Sayfalar

31 Temmuz 2023 Pazartesi

ANKARA, ANKARA/EY İYİ KALPLİ ÜVEY ANA!* / 31 TEMMUZ

 Bugün size bol fotoğraflı bir Ankara yazısı hazırladım, umarım ilginizi çeker.

Dün üzerimizde Pazar sıkıntısı evde siftinip dururken kız kardeşin önerisiyle saat 16.00'ya doğru Kale civarını teftişe niyet ettik. En son gittiğimde pandemi henüz başlamamıştı. Yürüyerek gitmeye karar verdik, Hacettepe yokuşunu tırmanıp Denizciler Caddesi'ne geldiğimizde baktık Bitpazarı kurulmuş, hemen yönümüzü oraya çevirdik. 


Kalabalık, gürültülü, pasaklı ve bunaltıcı idi, biz soluklanırken kız kardeş biraz daha içerilere yönelip inceleme yaptı. Alçacık ahşap minareli Eskicioğlu Camii'nin gölgesinde, bir duvar oyuğuna konmuş avuç içi kadar ve süslü bir Enam gördüm. Camiye mi aitti, biri mi koydu, bilemedim.


Beklediğimiz gölgeliğin karşısında tarihi bir çeşme, tabii ki susuz, şimdilerde Bitpazarı tezgahı olarak kullanılmakta. 


Hazır girişine kadar geldik bari Yahudi Mahallesi üzerinden gidelim dedik. Şimdilerde adı İstiklal Mahallesi olarak geçse de halk dilinde hala Yahudi Mahallesi. Her geldiğimde evleri biraz daha kağşamış, biraz daha harap buluyor ve çok üzülüyorum. Öyle güzel konaklar var ki oysa...





Yahudi Mahallesi'nde tarihi tam olarak bilinmeyen ama 700 yıllık olduğu söylenen bir de sinagog var. Yakın tarihte restoreden geçen sinagog cemaatine hizmet veriyor ama yüksek duvarlarla çevrili, dıştan görmek ya da içine girmek mümkün değil, özel izinle belki.

Mahallenin fazla içlerine girmeden Anafartalar Caddesi'ne yöneldik ve bizi caddeye ulaştıracak merdivenlerin başındaki tarihi Şengül Hamamı'nın önüne geldik. Meraklı bakışlarımızı gören görevli içeriye girmemize izin verdi. Kız kardeşle girdiğimiz hamamın soğukluğu inanılmaz güzellikteydi. Kubbeli tavana, tavandan sarkan avizeye, oymalı ahşap yıkanma odalarına hayran olduk.

Sonra merdivenleri tırmandık ve Anafartalar Caddesi'ne çıktık. Çocukluğumun tüm alışverişleri buradan yapılırdı. Caddenin iki yanındaki dizi dizi tek katlı dükkanlardan ne ayakkabılar, ne paltolar, etekler, bluzlar, elbiseler alındı bana. Kızılay o yıllarda lüks kabul edilir ve pahalı olduğu varsayılırdı, o yüzden ihtiyaç oldu mu istikamet Ulus olurdu. Annem alışveriş tamamlanınca cadde üstündeki şimdi adını unuttuğum bir pastaneden mutlaka kendine "Frigo", bana da dondurma alırdı,

Caddenin iki yanı tarihi ama çoğu bakımsız, mimarileri çok güzel binalarla dolu. Çocukluğumda Gazi ve Latife İlkokulları olarak adlandırılan okullar isim ve tür değiştirmiş olarak caddeyi süslemeye devam ediyor. Karşı sırada ise bazıları kullanılan, bazıları metruk yine erken Cumhuriyet dönemi binaları sıralı. 


"Sebilürreşad" Mehmet Akif Ersoy'un desteğiyle çıkarılan İslamcı bir dergi imiş, İstiklal Marşı ilk olarak bu dergide yayınlanmış. İlk kez gördüğüm bu tabela sanırım 40'lı yıllarda soldaki köşede açılan, Ankara'nın ilk sahafı denebilecek kitap sergisine atfen konmuş. 

Yürümeye devam ediyoruz ve karşımıza güzelim mimarisiyle şimdi "Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu" olarak kullanılan "ÇEK" binası çıkıyor.


Yine çocukluğumda girişteki avluda "Dünya İkizleri" adıyla yayınlanan kitaplar sergilenirdi. Babam bana zaman zaman değişik ülkelerin ikiz kardeşlerini anlatan bu hikaye kitaplarından getirirdi. 




Anafartalar'ın kimi bakımlı, kimi ölümü bekleyen güzel binalarını ardımızda bırakıp Kale tarafına yöneliyoruz. Ara sokaklarda da çok güzel, kimi hala kullanılan, kimi metruk binalar var.


Şu mesela, Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı. 1922 yılında Türk havacılık tarihinin önemli isimlerinden Erzurumlu Nafiz Kotan tarafından yaptırılmış. Ankara'nın ilk kaloriferli ve asansörlü apartmanı imiş, heybeti ve güzelliğini ise siz takdir edin. Ne yazık ki işleri bozulan Nafiz Bey de fazla kullanamadan memleketine dönmüş. Bina atıl durumda, çürümeyi bekliyor. Keşke bir el atılsa da yeniden hayata dönse. 




Bunlar da civar sokaklardaki ölümü bekleyen güzeller. Defalarca gördüğümüz halde yine hayranlıkla seyredip harabiyetlerine ah-vah ederek sonunda Kale'ye geldik. "Kale'nin bedenleri, koy verin gidenleri" türküsünü söyleyerek upuzun merdivenleri tırmanmadan önce aşağıyı, Hacı Bayram, Bent Deresi ve Altındağ civarını kuşbakışı seyran eyledik. 


Restorasyondan geçmiş bu mahalle Hacı Bayram Mahallesi. Sol arkadaki minare Hacı Bayram Camii'ne ait, önünde ise Augustus Tapınağı var. İki farklı dönemin iki ayrı ibadet yeri yan yana. Önde gördüğünüz minibüslerin toplanma yeri Bent Deresi olarak adlandırılıyordu, eskiden genelevlerin yoğun olarak bulunduğu bir mahalle idi, restorasyon kapsamında hepsi yıkıldı. Hemen yakında bir Roma amfi tiyatro kalıntısı bulundu, restore çalışmaları devam ediyor.

Restore edilmiş evlerden birinde bir ahbabımız yaşardı çocukluğumda, sık sık ziyarete gelirdik. Sol yanda mahalleye inen hafif bir yokuş vardı ve seyyar satıcılar yer alırdı yolun yanında. Hayalimde hep rengarenk, fasulye şeklinde şekerler var, muhtemel ki her gelişimizde o şekerlerden alınırdı bana. 


Karşıdaki tepe Altındağ. Eskiden silme gecekondu idi orası. Yakınlarda yıkıldı gördüğünüz gibi hepsi. Ön tarafta Roma devri tiyatrosu için kazı ve restorasyon çalışmaları devam ediyor. Ankara Kalesi'nin altında Almanlar tarafından yapılmış sığınaklar ortaya çıkarılmış ve müze olması için çalışmalar devam etmekte imiş.

Yorulduk, terledik ve susadık. Kale'ye bakınca "Hisar Kasrı" isimli mekan dikkatimizi çekiyor, dinlenmek ve serinlemek için merdivenlere yöneliyoruz.




Mekan burası efendim. Hayli büyük, hayli renkli ve hayli kitsch. Ama manzara güzel, sodalar, sular, çaylar içiyor, dinleniyor ve yine yaya olarak eve dönmek için harekete geçiyoruz. Son olarak kız kardeşin çektiği bir panoramik fotoğraf bırakayım.  Buraya kadar sabrettiyseniz teşekkür eder, yeni bir Ankara turunda görüşmek dileklerimizi iletiriz 😊


*Oteller, Hanlar, Hamamlar İçin Sürekli Şiir/Cemal Süreya


29 Temmuz 2023 Cumartesi

AY DÖKÜMÜ / 29 TEMMUZ

 Hellö,

Nasılsınız sevgili takipçilerim, sıcaklarla aranız ne alemde? Ben bir Antalya bireyi olarak Ankara sıcağına ancak gülebilirim, en azından nem yok, buhar banyosu almıyoruz. Akşam olunca da mis gibi uyuyoruz. Caanım hemşerilerim kim bilir neler çekiyorlar bu acaip sıcaklarda saunayı aratmayan Antalya'da. Üstelik yaz o kadar geç geldi ki, mızırdandık durduk "Ne zaman bitecek bu kış, ne zaman dinecek bu yağmurlar?". Al sana yaz, al sana sıcak dedi Dünya anamız sonuna geldiği sabrıyla. Bunca ağaç kesilirken, bunca beton dikilirken daha ne sıcaklar yaşayacağız bakalım. Sonumuz hayrola...

Temmuz ayını da yolculuyoruz, şurada iki günlük misafirliği kaldı, ne zaman geliyorlar, ne zaman gidiyorlar anlamak mümkün değil. Temmuz bol kitap, bol kahve, günübirlik bir seyahat, birkaç arkadaş buluşması, kız kardeşle Ankara sokaklarını keşif ve çocuklarla geldi geçti. Bu sefer kahvelerin bazıları buzlu aşağıda gördüğünüz gibi, havalar malum, serinlemek gerek:



İlk iki fotoğraf Bahçelievler'den. Baştaki ünlü tarihçi Enver Ziya Karal'ın evi imiş, bazı lise tarih kitaplarının yazarı idi, az göz nuru dökmedik o kitaplara.

Yandaki bir restoranın camı, kokoreç deyip geçmeyin Şener Şen ve Karatay'dan referansı var, inanmazsınız diye cama yapıştırdık, hem "Ne demek kokoreç sevmiyorum", zorla yediririz haaa! 😀

Ve son olarak bir duvar resmi, ben ona fincandaki uzaylı diyorum 😉

Günübirlik gezimizi biliyorsunuz, Sivas. Altta Tarihi Kent Meydanı'ndan bir görüntü, başrolde Buruciye Medresesi:


Pandemi nedeniyle 3 yıldır görüşemediğimiz dostlarla buluşup o yılların acısını çıkardık, pek de güzel oldu. Kitapları bir dahaki postta anlatacağım. O zaman diyorum ki şimdilik hoşçakalın, hafta sonunuz keyifli geçsin...


26 Temmuz 2023 Çarşamba

ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ 2 / 26 TEMMUZ

Eveet, geldik ikinci anı günümüze, okuyor musunuz arkadaşlar, sevmediyseniz beni yormayın yıllar öncesine döndürüp de 😃

Hâlâ Saimekadın'dayız, bir yıla ne çok şey sığmış. Anneannem ve annem selde yıkılan, onarıldıktan sonra da istimlak edilen evin olduğu mahalledeki komşularla bağlantılarını koparmamış, sık sık ziyaretlerine gidiyoruz. Bunlardan ikisi o zaman için hayli modern ve lüks olan, çok katlı bir apartmanda oturan "Kurban Nene" ile radyonun ilk efektörlerinden Tahsin Temren'in eşi. Adını ne yazık ki hatırlamıyorum. Tahsin Temren'i sanırım kuşakdaşlarım bile zor hatırlar, ailecek görüştüğümüz için benim aklımda kalmış. Daha çok Korkmaz Çakar ve Ertuğrul İmer hatırlanır efektör olarak. Tahsin Temren öldüğünde ilkokuldaydım, o akşam "Mikrofonda Tiyatro" vardı radyoda. Yayına girmeden hemen önce söz alan bir sunucu oyunun Tahsin Temren'in anısına efektsiz yayınlanacağını söylemişti. Yalnızca konuşmalardan ibaret oyundan efekt olmayınca bir şey anlamamıştık. Eskiler ince ruhlu insanlarmış, meslek büyüklerine saygılarını ince jestlerle gösteriyorlarmış.

Tahsin Temren'lere sık gidiyoruz, annemle anneannem sohbeti koyultmuşken ben büyülenmiş gibi yatak odasının kapısında dikiliyorum. Orada, yatağın hemen yanındaki komodinin üstünde boyumdan daha büyük bir taş bebek var. Simsiyah saçlı, uzun kirpikli, üzerindeki tuvaletin kat kat etekleri ayaklarına kadar inen bir bebek. Çok çekingen bir çocuğum, pek yanaşmıyorum kimseye, bir şey istemeyi de aklımdan bile geçirmiyorum. Her gidişimizde içim gidiyor o bebeğe, ne sahibi oralı oluyor, en azından "Gir yakından bak kızım" diyor, ne de ben böyle bir teklifte bulunabiliyorum. Tahsin Temren'lerin evi benim için yalnızca o taş bebekten ibaret kalıyor.

"Kurban Nene" ise dünya tatlısı. Sevdiği insanlara "Nene kurban, nene heyran" dediği için "Kurban Nene" olarak anılıyor, adını çoğu kişi bilmiyor. Hayli esmer, yapılı, güler yüzlü, kulağa hoş gelen Antep şivesiyle çok sevilen bir kadın. O zamanların en şık otellerinden biri olan Balin Otel'de-İzmir Caddesi'nde idi, şimdi yerinde çok katlı bir iş hanı var-yönetici olan bir oğlu var. Düğünü Balin Otel'de yapılıyor. Kurban Nene'nin gerçek adını da davetiyenin altında okuyunca öğreniyoruz. 

Gitmeyi en çok sevdiğim yer ise "Sağır Karı"nın gecekondusu. Topu topu iki odası olan ev öylesine tıka basa eşya ve süs püsle dolu ki insanın başı dönüyor. Daha o yaşlarda meraklı ve gözlemci bir tipim, eşyalara bakmakla doyamıyorum. Neden "Sağır Karı" diyorlar, kulakları ağır işittiğinden mi, yoksa işine geleni duyduğundan mı bilmiyorum. Biraz yalelli bir tip, kızdırmaya gelmiyor, o yüzden hem çekiniyor, hem de evin cazibesinden dolayı gitmek istiyorum. İşlemeli yastıklar, rengarenk masa örtüleri, duvarlarda resimler, raflarda biblolar, her şey üst üste bir renk cümbüşü halinde istifleniyor evin içinde. Kedi eniğini yitirse bulamaz derler ya, aynı öyle. 

Bir akşam açık hava sinemasına gidiyoruz, şimdi yerinde yeller esiyor, Tıp Fakültesi'nin karşısında, yamaçta bir sinema. "Ayşecik" oynuyor, yaşıtım Zeynep Değirmencioğlu'nun ilk filmi, benim de bilinçli olarak izlediğim ilk film olacak. Film biraz acıklı, bana göre daha da acıklı, sessiz sessiz akan gözyaşlarım, hıçkırıklara dönüyor. Öyle içten gelerek ve bağıra bağıra ağlıyorum ki bütün sinema filmi bırakıp bana bakıyor. Susturulamıyorum, film bitene kadar ağlamaktan perişan oluyorum. Ne gadan hassas, nazenin, adeta bir nohut üstünde piremses yapım olduğu o yaşımda tasdiklenmiş oluyor 😂

Aynı zamanda çok ciddi bir çocuk oluşum aşağıdaki fotoğrafla sabit. Cebeci Dörtyol'da bir fotoğraf stüdyosunda, muhtemelen doğum günüm nedeniyle çekiliyor bu fotoğraf. Kırmızı-beyaz pötikareli elbisem, kafamdan büyük kurdelelerim, yamuk kahkülüm, neredeyse göbeğime iğnelediğim filli broşum ve tek küpemle Matmazel Rottenmayer kadar sert ve ciddiyim 😄

Fotoğrafçı daha sonra bu fotoğrafı devasa boyutlarla büyütüp çerçeveliyor ve vitrinine yerleştiriyor. En "Rotenmayer" bakışlarımla bir süre stüdyonun camından Konservatuvar'a giren çıkanları izliyorum. Babam bir seferinde uğrayıp neden vitrine koyduğunu soruyor, adamın cevabı şu oluyor: "İlk kez bu kadar ciddi bir çocuk fotoğrafı çektim".

Devamı gelecek çarşambaya...

19 Temmuz 2023 Çarşamba

ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ* 1 / 19 TEMMUZ

Bu blog benim bir nevi kişisel tarihim, hatıra defterim, günlüğüm. Düşündüm de her hafta küçük bir anı yazsam, kalsa benden geriye, ne dersiniz?

Çocuktum, ufacıktım-yok o eski şiirdeki gibi top oynadım acıktım demeyeceğim-4 yaşında falandım sanırım. Anneannemin selde yıkılan evinin yerine inşa edilen site bitene kadar geçici olarak taşındığımız Saimekadın'da oturuyoruz. Mamak Şehitliğinin çok yakınında. Pandemiden önce bir iz bulur muyum diye gittiğim mahalleyi tanıyamadım, en ufak bir iz kalmamış. Şehitlik bile hatırladığım Şehitlik değil.

İki katlı eski bir binanın ikinci katındayız. Binanın dışındaki merdivenlerden çıkıyoruz bizim eve, girişte her zaman oturduğumuz sofa ya da hol tabir edeceğimiz büyükçe bir oda var, bir ucu mutfağa açılıyor. Rivayet o ki musluklardan Elmadağ suyu akıyor, eski mutlu zamanlar 😊Tam mutfağın girişinde anneannemin yaldız boyalı Şakir Zümre sobası kurulu, bütün evi ısıtıyor. Soldan genişçe bir odaya giriliyor. Öğle uykularımı o odadaki, pencere önü sedirde uyuyorum, geceleri nerede yatıyorum zerre hafızamda kalmamış. Öğle uykusu sevmiyorum pek çok çocuk gibi ama anneannemin rüşvetine dayanamıyorum, uyku sonrası çocuk bahçesi ve yol üstü, Konservatuvar'ın yanındaki koz helvacıdan "Kuşlubaş". "Kuşlubaş" diye bir şey yok, ben uydurdum. Kağıt helvanın ortasında kuş kabartması var, o yüzden taktım o ismi. Bir dönem anneannemin annesi geliyor misafirliğe, minnacık bir kadın. Hep mi öyle küçüktü, yaşlanınca mı küçüldü bilmiyorum. Siyah pazen elbise giyiyor ve sokağa çıkınca çarşaf takmak istiyor. Pek de evden çıkmıyor zaten. Bayramda elini öpüyorum, elbisesinin cebinden ortası delik bir kuruş çıkarıp veriyor. O paranın geçmediğinden habersiz. 

Çok arkadaşım var, en çok Gülcan'ı seviyorum. Karşımızdaki bahçeli, tek katlı evde oturuyorlar. Bir sürü abisi var, en küçükleri ve tek kız olanı Gülcan. Her sabah düzenli olarak Gülcan'a akşam babamın getirdiği çikolatanın altınını götürüyorum. Önce tırnağımla düzleştiriyorum, Gülcan onları bir defterin arasında saklıyor. Sonra bahçede oynuyoruz.

Mahalledeki çocuklar yazın lastik, yandan madeni bir kilitle bağlanan bantlı ayakkabı giyiyorlar. Çok özeniyorum, anneanneme yalvarıyorum, "Get kız, nedecen onu, ayağını yara yapar" dese de ısrarlarıma dayanamıyor, pazardan gri renkli bir tane alıyor, çok mutluyum. Mahalle çocuklarıyla ayakkabıdaş oluyorum. 

Bir gün sokakta oynuyoruz, bir ekip geliyor. Elektrik direğindeki lamba arızalanmış. Tırmanıyor görevli direğe, biz çocuklar ağzımız açık adamı izliyoruz kafalar yukarda. Sonra ne mi oluyor? Adamı elektrik çarpıyor ve direkten aşağı düşüyor. Gözümüzün önünde ölüyor adamcağız. Feryat, figan, gerisi bende silinmiş. 

Şimdilerde olsa adam çocukların gözünün önünde direkten düşüp öldü, travması yıllar sürer diye psikolog psikolog gezdirilirdi, bende tatsız bir hatıra olarak kaldı ancak. Mâkus talihim beni takip ediyor olacak ki anneannemin biten evine taşındığımızda bir-iki hafta elektriksiz oturuyoruz, henüz bağlantı yapılmamış. Annem her akşam gaz lambasının camını temizliyor, yakıyoruz. Yine bir gün akşam vakti lamba silinip parlatılmışken görevli elektrikçi geliyor, elektrik bağlantısı yapacak. Tesadüf bu ya onu da elektrik çarpıyor. Bereket bu seferki hafif, bir şey olmuyor adamcağıza, bense annem gaz lambasının şişesini temizleyip yoruldu, boşa gitti diye üzülüyorum. Hafif-ya da ağır-safım sanırım. Sahi bizim kuşağın harfi ne? Saflıktan kaynaklı "S Kuşağı" uygun bence...


Tek bacaklı bu fotoğraf Saimekadın günlerinden, bacağımın teki sonradan çıkmış olabilir mi 😂 Bahçe Gülcanların bahçesi, yüzümdeki ciddiyet taşıdığım pembe renkli plastik çantaya hiç uymamış

*Çünkü hatıralar kuşlar gibi
Dal ister konacak
Bir gün yaslanmak istesen pencereye
Diz çökmek istesen nafile
İş işten geçmiş olacak

Oktay RİFAT

17 Temmuz 2023 Pazartesi

TANTE ROSA'DA SEVGİ SOYSAL'I ANMAK / 17 TEMMUZ

Geçen haftanın üç önemli etkinliği vardı, birini geçen postta okudunuz, günübirlik Sivas gezisi, ikincisi sıcak bir Ankara gününde anıt ıhlamur ağacının altında serinlediğimiz Tante Rosa Coffee Garden ve sonuncusu da benim anneliğimin yıldönümünü, oğlumun yeni yaşını kutlamamız. Oğluma nice yaşlar dileyerek Tante Rosa Coffee Garden'den bahsetmek istiyorum biraz.

Aslında mekanla ilk tanışmam pandeminin ilk yılında oldu. Kız kardeşle buluşmuş, bir arkadaşın bahçesinde biraz sosyalleşmiş, sonra evlere dağılmıştık ki yol üstünde çok şirin bir apartman gördüm. Üç katlı, yeşile boyalı, sevimli balkonları olan ve altında cafe olduğunu tahmin ettiğim, bahçesine masalarla sandalyeler yerleştirilmiş bir mekan. Biraz yanaşınca duvarda "Sevgi Soysal Yürümek romanını bu evde yazdı" ibaresini gördüm. İç geçirdim, keşke pandemi olmasaydı da, kız kardeşle gelip şurada kahve içseydik diye düşündüm. Sevgi Soysal'ı nasıl severim anlatamam. Evde defalarca okunmaktan cılkı çıkmış vaziyette kitaplıkta duran, ilk baskı "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" romanı ile olmuştu tanışmam ve sonrasında kalbimi kaptırmıştım bu şahane kadına. "Yürümek" Marmaris tatilinde, "Tante Rosa" gölgeli ve serin odamda, "Şafak", "Tutkulu Perçem", "Barış Adlı Çocuk", "Bakmak" muhtelif yerlerde ve "Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu" ikinci kez olarak yeni doğan oğlumu ayağımda sallarken okunmuştu. "Mimşirik" isimli bir koğuş kedisi vardı o kitapta ve bir süre bebeğe "Mimşirik" diye seslenmiştim. Bu kitapların büyük çoğunluğu halen çok okunmaktan hırpalanmış vaziyette, ince uzun Bilgi Yayınevi baskılarıyla kitaplığımda, olmayanlar da muhtemelen bir isteyene gitmiş ve dönmemiştir. Genç yaşta kaybettiğimiz Sevgi Soysal yaşasaydı kimbilir ne güzel kitaplara imza atacaktı ama hayat işte, her dönemde okunabilen eski kitaplarıyla avunuyoruz.

Pandeminin ikinci yılında ameliyat sonrası fizik tedaviye gidip gelirken (ameliyat olduğum hastanenin çok yakınında mekan) erken gittiğimiz bir gün Kocam Bey'le bahçede oturup bir kahve içmiştik sonunda, Pantheon Kültür Merkezi idi o zaman ismi. O kısa süreli kahve molasından sonra bir daha kısmet olmadı gitmek. Geçen yıl birkaç arkadaş niyet ettiğimizde de tadilat olduğunu gördük. El değiştirmiş ve Sevgi Soysal'a yaraşır biçimde "Tante Rosa" adını almış. Cumartesi günü kız kardeşle birlikte şenlendirdik mekanı. O güzel sardunyalı balkonda, anıt ıhlamur ağacının gölgesinde oturup kahvelerimizi yudumlarken Sevgi Soysal'ı andık. 



Ihlamurun çiçekleri ve yaprakları pıt pıt yerlere ve şemsiyenin üstüne düşerken boş bulunup "Yağmur mu yağıyor?" şaşkınlığına kapıldık ara ara. 

Tante Rosa'nın iç bölümü de çok güzel. Yalnızca bir şeyler yiyip içmeye değil, sakin sakin kitap okumaya, ders çalışmaya ya da odalardan birinde arkadaş toplantısı yapmaya da müsait.



"Tante Rosa"yı okuyanlar bilir, posterdeki cümle kitaptan bir alıntı:
"Sen arzularına gem vuramayan günahkar bir kızsın" dedi, "içini öldürmeyi bilmiyorsun."
"Ben içimi öldüremem" dedi Rosa, "çünkü içim prensestir."    

Biz o sıcak Cumartesi gününü buzlu kahvemizi yudumlayarak, ıhlamur çiçeklerinin sesini dinleyerek ve Sevgi Soysal'dan konuşarak çok güzel geçirdik. Belki siz de "Yürümek" romanını bu evde yazdığı rivayet edilen yazarı anarak hoş bir gün geçirmeyi denersiniz. Mekan Kavaklıdere'de, şimdi adı Abay Kunanbay olmuş Bilir Sokak'ta...

Sıcağın ve uzun yürüyüşün yorduğu bünyeyi bir miktar uykuyla dinlendirip ertesi günkü kutlama için yemek yapmak üzere mutfağa daldım. O kısmı geçelim. Yemek yaparken tefekküre dalınca fikrim geldi 😀 Bundan böyle haftanın bir gününü anılara ayırmaya karar verdim, bakalım nasıl bulacaksınız. Şimdilik yeni haftanız güzel geçsin dileklerimle kaçıyorum...

13 Temmuz 2023 Perşembe

SİVAS'TA GÜNÜBİRLİK

Not: Öncelikle bu yazının uzun ve bol fotoğraf içerdiğini peşinen belirteyim ki ona göre okuyup okumayacağınıza karar veriniz 😃

"Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider"

demiş Cahit Külebi "Sivas Yolları" şiirinde. Sivas yollarında artık yüksek hızlı tren gidiyor. Öyle bir imkân olur da biz durur muyuz, aldık biletimizi, dün sabah 8.40'da düştük yola. Memleketi ortadan bir çizgiyle kessek ben doğusuna hiç geçmedim diyebilirim. Sivas'la başlayalım, belki daha uzakları kısmet olur. Sivas YHT hattı yeni açılmış, Kırıkkale ve Yozgat üzerinden gidiyor, her iki ilde de kısa bir mola ile yolcu alıp yolcu indiriyor. Hesapta 2,5 saatte ulaşacaktık Sivas'a ama beklediğimiz kadar hızlı değildi tren ya da daha altyapı tam oturmadığından aksamalar oluyor, 3 saati buldu ulaşmamız. Yol boyu arkamızda bağıra çağıra konuşan kolu alçılı adamın sesinden fırsat buldukça Meltem Dağcı'nın "Dünyanın Öteki Yüzü" isimli öykü kitabını okudum, kız kardeşle sohbet ettim ve tepede asılı ekrandan özel TV yayını izleyerek bilgilendim. Çok zor ve ender rastlanan bir yemek tarifi öğrendim bu sayede: "Patates püresi" 😂 Alt tarafı haşlanmış patatesi ezeceksin kardeşim, buna tarif ne hacet. Üstelik patatesleri soydu, kuşbaşı doğradı, tencereyi ağzına kadar suyla doldurup haşladı. Haşladığı suyu lönk diye döküp bütün vitaminleri telef etti. Sonra yağ ve süt ilavesiyle ezip üstüne kıyılmış yeşil soğan serpti. Bak hele sen, hangi yabancı kanaldan arakladınız bu tarifi, bi söylen bakayım 😂 Bu patates püresi tarifini yol boyunca 4-5 kere aldık, aralarda kaktüslü bir arazide tango yapan balondan yapılma bir çiftin dansını izledik. Onca kaktüsün arasında patlamadan dere-tepe aşıp sürdürdüler tangolarını. Böyle böyle geldik Sivas Gar'ına. Tarihi Gar'dan yaptık şehre çıkışımızı, akşam trene binişimiz ise yandaki yeni YHT Gar'ından oldu. 


Şehre ilk kez geldiğimiz için merkeze nasıl gideceğimizi soruşturduğumuz kişiler yorulmazsak yürüyebileceğimizi söylediler. Menzile erişince gördük ki biz o yollar gibi ne yollar yürüdük. Sivas tipik bir Orta Anadolu kenti, türüyle çok benzer özellikler gösteriyor. En çok dikkatimizi çeken binaların diklemesine değil de uzunlamasına yapılmış olduğu idi. Biraz abartacağım ama binanın başında sigaranızı yaksanız, sonunda söndürürsünüz 😊 Her bir bina adeta küçük bir köy kadar insan barındırıyor neredeyse. Gar'dan şehir merkezine ulaşan caddenin başında TCDD lojmanı olduğunu farzettiğimiz iki katlı konutların yanında Ray1, Ray2 gibi isimler taşıyan yüksek apartmanlar da gördük ama nedir bilemedik. Bilmesek de olur zaten. 

Bizi şehir merkezine götüren caddenin bir bölümüne geldiğimizde "Sivas Kalesi" ve "Gök Medrese" yazan bir işaret levhası görünce "Eh, o zaman önce burayı görelim" dedik, tam karşıya geçecektik ki aynı trende geldiğimiz görme engelli bir adam bize "Köfteci Ahmet"in yerini sordu. Ne yazık ki biz de bilmiyorduk ama öğrenmek niyetindeydik, lakin henüz yemek için erkendi. Yolun karşısına geçince baktık ki adamcağızın sorduğu nokta tam da Köfteci Ahmet'in önüymüş 😀 Neyse biz Kale'ye gitmek niyetiyle yola devam ettik. Güneş tepemizde boza pişirirken bir yanı ağaçlı yokuşu tırmandık. Yokuşun sonunda bizi Kale karşıladı 😋


Alın size Kale 😂 Muhtemel ki eskiden kale surları varmış, esamisi kalmamış, "Çakma bişi yapalım, etrafı park olsun, gelen giden çay-kahve-nargile içsin" demişler. Kısacası zahmet edip çıkmayın, Kale yok kafe var. Manzara da pek ahım şahım değil, tırmandığınıza değmez: 


Söylenerek indik tırmandığımız yokuşu, Gök Medrese'yi aramaya başladık. Rastladığımız çeşitli kişilere sora sora muhtelif sokaklara girip çıktık. Kimi yabancıydı, kimi bilmedi, kimi karışık bir tarif sundu ama şunu belirteyim ki şehrin yerlisi olduğunu düşündüğümüz herkes yardımcı olmaya çalıştı. Sora sora Gök Medrese'yi değil ama Ulu Cami'yi bulduk. 


Ulu Cami, kubbesiz, düz tavanlı, dikdörtgen planlı ve tek minareli bir cami. Gördüğümüz kadarıyla minaresi de Pisa Kulesi kadar olmasa da epeyce eğri. Caminin içini görmek için yanımızdaki şalla başımızı örtüp avlu kapısından girdik, kız kardeş benden önce davranıp Kadınlar Bölümü'ne yönlendiğinde bir adam yanaşıp "Caminin içini görmek istiyorsanız ana kapıdan girin, burası Kadınlar Bölümü" diyerek beni şaşırttı. Ana kapıya geldiğimde kız kardeşin ayakkabılarını orada bıraktığını gören bir başkası da "İçerde çıkarın bacım, niye buraya bıraktınız" deyince şaşkınlığım iyice arttı. Başkentimiz Ankara'nın en ünlü camisi Hacı Bayram'ı restorasyon sonrası ziyaret edelim diye gittiğimizde kapıda duran adamlar bizi dövmekten beter edip içeri sokmamışlardı. Yine arkadaşın annesinin mevlüdü için toplandığımız bir caminin üst katında, henüz mevlüt sürerken iki adam gelip önümüzde namaza durmuş ve çıkmamızı istemişlerdi. Üstelik caminin ana bölümü bomboştu, sırf kadınız diye sindirme politikası uygulamışlardı. Ankara'da gördüğümüz muameleden sonra Sivas'ta bu özendirme ne yalan söyleyeyim mutlu etti, sanki camiler erkeklerin tekelinde. 

Ulu Cami'den sonra yine tarif üzere Gök Medrese'ye yönlendik. Gördüğüm kadarıyla Gök Medrese'nin etrafında çakma bir eski mahalle oluşturuluyor, inşaat halinde idi. Medresenin safir rengi minareleri ıhlamur kokusuyla birlikte gözümüze ve burnumuza çarpınca, "Sonunda" dedik. Gök Medrese de Gök Medrese idi hani, öyle zarif, öyle güzel...


13. Yüzyıl'a tarihli Gök Medrese Anadolu Selçukluları döneminde Konyalı mimar Kaluyen el-Konyevi'ye yaptırılmış. Eline sağlık, pek güzel yapmış, özellikle taş işçiliği anlatılmaz, görülür. 





Taş işçiliği ve çiniler muhteşem. Medrese üç yıldır Vakıf Müzesi olarak hizmet veriyormuş ama kapıdaki görevli kulübesi boştu, haliyle ücret ödemedik. 


Burası Medrese'nin hamam ve tuvalet hizmeti gören bölümü. Suyun akışı çok işlevsel düzenlenmiş, hamam kurnalarından akan su tuvaletlere kadar ulaşıyor. 

Kısacası Gök Medrese'yi çok beğendik, yeterince gezip fotoğrafladığımıza karar verince de aç karnımızı doyurmak niyetiyle Köfteci Ahmet Usta'yı aramaya başladık. Bu konuda bize yine yol sorduğumuz bir Sivaslı yardımcı oldu. En son Antakya'da bu tür insanlara rastlamıştık. Bize merkezi bir yere kadar eşlik etti, elinden geldiğince bilgi verdi, hatta keşke arabam yanımda olsaydı da sizi götürseydim bile dedi. Bu vesileyle bir teşekkür ileteyim kendisine, belli mi olur belki ulaşır bir şekilde.

Ahmet Usta (ki tabelada küçük harflerle Kirli ibaresi de vardı) ilk gördüğümüz yerde bizi bekliyordu. İnsan tabelada "Kirli" ibaresini görünce lakap da olsa biraz huzursuz olmuyor değil. Biz sanırım İnönü Bulvarı'ndaki şubeye gittik. Merkez sanayi içinde imiş ya da öyle söylediler. Mekanı çok sevmedim, tenha olsun diye arka tarafa geçtik, sıradan masa sandalyeler, giriş biraz daha özel döşenmiş. Meşhur Sivas köftesi istedik, zaten başka bir şey yok. Bu köfte sadece kıyma ve tuzla yoğuruluyormuş. Köfteden ziyade biftek tadı alınıyor. Önce küçük tabaklarda domates salata, soğan piyaz ve acılı ezme ile pide geldi, ardından köfteler. Porsiyonlar büyüktü, köfteler de lezzetli. Normalde paylaşmam ama seyahatlerde yemek fotoğrafı paylaşılmalı diye düşünüyorum. Aslında bir porsiyon iki kişiyi doyurabilirmiş, kız kardeş tamamını yiyemedi zaten. 


Köftelerin lezzetine ve porsiyonların büyüklüğüne rağmen mekanı biraz pasaklı buldum. Özellikle WC (alaturka ve tek idi) ve lavabo oldukça bakımsız durumdaydı. Sık sık kontrol edilip temizlenebilirdi zira az denemeyecek bir hesap ödedik, daha özenli olunabilirdi. 

Karnımız doyunca gözümüz yola düştü ve tarihi kent merkezine doğru yürümeye başladık. Burada hem Buruciye, hem Çifte Minareli Medreseler, hem de Sivas Kongresi'nin yapıldığı lise ile Tarihi Jandarma Binası ve yine tarihi Valilik binası birbirine çok yakın bir mesafede yer alıyor. 



