çıktım sinemadan. Hava yağdım yağacağım diyordu, ne otobüs, ne taksi bulabildim, neredeyse koşar adım ulaştım kliniğe. Muyanem yapıldı, sorunlu dişin röntgeni çekildi tekrar. Bu seferki diş hekimi bir çatlaktan şüphelendi ama bir hafta süre tanıdı, yanlış bir şey yapmayalım, belki kendiliğinden geçer ağrı, geçmezse kanal tedavisi uygularız diyerek önümüzdeki hafta için randevu verdi. Sürekli ertelene ertelene dişim ağzıma dökülmeden umarım bir çözüm bulunacaktır, ben hala ağrı çekmekte, yemekleri neredeyse çiğnemeden yutmakta ve ağrı kesici almaktan midemi perişan etmekteyim.

Klinikten çıktım, 50 metre kadar yürüdüm ve kıyamet bundan sonra koptu. Ortalık kapkaranlık oldu, bomba patlar gibi bir gökgürültüsünün ardından şimşekler çakmaya ve akabinde çakıl taşı boyutunda dolu yağmaya başladı. Önce bir saçak altına, sonra yandaki yufkacı dükkanına attım kendimi. Yarım saat kadar esir kaldım orada, bir an ayıp olmasın yufka mı alsam diye düşünüp sonra kendi kibarlığıma güldüm. Derken yağmur hafifledi ama yerler göl. Şemsiyeyi açıp başımı korudum ama dizlerime kadar suya batarak ulaştım eve. 

Macera bitti sanıyorsunuz değil mi? Yeni başlıyor, içeri bir girdim, salonun penceresi tam kapanmamış, haberimiz yok tabii, dil yağsız kalmış çalışmamış. Şiddetli rüzgar ve yağmurla açılan pencereden içeriye sular dolmuş, pencere önünde duran konsoldaki çerçevelerin hepsi yerlerde (bereket kırılmamış), parkeler, perdeler, halı sırılsıklam. Yıkayıp da kurusun diye serdiğim zeytinler suda yüzüyor. Tam bir cinnet hali. Önce üstümdeki ıslaklardan kurtuldum ve yeniden ıslanmak için faaliyete geçtim. İki saat boyunca kuruladık da kuruladık. Pencerenin kolunu onarmaya çalıştık olmadı, tekrar fırtına çıkarsa diye altına bir şeyler sıkıştırıp açılmasını önledik. Halının, zeminin ve perdelerin kuruması için elektrik sobasını çalıştırıp kendimiz de kanepeye serildik. 

Sabah kalkınca ilk iş dünkü ıslak giysileri makineye atmak oldu, ardından Kocam Bey gidip komşu demirciyi çağırdı bir baksın diye. Meğer arızalı değilmiş, yağsız kalmış, ben akşam bebeyağıyla yağlamıştım ama kapanması için zaman gerekiyor haliyle. Usta VD40 püskürtüp tekrar yağladı ve kapandı pencere, bize yapacağını yaptıktan sonra tabii. Şimdi geriye eviye altı boru çatlağı var, onu da evin kalan yüzde 50'si halletsin. Ben birazdan toparlanıp "Noir" filmini izlemek için festival alanına gideceğim, akşam da Ferhan Şensoy Belgeseli'ne biletim var. 

Hepinizi bugün güneşli yüzünü tekrar gösteren Antalya'dan sevgiler...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder