.

.
.

28 Ağustos 2025 Perşembe

RUTİN DIŞI 3




Rutin Dışı blog birlikteliğimizin 3. yazısı bir tevafukla gerçekten rutin dışı oldu. Hani 2. yazıda sabah vızıltısıyla uyandığım sinekten hareketle çocukluğuma dönmüş, dedemin bahçesini anlatmıştım ya, o yıllarda çok sıkılsam da  hepi topu bir haftalık bu ziyaretleri şimdilerde nostalji duygusuyla anıyorum. Babamın ölümünden bu yana bir türlü çözüme ulaştıramadığımız, her yıl niyet edip bir türlü gerçekleştiremediğimiz, yerinde halledilmesi gereken bir resmi işlem vardı. Bloga girdiğim postun akabinde çözüm bir imzaya kaldı şeklinde haber gelince, tevafukun böylesi dedim ve dün rutin dışı günübirlik bir seyahat gerçekleştirdik Kocam Bey'in sürücülüğü ve kız kardeşin eşliğinde. Alt tarafı atılacak birkaç imza için 600 küsur km yol yapılır mı desek de başka çözümü yoktu ve belki de son kez babamın memleketini görmüş olmak hoşumuza gidecekti. Gelgelelim en son gidişimizden bu yana ki 15 yılı vardır, yol yol olmaktan çıkmış, devasa tırların cirit attığı bir yarış alanına dönmüş. Geçen yıl Hollanda'ya gittiğimde sanırım ömrüm boyunca gördüğüm toplam bisiklet sayısının birkaç katı bisiklet gördüm demiştim, bu sefer de bu yaşa kadar rastladığım tır sayısından daha fazla tır gelip geçti iki yanımızdan. Çok korkutucu, başka sürücülere karşı saygısız ve çok kornaseverdiler. Korna da kornadan ziyade vapur düdüğüydü adeta. 

Günübirlik bir gidiş olacağı için sabahın 5'inde koyulduk yola, güneş Gölbaşı'nı geçtikten çok sonra yüzünü gösterdi. Gündüz saatlerinde kirloz ve pasaklı göl karanlıkta üstüne vuran ışıklarla peri kızı havasındaydı. Bu arada nereye gittiğimizi söylemedim sanırım, Niğde'nin kazalarından birine, Ulukışla'ya doğruydu rotamız. Hem anne, hem baba tarafından Niğdeli olsak da ne ben, ne kızkardeş orada yaşayan büyükleri ziyaret  dışında Niğde'de de, Ulukışla'da da  yaşamadık. Aslında heyecanlıydık, ben 15 yıldır, kız kardeşse neredeyse ergenliğinden beri ilçeye adım atmamıştık. Arabanın termometresi 19 dereceyi gösterirken Tuz Gölü'ne vasıl olduk, birer çay içip ayılalım diyerek açık bulduğumuz bir tesise attık kapağı ama çaydan önce gölü görmemiz ve dahi fotoğraf çekmemiz gerekirdi değil mi 😀 Paldır küldür indik merdivenlerden, tesisin bahçesine çıktık. Tam gölün kıyısına gideceğiz, iki tarafına flamingolar kondurulmuş takın altında poz vereceğiz, o da ne? İki adet köpek bize doğru hamle etmesin mi? Ben korkak Leylak tesise doğru ters hamle ettim kaçmak için, bereket Kocam Bey yanımızdaydı, köpeklere doğru gidip sohbete başladı. Meğer sevilmeye gelirmiş garibimler. Bekçi diye koydular bizi kırtlayacaklar sandık ahahaha 😂 Fotoğraflarımızı çektik ve çay içmek için yukarı çıktık. Elimizde çay bardakları mekanda dolaşırken tanesi 10 lira yazan isimli anahtarlıklar çarptı gözümüze. Bu devirde 10 liraya ne bulursan alacaksın arkadaş, zira o fiyata bir şey yok 😂 İşi komiği çok sık rastlanan kardeşimin ismini bulamadık ama neredeyse böyle durumlarda hiç rastlanmayan benim ismim denk geldi, 10 lira yahu alınmaz mı 😂



Yaz sıcağı ve susuzluk nedeniyle iyice kuruyup çekilmiş ve uzaklara kaçmış Tuz Gölü'yle görmeyeli epey boy atmış, şerefinin Çanakkale'de çok şehit vermelerinden kaynaklandığını yenilerde öğrendiğim Şerefli Koçhisar'ı arkamızda bırakıp Aksaray'a müteveccihen (bu kelimeye bayılıyorum) yola devam ettik. 

Aksaray girişinde yılların Ağaçlı Tesisleri'nde bir mola daha verdik, bu defa oturmalı. Tesis daha açılmamıştı, geçici hizmet veren bir emmi bize bulaşık suyundan az hallice birer nescafe yaptı, yanına tadına bakalım diye Aksaray simidi aldık, ikisini de bitiremedik. Simit tatlımsı, nescafe ise tatsızdı. Kalkıp yola devam edecekken bazı huylarda yapışık ikizim olan kız kardeş yeni açılan hediyelik eşyacıya daldı (huyumuz kurusun, hediyelik eşya ve müze satış mağazaları özel ilgi alanımıza girer), biz arabayı park yerinden çıkarana kadar elinde iki adet Aksaray magnetiyle geldi. Görmediysek içinden de mi geçmedik yani 😂 Aksaray içinde komik heykeller var, atının üstünde cüce gibi duran, kılıcı kendinden haşmetli 2. Kılıçaslan, Aksaray Manaklısı denildiğini heykelin kaidesinden öğrendiğimiz devasa ama çok sevimli bir köpek-araç trafiğinden çekemedim, netten aldığımı aşağıya iliştiriyorum-ve bir adet Genç Osman şehirden çıkana  kadar selamlaştığımız ünlülerdi. 



Yıllar önce Niğde'ye gidip gelirken Aksaray ile Niğde arası bitmek bilmezdi, şimdi şehir o kadar büyümüş ki neredeyse mesafe kapanmış, her yerde bir tesis. Şehri terk ederken Hasan Dağı bütün görkemiyle serildi önümüze, çok severim kendilerini. Ne hikmetse sevdiğim dağlar hep erkek, Kimi Hasan, kimi Bey, kadınlara yakıştıramıyorlar herhalde isim vermeyi, oysa ne dağ gibi kadınlarımız var.


Araba camı arkasından bu kadar oluyor, Hasan Bey bize kâh karşımızdan, kâh yanımızdan uzun süre eşlik etti. Ulukışla'ya yaklaşırken ardımızda bıraktık dönüşte görüşmek üzere. Hasan'a veda ederken bir başka tanıdığa "Merhaba" dedik, "Kardeşgediği Köprüsü". Ereğli yol ayrımının az ilerisinde (yenisi de yapılmış ama biz eskisini daha çok severiz). Bu bir demiryolu köprüsü, babamın dedelerinin kurduğu köyün içinden geçen demiryolu şimdilerde D.100 denilen, bizler için hâla E5 olan karayolunu bu köprünün üstünden aşar. Vakt-i zamanında babamın köyünde yaşayan bir amca demiryolu boyunca yürürken rayların üstünde iri bir taş görür, trene zarar vermesin diye taşı kaldırıp yana koymak ister ama o kadar ağırdır ki çekemez bir türlü. Uğraşıp didinirken taş kayar ve kendisi de taşla beraber köprüden aşağı asfalta düşer. Görenler koşup gelir, "Ne oldu, yaralandın mı, kırık çıkık var mı, iyi misin?" diye sorarlar, cevap şudur: "İyiyim ama biraz yoruldum". Babam pek çok kez anlatırdı bunu ve her seferinde gülerdik, köprünün altından geçerken ismini unuttuğum bu amcayı andım yine. 


Yolun solunda bir önceki yazıda söz ettiğim bahçelerin olduğu mevkiden geçtik, arka taraflarına binalar, tesisler yapılmış, önde tek tük ağaç, dönüşte fark ettim ki bahçe sökülmüş ama ev viran duruyor, hızdan fotoğraflayamadım ama içim bir tuhaf oldu.

Sonunda Ulukışla göründü, Belediye Başkanı'na "Hoşbulduk" diyerek merkeze geldik. 


Küçük bir pazar yerinin yanına park ettik. Belediye binasını sorduk ama gideceğimiz yerin Kaymakamlık'ta olduğunu öğrenince gerisingeri arabaya binip şehrin girişine döndük, son gidişimizden sonra yapıldığı belli olan Abdülhamit Han Köprüsü'nden geçerek Kaymakamlık binasına ulaştık. Arabayı parka bırakıp işimizi hallettik, neyse ki uzun sürmedi, arabamıza "Sen burada bizi bekle Tombik (Umut o ismi taktı)" dedik ve merkeze yürüyerek dönmeye karar verdik, niyetimiz dedemin evini aramaktı.

Şehri 15 yıl öncesinden bile çok değişmiş bulduk. Çocukluğumda apartman sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi, son gelişimde yavaş yavaş artmaya başlamıştı ama bu sefer hem TOKİ, hem müteahhitler iyi çalışmış. Adana'da yaşayıp da yazın yayla diye gelenler de epey inşaat yapmışlar belli. İlçenin karakteri çok değişmiş, E5'ten karşıya geçip (bereket trafik ışığı koymuşlar, vızır vızır tırlardan, kamyonlardan karşıya geçmek mümkün olmazdı, babaannem yıllar önce bu yolda, karşıdan karşıya geçerken bir kamyonun çarpması sonucu vefat etmişti) yamacı tırmandık. Bakalım dede evini bulabilecek miyiz?



Bir yamaçtan bir yamaca şahin uçurduk, fotoğrafta çok belli olmuyor ama karşı tepeler sanayi tesisleri ve fabrikalarla dolmuş, bomboştu çocukluğumda. O yıllarda müthiş kar yağardı şehre, trenler kara saplanıp kalır, demiryolcu olan dedem trendeki yolculara üzülür, vagon dolusu insanı ısınsınlar ve yemek yesinler diye toplayıp eve getirirdi. Babaannem ne yaparsa yapsın, gamdan azade olduğun söylemiştim değil mi 😂 Çocukluğumun bu küçük kasabasının ilerleyen yıllarda sanayi şehrine dönüşeceğini rüyamda görsem inanmazdım. 


Ulukışla'nın çöp konteynerlerini Picasso tasarlamış galiba, soyut bir resme benzemiyor mu? 😀

Sağa sola, acaba evi bulur muyuz diye bakınarak ilerledik, ev yıllar önce satıldı ama alan kişi bakım yapıp oturuyormuş içinde. Son geldiğimde babamın amca oğlu göstermese o ev olduğunu bilemezdim. Bomboş bir tepenin eteğindeki tek evdi, iki katlı, beyaza boyalı bir bina, dedem kendi elleriyle inşa etmiş. Bana gösterilense pembe renkli, bahçe içinde, etrafı başka binalarla çevrili ve hiç öyle tepede falan değil, basbayağı düzlükteydi, tepe de mi eridi acep yıllar içinde 😀 Bu yıl gördüğümse iyice şaşırtıcıydı, iğne atsan ev çatısına düşecek o derece sıklaşmış binalar. Yolda sorduğumuz bir kişi kuzenimin sınıf arkadaşı çıktı ve bize tarif etti, ev bu defa yeşile boyanmış, sahipleri Hacca mı gitti acep? Aradık, taradık, yokuş çıktık, iniş indik, gördüğümüz tek yeşil ev şu oldu:


Epeyce elden geçmiş belli ki, alan kişi çok ilgilenmiş, bahçe yoktu o zamanlar, alınca dikilen ağaçlar bile kocaman olmuş. Güle güle otursun. Çok anıya ev sahibi bu bina.

Tanıdığımız yollar tanımadık olmuş, iki taraf apartmanlar dolmuş, tek tük eski bina kalmış, çoğu metruk ya da ucuzundan Adanalı yaylacılara kiralanmış. Yürüye yürüye Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı'na geliyoruz. Çocukluğumdan bu yana şehrin en kocaman yapısıdır ama içine hiç girmişliğim yoktu, hep kapısı kilitli olurdu, bu defa açık ama niye, çünkü tarihi binayı otogar yapmışlar, içinde otobüs yazıhaneleri var. 


Koca binayı kadraja sığdıramadım haliyle, şuradan aldım fotoğrafı. Zaman zaman kışla olarak kullanılan ve şehre adını veren yapıyı adından anlaşıldığı gibi 1615 yılında Öküz Mehmet Paşa yaptırmış. Meğer Öküz'ümüz Ulukışla'lı imiş, hemşerim canım benim 💜 Yalnız lütfen yanlış anlamayalım, öküz lakabı babasının önce Ulukışla'da, sonra İstanbul'da öküz nalbantlığı yapmasından geliyormuş, önce babasına, sonra oğluna bu nedenle yakıştırılmış bu isim. Kendisi aşağıdaki şahıs, Kışla'nın önünde redif sesi değil, Paşa heykeli var bu sefer, ne derece benziyor orasına da tarihçiler karar versin:


Yapıyı dolaştık, dediğim gibi otobüs yazıhaneleri, bir kadın el sanatları işliği, müzik atölyesi, muhasebeci vs vs. Tek ilgi çeken şey Faruk Nafiz'in içinde Ulukışla'nın ve bu hanın adının geçtiği şiirin yer aldığı bir tabelanın duvara iliştirilmiş olması idi:

 Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
    Bir dakika araba yerinde durakladı.
    Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,    
    Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...    
    Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,    
    Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.   

Babam çok severdi bu şiiri ve sık sık söylerdi. Biz de kız kardeşle tabelanın önünde fotoğraf çektirip babamın ruhuna bir selam gönderdik. Han'dan çıkıp şehir meydanına geldik yine, şu çirkin Saat Kulesi'nin olduğu yere. 


Cadde boyundaki binalar yenilenmemiş, dükkanlar var altlarında. Şu ikinci binada, uzun pencereli, eski görünüşlü olanda babamın ilkokul arkadaşı oturmuş çocukluğunda, sonra da aileden birinin yakını doktor,  mecburi hizmetini yapmıştı burada ve bu binada oturmuştu o süre boyunca, rahmetli oldu Eker Abi genç denecek bir yaşta, huzurla uyusun, onu da anmak varmış bu seyahatte. Yemek yemek için bir yer aradık ama hiçbiri içimize sinmedi, yemekten vaz geçip hatırladığım yerde duran fırından pide ve Ulukışla'nın çocukluktan tadı damağımda kalan tahinli pidesinden aldık, Bu kadar nefis olur, aynı tat hala devam ediyordu. Kızkardeş peynir almaya gitti, biz de Kervansarayın içindeki çay bahçesi sandığımız yere girdik, meğer kahvehane imiş. Neredeyse şehrin tüm erkekleri kirloz yeşil örtülerde kaplı yuvarlak masalarda çay-sigara içip okey vs oynuyordu. Bir masaya biz de çöktük Kocam Bey'le ama ortam o kadar testosteronlu ve pis idi ki rahatsız oldum. Çay vs ısmarlamak için genç garsonu çağırıp sipariş verdim, az sonra gelip yukarıda aile salonları olduğunu söyledi, şunu baştan söylesene. Birkaç basamak çıkıp nisbeten temiz ve koltuklu, sehpalı bir yere yerleştik. İçecekler ve beraberinde peyniriyle kız kardeş geldi, dükkanlarda sohbet etmiş, yine amcamı tanıyan bir sürü insan çıkmış. Normal, zira amcam yıllarca o sıradaki dükkanlardan birinde esnaflık yaptı. 


Kervansaray'ın bahçesindeki kuş evi


Aile salonumuz, kaç yüzyıllık taşların arasından boyverene bakın

Karnımızı doyurunca gözümüz yolda oldu yine. Arabayı almaya bu sefer karayolu boyunca gitmeye karar verdik. Caddeye çıkınca Ulukışla'da en sevdiğim yeri gördüm, İstasyon:


Babam bu istasyondaki lojmanlardan birinde büyümüş, çocukluğunu geçirmiş, ilkokula başlamış. Çok anıları vardır burayla ilgili, bir seferinde iddia uğruna rayların içine yatmış ve üzerinden tren geçmiş, korkmadım ama o trenin müthiş uğultusu hâlâ kulaklarımda derdi, babasından bir güzel dayak yediğini de eklemeden geçmezdi. Yine 2. Dünya Savaşı sırasında  mühimmat götüren bir tren vagonu bozulup raydan çıkınca tüm görevlilerin ve lojmanlarda yaşayan kadın ve büyük çocukların vagonu sırtlayıp raylara oturttuğunu anlatırdı. Bir selam daha uçurduk babama ve yürümeye devam ettik. Tarihi ama akmayan bir çeşme gördük, üzerine duvar resmi yapılmış bir trafo ilgimi çekti:


Şaka sanmıştım ama gerçekten "Rana Holtzi" adında bir kurbağa türü varmış, Toroslar'da yaşarmış ve ötmeyen yegane kurbağa imiş. Öğrenmenin sınırı yoktur efenim 😂


Ve üzeri betebe mozaikle kaplı kitsch şaheseri şu cami, tükenmez kalem gibi minareleri, kapının üstüne düşen gölgeyle gülen bir yüze benzeyen yapının mimarı, hiç mi Mimar Sinan eseri görmedin, görmedinse ders diye de mi okumadın yahu?

Yürüdükçe önümüze çıkanlar yetmemiş gibi ardımıza da çok şirin bir yavru köpek takıldı, uzun süre takip etti, sonra elimizdeki pideden verdik biraz, onu yedi, kaybolacak, çarpılacak diye korktuk, çok işlek bir karayolu burası ama terbiyeli imiş bir süre sonra dönüp evine gitti. Sonunda arabamıza ulaştık ve dönüş yoluna koyulduk.

Ama önce uğrayacağımız bir yer daha kalmıştı, babamın dedelerinin Harput'tan göç edip kurduğu Tepeköy. Köyün adı ilk kurulduğunda Körosmanlı imiş, çünkü kuran dedenin adı Osman'mış (benim dede de Osman'dı) ve körmüş, muhtemelen bir gözü kördü, yoksa nasıl gelecek oralardan da burada yurt edinecek. Babam gururla anlatınca dalga geçerdim; Kör olduğu belli ki gelip bozkırın ortasına konmuş. Elalem Harput'tan göçüp Amerika'ya gitmiş, sizinkiler ot bitmeyen bozkıra". Babam bana aldırmaz devam ederdi, "Kör Osman'dan sonra Mor Mustafa, sonra Kambur Bilal...". Söylemesi ayıp dedem de ağır işitirdi, dayanamaz sözünü keser, patlardım, "Sizin sülale hep mi defoluymuş?" Huzurla uyusun hepsi. Tepeköy'ü ziyaret amacımız hem babamın ruhunu şad etmek, hem de çok sevdiği, artık iyice yaşlanan amcasının oğlunu ziyaret etmekti. Köy civarında bir süre önce gümüş madeni bulundu ve işletmeye açıldı. Siyanürlü çalışmalara devam, Kör Osman geleceği sezmiş sanırım ama gümüşün köy halkına faydası olmadığı gibi zararı var da bundan kimsenin haberi yok. Tesisin önünden geçip amcanın evine ulaştık, evde yokmuş telefonla çağırdık, o gelene kadar biraz etrafı dolaştık, şu aşağıdaki harap yapı babamın babaannesinin evi imiş, oturan da yok, ilgilenen de, kendiliğinden çökerse bir iyilik düşünülür herhal:


Köy ben görmeyeli büyümüş, gelişmiş, yeni evler yapılmış, eskiler yenilenmiş, Almancılar ve Adana yazlıkçıları kendilerine yayla evleri yapmışlar. Eskiden iğdeden başka bir ağaç bulunmazdı, şimdi epey yeşermiş. 

Bizi görünce çok mutlu olan, sık sık gelmediğimiz için de sitem eden amcayla bir saat kadar vakit geçirip yolcu yolunda gerek diyerek hareketlendik. Yol uzun, biz yorgun, hava çok sıcaktı. Ankara'ya tam trafiğin yoğun saatinde ulaştık, Gölbaşından eve varmamız Koçhisar'dan Gölbaşı'na varmaktan uzun sürdü.

Yorucu ama nostaljik bir geziyi böylece sonuçlandırdık. Gidenleri andık, kalanlara sağlıklı ömür diledik, yeni gezilere diye totem yaptık. Biraz uzun oldu, buraya kadar gelebildiyseniz gözünüze, gönlünüze sağlık...

26 Ağustos 2025 Salı

RUTİN DIŞI 2

 

Sabahın köründe burnuma konan karasineğin vızıltısıyla uyandım. Sinek de sinek olsa, karıncadan hallice bir şey, ne eni var, ne boyu ama maşallah vızıltısı yerinde. Bir yandan ısrarla burnumun iniş ve çıkışlarında (kendisi Karadenizli galiba, burnum nedeniyle hemşeri olduğumuzu düşündü, yakınlık kurmaya çalışıyor) gezinen yaratığı kovmaya çalışırken bir yandan çocukluğuma döndüm. Dedemin Ulukışla ile Konya Ereğli arasında, E5 Karayolu kenarında bir bahçesi vardı, yaz geldi mi babaannemle birlikte oraya göçerlerdi. Kilometrelerce uzanan bozkırın ortasında o birkaç bahçe bir vaha gibi görünürdü yoldan geçenlere. Güzel olmasına güzeldi, envai çeşit meyve ağaçları, dönümlerce bağ, babaannemin zaman zaman uğraşıp yaptığı bostan çok verimliydi. O boz toprakta bunca ürün nasıl yetişir şaşardınız. Gelgelelim çok ıssızdı, şebeke suyu ve elektrik yoktu. Hatta bir kuyu, bir tulumba bile yoktu. Bahçe kapı önünden ve ağaçların arasından akan arıktan sulanır, içme suyu ise Ulukışla'dan bidonlarla getirilir ya da epey uzaktaki bir kaynaktan doldurulurdu. Haliyle hijyenik bir tuvalet de mevcut değildi, derme çatma tahta bir kulübenin içine kazılmış, üstünde sineklerin ve arıların oğul verdiği bir çukur. Bunların hepsine bir şekilde tahammül edilebiliyordu, serde çocukluk vardı zira. Gündüz ağaçların altında oynayarak, ekşi elma ya da ham erik dişleyerek, asmalardan koruk toplayıp terleterek, topraktan fırın yaparak ya da iki çöpü birbirine çatarak yaptığım bebekle oyunlar kurarak geçerdi ama ah o geceler 😠 Bahçenin girişindeki kerpiç ev iki katlıydı ama alt kat mutfak, bahçe gereçleri deposu ve kiler olarak kullanıldığından kaç kişi olursak olalım üst kattaki tek odaya sığışmak zorundaydık. Büyükçe bir odaydı, baş köşede dedemin iki kişilik pirinç karyolası dururdu, karşılıklı iki sedir, bir masa, birkaç sandalye, hepsi bu kadar. Kişi sayısı arttıkça yüklükten indirilen yer yatakları serilirdi zemine. Elektrik olmadığından gökte ay da yoksa E5'ten geçen araçların titrek farlarından başka bir şey görülmezdi ışık olarak, uzaktan uzağa motor homurtuları gelirdi. Annemin koynuna sokulur, geceyi dinlerdim. Dedem dünyanın en gamsız adamıydı, sıkıntılı bir durum ortaya çıkarsa sağ elini havada sallar ve "Geçer" derdi. Geçerdi gerçekten, böyle diyerek mesane kanserini sağaltmıştı adam. Akşam yemeğini yer, yatsı namazını kılar, hava kararır kararmaz çubuklu pijamalarını giyip kendini yatağa yerleştirir, sonra babaanneme "Sırtımı bastır" derdi. Yorganını bile örtemeyecek kadar beceriksizdi. Sırtı bastırıldıktan beş dakika kadar sonra da horlamaya başlardı. Aman tanrım o nasıl bir horlama idi öyle, E5'ten duyulduğuna eminim 😂 Dinmezdi, bitmezdi. Ömrü boyunca uykusuz olan annem zaten gözleri açık yatardı da küçücük halimle ben bile gecenin çoğunu uykusuz geçirirdim Ezan okunurken yorgunluktan daldığımda ise sabahki sineklerin büyük büyük dedelerinin senfonisi başlardı. Burnumdan kalkar, ağzıma konar, ağzımdan kovalarsam alnıma yerleşir, rahat huzur vermezlerdi. Üstelik sabahki gibi tek başlarına değil sürüsüyle hücum ederlerdi, sabah müziği olarak sinek vızıltısıyla uyanmak bahçede geçen günlerin kaderiydi. 

Şimdi o karayolundan geçseniz ve aynı mevkide bahçenin olduğu yana baksanız ekildiyse buğdaylarla dolu, ekilmediyse bomboz araziler görürsünüz. Dedemin ölümünden sonra kimse ilgilenemedi bahçeyle, bir süre sonra söktürülüp tarlaya dönüştürüldü. Sevmezdim orada geçirdiğim günleri ama yine de içim sızlamadı değil. Aşağıdaki fotoğraf o günlerden: 


Büyük kuzenimle eşeğe binmişiz, yaşıtım olansa inseler de ben binsem gibisinden bakıyor 😀 Kahkülümden tanırsınız sanırım beni, kendisi mütemmim cüzümdür yıllardır. Arkamızda kerpiç bahçe duvarının üstünden taşan iğde çalıları. İğde kokusuna olan meylim o yıllardan mıdır acep?

23 Ağustos 2025 Cumartesi

RUTİN DIŞI 1


Takipçilerim biliyordur, zaman zaman sevgili kaptanımız Lesliyan'ın önderliğinde grup yazıları yazıyoruz. Bir süredir yaz arası vermiştik, dün Akdeniz sularından, Luna'dan seslediği son yazısıyla Mindmills yeni bir davet yaptı. Ancak hâlâ yaz rehavetindeyiz, bir çoğumuz yazlıkta, tatilde o yüzden her gün değil de haftada üç gün yazalım önerisiyle geldi. Aldık bağrımıza bastık tabii ki önerisini ve bugün itibariyle başladık.

Bu yaz hem koşturmalı, hem de bir şekilde rehavet içinde geçiyor. Koşturmaktan o kadar yoruluyorum ki koşturma durumu bitince kolumu kaldıracak halim kalmıyor. Takip eden birkaç gün pestil gibi seriliyorum. Ne istediğim kadar kitap okuyabildim, ne film izleyebildim, ne eş-dost buluşması yapabildim bu ay. Sonunda zincirimi kırdım ve ya hep, ya hiç diyerek üst üste iki gün tiyatroya gittim. İlki uzun zamandır izlemek için fırsat kolladığım, Serkan Keskin'in tek kişilik oyunu "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", diğeri ise daha da uzun zamandır beklediğim "Alevli Günler"di. Aslında üst üste olması benden kaynaklı değildi, ilk oyunun biletlerini Temmuz için almıştım ama organizasyon bir program değişikliği yaptı ve Ağustos'a ertelendi, bir de baktım iki oyun arka arkaya gelmiş. Eh yapacak bir şey yok, gideriz dedik ve gittik netekim 😂

Her iki oyun da açık hava tiyatrosunda idi, hiç sevmem açık havada tiyatro izlemeyi ama el mahkum. Oldukça da uzak bir semtte üstelik neyse bir şekilde vasıl olduk. Geçen ay da aynı mekanda "Bulaşıkçılar" oyununu izlemiş ve sıkı bir yağmur yemiştik üstümüze. Bu kez yağmur yoktu ama fena halde üşüdük, öyle ki yanımıza aldığımız mont ve şal bile fayda etmedi. Ankara havası işte, Fidayda da hanım kızlar fidayda 😀 Sadece üşümekle kalsak iyi, patlamış mısır hışırtıları, arkamızdaki grubun anlamsız ve aşırı yüksek sesli sohbet ve kahkahaları da tüy dikti. Oldukça uzun ve ara verilmeden devam eden bir oyundu "Saatleri Ayarlama Enstitüsü". Serkan Keskin olağanüstü bir oyun çıkarmıştı, prodüksiyon harikaydı fakat oyun fazla uzun geldi açıkçası. Aşırı üşümenin ve oturduğumuz bisiklet selesinden az hallice rahatsız koltukların da payı vardı şüphesiz bunda. Son anda ses sisteminde bir arıza da oluşunca iyice uzadı, üşüye üşüye ayrıldık mekandan. Oyuna hakkını verebilmek için kitabı okumuş olmak gerekli, eminim ki izleyen gençlerin çoğu kitabı okumadığı gibi Tanpınar'ın varlığından bile haberdar değildi en gülünmeyecek yerlerde gülüp, olmadık alkışlarla tepki verdiler. Kısacası üç seferdir tecrübe ediyorum ki o adı çıkmış, oyuna ve oyuncuya saygılı Ankara seyircisinin nesli tükenmekte. 

"Alevli Günler"e Sevdoşum'la gittik ve çok güldük, oyunu da çok beğendik. Artık mekanın düzenini öğrendiğim için yerlerimiz de pek güzeldi, yakından izledik. Bu sefer üşümedik de ama oyun neredeyse 2,5 saat olunca tek sıkıntımız yine koltuklar oldu. Erkan Can, Güven Kıraç, Bahtiyar Engin ve Levent Ülgen harika bir oyun çıkarmışlardı. Tek rahatsız edici şey-sanırım seyircilerin en çok buna güldüklerini bildikleri için-bel altı esprilerin çokluğu idi. Ne diyelim o kadar kusur kadı kızında da olur. Hasılı keyifli bir gece geçirip döndük.


Umut'la yaptığımız Ulus gezisine gelirsek, baktık bizimki tarihi şeylerden hoşlanıyor, Ulus'u daha iyi tanısın dedik. Bu kez rotamızı Roma Yolu'na ve Jülyen Sütunu'na çevirdik. Orijinal adıyla Cardo Maximus yakın tarihte restorasyona alınıp ortaya çıkarılmış. Ulus Şehir Çarşısı'nın hemen yanında ve yol seviyesinden aşağıda kalan Geç Roma dönemine ait kalıntı 216 metre uzunluğunda, 6,7 metre genişliğinde. Yan taraflarında yayalar için kaldırımlar da mevcut. 

Romalı olmadığımız için Roma Yolu'ndan yürüyemedik haliyle 😂 Yan taraftan devam edip şimdilerde Sosyal Bilimler Üniversitesi'nin sınırları içinde kalan Julianus Sütunu'na yönlendik. Girişteki görevlilerden izin alıp bahçeye girdik ve hem sütunu, hem de zeminin altında kaldığı için kalın camlarla koruma altına alınmış harabeleri gördük. 

Roma İmparatoru Julianus Persler'le savaşmak için yola çıkıp yolunu da Ankara'dan geçirince, "Gazan mubarek ola Julianusumuz, yen küffarı" diyerekten şerefine dikilmiş bu sütun 362 yılında. O yıldan bu yana da ara sıra bakımı yapılarak süzülüp durur. Belkıs Minaresi, Kıztaşı gibi isimleri olsa da kime niyet diktiyseniz onun adıyla anınız lütfen 😂 Çocukluğumda bu sütunun üstüne her yıl leylekler yuva yapardı. Epey zaman sonra önünden geçtiğimde tepesine dikey metal çubuklar dikildiğini gördüm, sanırım leyleklerin dışkıları zarar veriyor düşüncesiyle yuvayı engelleme amaçlı yapılmış. Şimdilerde ise tekrar restore edilip temizlenmiş, leylekler yok ama anısı kalsın diye bahçeye modelleme yapılmış;

Umut sütunu da, bahçedeki tarihi çeşmeyi de, yeraltındaki kalıntıları da ilgiyle izledi, hepsini tek tek fotoğrafladı, kadrajı nasıl ayarladı orasını bilemeyeceğim 😊

Julianus'la vedalaşıp daha halk tipi bir yere Ulus Hal'ine uğradık, çok kalabalık, çok gürültülü idi. Direkt geçip daha kalabalık ve gürültülü bir yere, Sulu Han'a indik. Her yer yapma çiçek, düğün, kına malzemesi, boncuk cıncık satan dükkanlarla doluydu. Umut'un çok ilgisini çekti, hepsini dolaşıp hatıra olarak bir deniz kabuğu satın aldı. Çocuk bana çekmiş, ilk gittiği yerden mutlaka bir anı eşyası almadan ayrılmıyor 😊

Sıcağa ve yorgunluğa daha fazla dayanamayıp evimizin yolunu tuttuk. 

Rutin Dışı 2'de buluşmak dileğiyle...

21 Ağustos 2025 Perşembe

GEZELİM, ÖĞRETELİM / 21 AĞUSTOS

Umut üç gündür bizdeydi ve zamanı değerlendirip Ankara turlarımıza devam ettik. Umarım bunlar ileride babaanne ile yapılan geziler olarak güzel anıları arasında yer alır. Benim babaannem ile hiç güzel anım yok. Farklı şehirlerde yaşıyorduk, yılda bir-iki kez görüşebiliyorduk, o zamanlarda da pek kaynaştığımız söylenemezdi, hele de kuzenlerle aynı zamanda bulunuyorsak ilgisinin ibresi daima onlardan yana dönerdi rahmetlinin. Kızının çocukları olmasından mı kaynaklanıyordu, benim içe kapanık  ve çekingen bir çocuk olmamdan mı bilmiyorum. Babam ilkokulu bitirip okumak için ayrılmıştı yaşadıkları küçük ilçeden, büyük halamsa evlenene kadar ailesiyle birlikte kalmıştı, bundan kaynaklı bir yakınlık da oluşmuş olabilir. Kısacası sevgi ilgiyle büyüyor. 

Umut'la ilk günümüzde Kale'ye gitmeye karar verdik. Evvelki yıl da bir kez gitmiştik ve çok hoşuna gitmişti. Koyunpazarı ve Atpazarı olarak tanıttığım yerleri uzun süre Koyun Sokak ve Eşek Sokak olarak hatırlamıştı 😂 Koyunpazarı yokuşunu sıcakta ne onun, ne de benim tırmanacak takatimiz olmayacağı için taksiye bindik. Çok sempatik bir şofördü ve aracı yeni devralmış, bizimle siftah yaptığını söyledi, Umut sıcaktan şikayet edince de "Emrin olur" diyerek klimayı açtı. Karşılıklı sohbet ederek ulaştırdı bizi Kale'ye, Umut'a korna çalıp el sallayarak veda etti.

İlk durağımız Umut'un çok sevdiği fındıkkıranlardan bir koleksiyon bulunduran Kurşun Asker Cafe oldu. 


Fotoğrafta gördükleriniz buzdağının görünen yüzü, binlerce fındıkkıranlı obje var, tozu nasıl alınır, nasıl korunur bilemedim. Bunların yanı sıra bir miktar da kirloz ve Çaki kılıklı taşbebek mevcut ama asıl taşbebekler Kale'nin girişinde, soldaki cafede. Bu kadar çok olunca insan bebekten soğuyor 😀 Ben portakallı kahvemi (fena değildi), Kocam Bey çayını, Umut limonatasını içip cafe içi keşfimizi de tamamlayınca Kale surlarını fethe çıktık. 

Surlar fındıkkıranlardan daha çok ilgisini çekti Malçokoğlu Ummut Bey'in 😂 Kahve içerken bahsettiğim, çocukluğumda geldiğimiz eski bir ahbabın Kale'deki evine de taktı kafayı, neredeyse tüm evlerin önünde durup "Burası mıydı?" diye sordu, en sonunda viran birini gösterip "Hah işte, burasıydı" diye salladım da rahatladı 😃

Kale sırtlarından Atakule'ye şahin uçurduktan sonra tırmandık surlara ama bir de bana sorun nasıl tırmandım. Sanırım eski insanların bacakları 2 metre falanmış, o yüksek merdivenlerden nasıl inip çıktınız bre gafiller. Hiç mi düşünmediniz yıllar yıllar sonra diz protezli bir Leylak da buralara gelmek isterse diye. Torun hatrına "Dayan dizlerim dayan" diyerek çıktım tepelere.


Umut'sa arasıra gözlerine giren güneş dışında hayatından memnundu. Surların yapılma sebebinden, açılan hendeklere, hendeklerin üstündeki akşamları kapatılan köprülere, gözetleme kulelerinden küffara atılan oklara, düşmanın tepesine dökülen kızgın yağlara, mancınıkla atılan Rum ateşlerine kadar ne anlattıysam dikkatle dinleyip, anlamadığı yerleri tekrar tekrar sordu. Hoş eve dönünce epeyce kızgın yağ döktü kafama kafama, ben de ona ok attım 😂


O kadar sevdi ki olayı, karşıda görünen Kale burcuna da gidelim diye tutturdu, babaannesini mefta etmek gibi bir niyeti vardı sanırım, "Orası ziyarete kapalı" diyerek ikna ettik zor bela. Sıcağa rağmen çok kalabalıktı Kale, keşke insanlar içtiklerinin şişelerini, yediklerinin paketlerini de sık yerleştirilmiş çöp kutularına atsalardı, surlara bitişik bir evin çatısı silme pet şişe ve cola ambalajı doluydu.

Umut gönülsüzce, biz memnuniyetle ayrıldık güneşin oklarını tepemize gönderdiği Kale'den. 


Bir dahaki yazıda Ulus civarını arşınlamak dileğiyle. Bu akşam uzun zamandır aklımda olan ve merak ettiğim bir oyunu izleyeceğim, oldukça heyecanlıyım: Serkan Keskin'in tek kişilik oyunu "Saatleri Ayarlama Enstitüsü". Kalın sağlıcakla...




16 Ağustos 2025 Cumartesi

HAFTA BİTERKEN

Dün iki saatimi kesim ve boya için kuaför salonunda geçirdim, çok sıkıldım, üstelik normalde pek konuşmayan, biraz da peltek olan kuaförüm tatilden yeni dönmüştü ve anılarını anlatmak için epey hevesliydi. Yarısından çoğunu anlamadığım konuşmanın başında önce kesim yapılmasına karar verildi. Müdavimi olduğu bara girip "Her zamankinden" diyerek içki isteyen bir müşteri gibi "Nasıl keselim?" sorusuna ben de "Her zamankinden" dedim. Ne hikmetse bu seferki pek her zamankinden olmadı, üstelik ödediğim ücret de her zamankinden daha yüksekti. Cümle esnaf ülkenin gidişatına ayak uydurdu anlaşılan. Bir yıkayalım bakalım, makas izleri gidince belki her zamankine biraz benzer, benzemezse de kökü bende nasılsa, üstelik çayır gibi çabuk uzayan bir cins.

Kesim bitip boya işlemine geçildi ve son fırça darbesiyle tatil anılarından kendimi kurtarıp salondaki koltuklardan birine yerleşerek kitabımı çıkardım. Sessizlik sen ne güzel bir şeysin. Her yeni kitabını okuduktan sonra bir daha almayacağım kesin kararını verip son çıkan kitabı görünce "Ay hadi bunu da alayım" diyen iradesizlerden olduğum için kitabımın ismi "Öpsem Öldürürler Öpmesem Öldüm"dü ve kitabın yazarı kimdi bilin bakalım? Evvet, doğru bildiniz ve kitaptan bir sayfa okuma hakkı kazandınız: Selçuk Altun. Düşündüğünüz gibi konu diğerlerinin farklı şahıslarla tekrarı gibiydi. Fedakar ve şefkatli bir dede mevcuttu her kitaptaki gibi, kahramanımız İstanbul sokaklarında turluyor ve okuru detaylarla özendiriyordu (itiraf edeyim yaşadığım şehrin sokaklarında onun kitaplarını okuduktan sonra daha başka gözle geziyorum). Pek çok diğer kitabındaki gibi kahramanımıza ummadığı yüklü bir miras kalıyordu, estetler ve tek dizeyle bile olsa Oktay Rifat her daim mevcuttu. Soru ekleri olması gereken yerden farklı kullanılıyordu, Serendip ya da Serendipity kelimesi mutlaka bir şekilde kitaba giriyordu, yazarın deyimiyle bir "Nobelist" (az bilinen olması şart) sayfalardan birinde boy göstermezse olmuyordu. Kitaplar mı, onlar zaten hep vardı ve Selçuk Altun'un yazdıklarına bizi çeken de buydu, kitapseverleri almayacağım sözünden çark ettiren asıl sebep. Son 30 sayfayı saçımın yıkama zamanı gelinceye kadar okuyup kitapla vedalaştım, kahramanımız sağ bacağı diz altından kesik Lâl'e proteze alışma çalışmalarında yardımcı olurken ben de saçlarımı kuaförün ellerine teslim ettim. 

Çıkışta yepisyeni saçlarımla birkaç alışveriş için mahallede kısa bir tur attım. İlk karşıma çıkan şey iki bina ötedeki medikalcinin önünde oturan, protezini sandalyesine dayamış, sol bacağı diz altından kesik adam oldu. Selçuk Altun kitaplarında çok rastlanan böyle tevafukların kitabın bitiminden hemen sonra karşıma çıkması da manidardı doğrusu. Cadde boyu apartman altı dükkanlar sıralı ve hepsi de küçük esnaf. Medikalcinin yanında çuvalcı var mesela, enteresan esnaflar koleksiyonu gibiydi kaldırım. Hemen bitişiğinde kapı önündeki askıya sıralanmış çirkin ötesi elbiselerle eski usül terzi dükkanı, içeride makinesinin başında harıl harıl dikiş diken ufacık-tefecik bir kadın. Ve en ilginci mi desem, komiği mi desem, bir apartmanın altını tamamen işgal eden köfteci. Tabelasında "Vay canına, Aciiyip, İnanılmaz" yazan, bahçesi elden düşme, birbirine benzemeyen kirloz koltuklarla, yamuk masalarla döşenmiş cafe mi, lokanta mı olduğu belli olmayan bir mekan. Kapısı kapalı, uzun zamandır uğrayan olmadığı da ortamdaki tozdan belli. 

Selçuk Altun gözüyle yaptığım turumu markette sonlandırdım ve alacaklarımı alıp kesilen saçlarımdan dolayı 50 gram azalmış olarak döndüm eve 😂

Hafta için bir gün yine Umut'a tahsis edilmişti. Bu kez hedefte "Cin Ali Müzesi" vardı. Müze "Cin Ali" kitaplarının yaratıcısı Rasim Kaygusuz'un kızları tarafından hizmete açılmış. Detaylı bilgi burada . Belirli bir kuşak okuma-yazmayı Cin Ali kitapları ile öğrendi. Ben o kuşağa dahil değilim, kızkardeş Cin Ali'ci 😀 Bizler ünite dergileri ve fiş çocuklarıyız. Sayfalarca "Türkân, Müjgân, Agâh" yazmışlığım vardır, titiz öğretmenim inceltme işaretlerine çok önem verirdi, sayesinde kaldırıldığı halde hâlâ kullanmaya çalışırım. İnceltme işaretinin harfe zarafet kattığına inanırım. Neyse onunla büyümesem de Cin Ali'yi tanımamak, kitaplarını bilmemek mümkün değildi haliyle, Umut da öğrensin istedik, müzeyi gezdi, kitaplardan uyarlanmış animasyonları izledi, stantları inceledi, babaannesiyle teyzesine önlük giydirip sıralardan birine oturttu ve fotoğraflarını çekti, kendisi bunu yapmayı kesinlikle reddetti, son olarak da satış mağazasından annesiyle babasına Cin Ali magneti ve anahtarlığı aldı hediye olarak. Sayesinde biz de çocukluğumuza dönmüş olduk. Umut'la Ankara gezilerimiz devam edecek 😉




11 Ağustos 2025 Pazartesi

HAFTALIK RAPOR / 11 AĞUSTOS

Ağustos dün başlamamış mıydı? Ne ara 11 oldu? Sıcaklar hiç de Ağustos'u yarılamış gibi durmuyor, maşallah ısındıkça ısınıyor ortamımız. Dün yapmam gereken birkaç zorunlu alışveriş vardı, mecburen dışarı çıktım. Çıkarken de hava durumuna göre belki yürüyüş yaparım dedim hane halkının geri kalan yüzde ellisine. Şaşırtıcı bir şekilde yürüyüşümü engelleyecek sıcaklık hissetmedim. Rotamı Kurtuluş Parkı'na kırdım, gölgeleri tercih ederek ilerledim. Duvar diplerinden kesif bir amonyak kokusu geliyordu, anlaşılan cumartesi gecesi bira festivali düzenlemiş semtimizin bıçkınları, ağırlık etmesin diye ifrazatlarını eve götürmeyip ağaç ve duvar diplerine bırakmışlar. Burnum düştü parka varana kadar. 

Park öğle saati olmasına rağmen kalabalıktı. Kimi aileler piknik masalarında kahvaltı yapmakta, kimileri yürüyüşte, kimileri de banklarda geleni geçeni kesmekteydi. Tartan pistte bir tur yürümeye karar verdim. At kestanelerinin yaprakları kızarmaya başlamış, "Sıcağa aldanmayın, sonbahar yolda" der gibiydiler. Yakında kestaneler kafamıza düşmeye başlar. Meşeler ve akasyalarla gölgelenen pisti adımlamaya başladım. Bu yıl nedense caddemizin iki yanını süsleyen akasyalar çiçeklenmediler. Bir bakıma iyi oldu, kuruyan petaller rüzgarla evin içine doluyordu ama yolda yürürken çiçeklerle dolu bir kaldırımda adım atmak da hoş oluyordu. 

Pist kenarında boy veren güller açmaya devam etmekte, Kuşlu Kadın da bıkmadan, usanmadan tepeden park ahalisini seyretmekteydi.


Üniversite yıllarımda Kurtuluş Parkı okul yolumun üstündeydi ve çok soğuk günler dışında çoğunlukla yürüyerek giderdim okula. Lakin o zaman mümkün olduğu kadar uzağından geçmeye çalışırdık, pek tekinsizdi zira, özellikle de sabahın erken, gecenin geç saatlerinde. Malum pardösülü sapıklardan bulunurdu burada ve ödümüz kopardı birine denk geleceğiz diye 😀 Neyse ki ıslah edildi ve şehrin merkezinde gerçek bir vaha oldu. Şimdilerde çevre halkının ve TED Üniversitesi öğrencilerinin boş zamanlarında kendilerini attıkları bir mekana dönüştü.  O yıllarda İncesu Deresi de açıktan akardı, iki yanında da odun, kömür satılan mahrukat depoları olurdu. Bir süre sonra yeraltına alındı, Ankara'nın asfalt altında akan derelerinden biri oldu o da.

Geçen hafta vazifeşinas bir babaanne olarak Umut'a Ankara'yı tanıtma faaliyetlerinden birini gerçekleştirdim. Yeni nesil yürümekten hoşlanmıyor, bizim gibi otobüs ve dolmuşla büyümedikleri için de favori araçları taksi. Baştan kuralı koydu, "Taksiye binelim, dolmuş sevmiyom". Taksi olmaz deyince "Otobüse bari binelim" dedi. Bindik, önce iyiydik, yol uzayınca biraz sıkılmıştık ki Gençlik Parkı durağına ulaştık. Bizimki su hastası ama gel gör ki parkın havuzu boştu. Ankara'daki kuraklık nedeniyle havuzların doldurulmadığına dair bir tabela konmuş, izah ettik. Ayrıca çok sıcaktı ve güneş de tepemizde olunca hoşlanacağı başka bir yere, trenleri görmesi için Ankara Garı'na gitmeye karar verdik. Yola itiraz etmesin diye de yürümenin kas yaptığını, kolların, bacakların kalınlaşıp gelişeceğini söyledim. Yer mi şimdiki bebeler, benim bacağa dokunup "Sen çok yürüdün galiba" dedi. Sustum 😂

Fazla vukuat çıkmadan Gar'a geldik, kahvelerimizi ve limonatamızı alıp eski Gar Lokantası'nın yerine açılan cafeye oturduk. Bekliyoruz ki tren gelsin, amma velakin YHT Garı'ndan gelip geçen banliyo trenlerinden başka görünmüyor, onu da Umut beğenmiyor. Tam mızıldayacaktı ki Doğu Ekspresi göründü, bizimkinde bir sevinç:

Hep böyle bir tren görmek istermiş meğer, hayalleri gerçek oldu 😃 Acele kalktık cafeden, tren boyunca koşturduk, mübarek de tren değil sıradağ, git git bitmiyor, neyse sonunda lokomotife ulaştık. Üstelik makinist bizimkine bir de selam çaktı ki değmeyin keyfine, el sallaşıp treni incelemeye koyulduk, o arada kondüktörden de bir selam alınca iyice keyiflendi bizimki, o mutlu, biz mutlu ayrıldık Gar'dan. 

Niyetimiz Ulus'a gidip dondurma almak, oradan da eve giden dolmuşa binmekti ama sıcakta çocuk yokuş tırmanmasın diye Gar önüne park etmiş bir taksiye yanaştım ve gideceğimiz yeri söyledim, kızdı direksiyondaki suratsız şoför. "Aha şurası, yürüyüverin" dedi. Hoş geldin İstanbul taksicisi, üzüm üzüme baka baka kararır zaten. Dedim çocuk yürüyemez o yolu, hem indi bindi belli bir para almıyor musunuz siz? Kerhen razı oldu, bindik ama yüzünden düşen bin parça, neymiş trafik yoğunmuş, girdi mi çıkamazmış oradan. Yahu senin işin bu, öğretmenlik yıllarımda ben tembel öğrenci istemem, çalışkanları verin demek gibi bir lüksüm var mıydı benim? Sen de paranı alınca müşteri nereye derse götürürsün. O dışından, ben içimden söylenerek vardık Ulus'a. Dondurmayı aldık, dolmuşa yönelmiştik ki Umut Efendi "Gelmişken biraz gezelim" dedi. "Emrin olur" dedik haliyle, o da ilk gördüğü elektronikçi dükkanına daldı, sahibinden izin istedik, verdi. Bizimki ilgisini çeken bir panoyu incelemeye başladı. Ben de kapıdaki şu ilanı görüp çok şaşırdım, mutlu oldum ve takdir ettim:


Günü Anafartalar Çarşısı'ndaki seramiklerden Füreya Koral'a ait olanıyla kapattık:



Haftanız güzel gelsin sevgili takipçilerim...



4 Ağustos 2025 Pazartesi

AKLIMA VE DE GÖNLÜME TAKILANLAR / 4 AĞUSTOS

Yazın sonuna geldik, hastane ziyaretleri dışında seyahatimiz olmadı. Çok pis nazarlara geldik değerli kârilerim, boncuk gönderme, kurşun dökme, nazar duası okuma (benim gibi 7 uyurları sıralamayın sakın) gibi eylemlerinize talibim 😂 Canım fena halde ortam değiştirme çekiyor ama bulunduğum ortam da beni çekiyor, bir yerlere kımıldayamıyorum, adeta yapıştım. Ya kısmet diyelim çıkmadık yazda umut vardır, bakarsın falımda üç vakte (ay ve yıl olmasın lütfen) kadar bir yol görünür. 

Dün Nesrin Sipahi'nin yaşam öyküsünü konu alan bir kitap bitirdim. "Sahnelerin, Radyoların, Plakların Hanımefendisi" alt başlığıyla sanatçı anlatmış, Murat Beşer kaleme almış. Kitap bittiğinde Nesrin Sipahi'den ziyade Türkiye'deki gazino hayatı hakkında bilgi sahibi olmuştum. Sanatçı çok ketum, zaten anladığım kadarıyla eşinin gölgesinde, sansasyona kapalı bir hayat yaşamış. Tüm angajmanlarını eşi halletmiş, o radyoda, sahnede, konserlerde mesleğini, evinde de ev kadınlığını icra etmiş. Kısacası beklentiniz magazinel ise o açıdan beklediğinizi bulamayacaksınız. Annelerimizinkine benzer bir ev hayatı ve ek olarak çok yorucu bir sahne çalışması. 3 ay her akşam, haftada iki defa da gündüz sahnede şarkı söylemeye ne ses dayanır, ne bünye ama becermiş gerçekten, takdir edilesi bir hayat ve 94 yaşında hala dimdik. Çok yaşasın, Türk kadın ses sanatçıları içinde billur gibi sesiyle en sevdiklerim arasında ilk sırada gelir, hele "Ankara Rüzgârı"nı ne güzel söyler:

Ankara Rüzgârı

Şarkıyı aramak için Youtube'a girince çok sevdiğim bir başka şarkı gözüme çarptı yan tarafta, açtım dinledim. Sözleri Karacaoğlan'dan, bestesini Sadi Hoşses'in yaptığı mahur makamındaki şarkı "Sabret Gönül". Mustafa Sağyaşar öyle bir söylemiş ki paylaşmadan edemedim, dinleyin derim:

Sabret Gönül

Şimdi bunu yazınca aklıma anneannemden bir anekdot geldi. Benim anekdotların yüzde 80'i anneannemden zaten. Ben daha ilk ya da ortaokuldaydım, bir seçim zamanı. Mezunu olduğum Kız Lisesi'nde sandığımız. Anneannemin okuması yazması yok, oy vermek istediği partiyi babama güzelce tarif ettirdi, amblemini, sırasını ezberletti babam. Anneannem kabine girdi, çıktı, yazabildiği tek şey olan "Zarife"yi imza olarak yazdı ve yanımıza geldi. "Ne yaptın?" dedi babam, "buldun mu mührü basacağın partiyi?". "Buldum" dedi anneannem, "bastım mührü ama tam çıkacaktım yan tarafta bir de kuzu vardı, pek güzeldi. Kıyamadım, bir de kuzuya bastım". Kuzu dediği o yılların Güven Partisi, amblemi de koç. Hayvansever anneannem hazır kabine girmişken hoşuna gitti diye bir de ona basmış benim hesap. "Ankara Rüzgarı" diye gir, "Sabret Gönül" diye çık, genetik işte 😂 O zaman çalsın sazlar, oynasın kızlar 😂 

Anneannem deyince o da pek meraklıydı gazinolara gidip şarkı, türkü dinlemeye. Hele de "Erol Burçböyük" varsa pek memnun olurdu. Bir yandan dekolte giyinmiş kadın sanatçılara söylenir, bir yandan da gözünü ayırmadan seyreder ve dinlerdi. Ah anneannem be, yanlış yerde, yanlış zamanda doğmuşsun, ne sefa kadını olurmuşsun ortamını bulsaydın. Kitabın sayfalarını çevirdikçe o yıllara geri döndüm. Ne çok gazinolara gidip ne çok sanatçıyı canlı olarak dinlemiştim. O yıllarda memur bütçesiyle bile yapılabiliyormuş bu tür şeyler. Kimi zaman babam eşliğinde, kimi zaman kuzenimle ki üniversite öğrencisiydi, her Ankara'ya gelişinde öğrenci harçlığıyla götürürdü bizi, kimi zaman kadınlar matinelerine arkadaşlarla rahatça gidip en ünlü sanatçıları izlerdik. Kimi zaman şimdi yıkılan Atatürk Spor Salonu'ndaki yardım amaçlı konserlere giderdik. Bazen de Yenimahalle'deki evimizin dibinde olan Güneş Açık Hava Sineması'ndaki konserlere koştururduk, aklımda "Helvacı Helva" diyen "Mavi Işıklar" grubu kalmış. 12 Eylül öncesi katıldığımız son konser ise müthiş coşkulu Cem Karaca konseriydi. Şimdi sahneyi Selda'ya bırakalım:

"Ah o günler o günler
Şimdi yabancı gibiler"

Son olarak, Storytel'de oyunculuğunu çok beğendiğim Bihter Dinçel'in kendi sesinden bir kitabını dinledim: "Uçarak Yok Olmak İsteyen Nergis". Yazarlığını da aynı ölçüde beğendim. Şu sıcak yaz günlerinde içinizi de ısıtacak bir şey dinlemek isterseniz önerimdir. Kalın sağlıcakla...

2 Ağustos 2025 Cumartesi

BABAM İÇİN / 2 AĞUSTOS

Bugün günlerden BABAM! Dört yıl önce bugün sabaha karşı, sessiz ve sakin, çekmeden, çektirmeden, kimseye yük olmadan, hatta ölüme yürüdüğünün farkına bile varmadan, sanırım ölümün en ideal şekliyle terk etti bu dünyayı. Çok sevilirdi ve çok severdi, binlerce güzel anı bıraktı kucağımıza, huzurla uyusun. Annemle nişan fotoğrafı ve onunla çekilmiş en sevdiğim fotoğrafla anayım bir kez de:



Ölümünün ardından bir yazı paylaşmıştım, bir paragrafını buraya alayım, tamamını okumak isterseniz link burada :

"Seni en çok sevdiğim, hayatımın belki de en güzel bir yılını geçirdiğim Cengiz Sokak 69 numara var sonra. Bana cangıl gibi gelen, aslında küçücük bahçeye açılan, nohut oda, bakla sofa o ev. Kış geceleri, sobanın yanındaki masada, ben senin getirdiğin "Zevzek Guguklu Saat"i okurken sen Roma Hukuku çalışırdın yüksek sesle. "Corpus, Juris, Civilis"i üçüz kardeş sanırdım. Yaz akşamları annem yemeği ısıtmak için pompalı gazocağı ıle cebelleşirken bir sigara tüttürürdün bahçede. Dalgalı saçları alnına düşen, incecik ve gencecik bir adam. Pazar sabahları bahçede kahvaltı ederdik, içerdeki radyodan Zehra Eren'in sesinden tangolar yükselirdi. Radyo da radyo olsa, tepesine vurmadan çalışmayan simsiyah bir alamet. Ayışığı bahçeyi aydınlatırken yavaştan söylediğin en sevdiğin şarkıydı BABA. "Kız sen ne güzelsin, sana gençler tapacaklar"


Tüm giden ana-babalara rahmet diliyorum...

Dün akşam uzun zaman sonra tiyatroya gittik. Bileti çok önceden almıştım, Oran Açık Hava Sahnesi'nde idi oyun, "Bulaşıkçılar":


Kadro güzel, konu iyi, gündelik streslerden bir nebze uzaklaşırız düşüncesiyle gittik. Bu sahneye ilk gidişim, haliyle koltuk yerleşimini bilmiyorum, ilk sıradan almıştım ama yan tarafa meyletmişim. Dekoru pek iyi göremedik, yandan yandan izledik. Ses düzeni iyiydi, oyun, oyuncular-bilhassa Şebnem Sönmez ve Özge Özpirinççi-başarılıydı ama ne oldu? Günlerdir bizi buram buram terleten o boğucu sıcak şakır şakır yağmura dönüşüp üstümüze hücum etti. İlk perdenin ortasında başladı, bereket tedbirli idik, hırkalar, şallar, şemsiye eşliğinde bir miktar ıslanarak da olsa izledik. Bir kısım gitmek için ayaklandı, muhtemelen yağmur nedeniyle ara verildi. İnsanlar şeffaf yağmurluklara bürünmüş olarak geri geldiler. Derken yağmur durdu, yanımızdan kalkanların yerine yeni bir çift geldi ve oturur oturmaz sigara yaktı erkek olanı. Ankara'nın yeni nesli tiyatro izleme adabına aşina değil anladığım kadarıyla. Tamam açık hava ama izlenen şey de tiyatro. Yeni bir adet olarak bir de patlamış mısır ve meşrubat var. Yaşı ilerlemiş tiyatrosever bir teyze olarak kınadım kendilerini, tabii içimden 😂

Yağmur durdu, nemli nemli izleyip dururken tekrar gürlemesin mi, bereket bitime yakındı, oyunculardan özür dileyerek selama kalmadan attık kendimizi önce dışarı, sonra müşteri bekleyen dolmuşa, ulaştık evimize. Bu da böyle bir tiyatro macerası oldu. Ayın 21'inde "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü izleyeceğiz aynı sahnede, umarım yine yağmur yağmaz.

Hafta sonunuz güzel olsun...