Çifte Minareli Medrese yine 13. Yüzyıl'a tarihli, İlhanlı veziri Şemseddin Cuveyni tarafından yaptırılmış. Medresenin bina kısmı ne yazık ki yok olmuş, sadece kapı kısmı mevcut, taş oymaları yine muhteşem güzellikte. Tarihi Kent Meydanı'nda park gibi düzenlenmiş bir alanın içinde olan bu tarihi yapıların etrafında insanlar karınca gibi kaynıyor. Kimsenin doğru dürüstü yapıyı, taş oymalarını, başka özelliklerini incelediği yok. Geliyorlar, poz veriyorlar, fotoğraf çektiriyorlar ve gidiyorlar. O kalabalığın içinde uzun uzun inceleyebilmek de mümkün değil zaten, "Geldim, gördüm, gittim" deyip ayrılıyorsunuz. Bir-iki foto da biz çektik haliyle, sonra hediyelik eşya standlarını dolaştık biraz. Turistik amaçlı, kaba-saba yapılmış ıvır zıvırın arasından bir magnet seçip aldık ve hemen yandaki Buruciye Medresesi'ne geçtik. 


Muzafferiddün Burucirdi imiş bu medresenin bânisi ve yine Anadolu Selçuklu döneminde 1271 yılında yapılmış, diğerleri kadar ihtişamlı olmasa da bunun da oymalı ana kapısı oldukça güzel. Bir de içeriyi görelim diye girdik ki içerisi cafe olmuş, ana-baba günü gibi kaynıyor. Neden bu tarz yapılar müze olarak koruma altına alınmaz da başka mekanlar yokmuş gibi cafeye çevrilip onca insan tarafından zarara uğratılır anlamadım. İçerideki kalabalığı görünce dar kaçtık oradan ve caddenin karşısına geçip Kongre Binası'ndaki müzeyi gezmeye başladık.


Bina 1892 yılında İdadi Binası olarak yaptırılmış. İçi çok güzel, ahşap ağırlıklı, tavan süslemeleri enfes, merdiven tırabzanları görülesi bir bina. 


Tırabzan detayı

Sonra malumunuz Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye bir süre karargah olarak kullanıp 4-12 Eylül tarihleri arasında Sivas Kongresi'ni gerçekleştirmişler. 


Kongre'nin yapıldığı salon


Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra 1981 yılına kadar Kongre Lisesi adıyla okul olarak kullanılan bina daha sonra Müze'ye çevrilmiş. Sivas Kongresi anılarının yanısıra birtakım etnografik objeler de sergileniyor. 2023 yılının "Aşık Veysel Yılı" olarak kabul edilmesinden dolayı Aşık Veysel adına da bir oda açılmış, ozana ait eşyalar ve mumya heykeli sergilenmekte. 

Medreselerdeki kalabalık ve özensizlikten sonra Kongre Müzesi'ndeki düzen iyi geldi. Müzekart geçerli, normal ücret 40 lira, 65 yaş üstü ücretsiz. 

Yorulduk ve susadık arkadaşlar, o yüzden yol üstü bir büfeden su alıp İnternet'te methini okuduğumuz Çerkez'in Kahvesi'ne doğru kırıyoruz rotayı:


Asıl mekan bu ama yaz ve sıcak olduğu için genellikle ön tarafındaki yükseltide yer alan açık hava terasında hizmet veriyor. İçerisi çok otantik, kahvelerimizi içince girip gezdik.


1943 yılında küçük bir çay ocağı olarak açılmış, sonra büyümüş, şimdi kurucunun çocukları ve torunları tarafından işletilen kahvenin en önemli olayı kahvesinin köpüğü.


Kulpsuz fincanlarda sunulan kahve çok lezzetli ve kremamsı köpüğü adeta kapak gibi kahve bitene kadar öylece duruyor, hiç bitmiyor.  Kahvemizi içip yeterince dinlendiğimize kanaat getirince kahvenin yakınındaki Taş Han'a giriyoruz, amanın o da ne, bir giren pişman bir girmeyen 😀



17. Yüzyıl'dan kalma bu Osmanlı hanı bir bavul cenneti. Dünyanın bütün bavulları sözleşmiş ve "Gidelim Taş Han'a, bir alem-i zevk eyleyelim" diyerek iç avluda toplanmışlar. İnsanın ruhu daralıyor içeri girince. Üst katlarda ise küçük küçük cafeler var, o kısım nisbeten sevimli ama zemin "Aman aman!" 😀

Tekrar Tarihi Kent Meydanı'na dönüyor ve Jandarma Binası'nın yanından geçiyoruz. 1908 yılında inşa edilmiş, mimarisi çok hoş bir bina, şimdi ne olarak kullanılıyor, bir fikrim yok. 


Sırada Valilik Binası'nın-ki o da Sivas Valisi Halil Rifat Paşa tarafından 1884 yılında yaptırılmış tarihi bir bina-arkasındaki Şehir Müzesi var. Burada Müzekart geçersiz, yaşınıza hürmet de yok, paşa paşa 30'ar lira bayılıp giriyorsunuz içeri ama Müze gayet güzel, verdiğiniz paraya değiyor. 


Müzede şehrin tarihi, ünlüleri, etnografik özellikleri, yöresel yemekleri, esnafı, kısacası bir kenti kent yapan ne varsa sembollerle, maketlerle, mumya heykellerle tanıtılmış. Hayli büyük ve detaylı bir müze, sadece hoşuma giden üç fotoğraf paylaşacağım ve bitireceğim.


Sivas'ın ünlü Kangal köpeği


Madımak toplayan teyzesi


Ve eski yıllardan bir kent meydanı maketi

Sivas'da ana kavşaklar dışında trafik ışığı pek yok, geçişler yaya geçitlerinden sağlanıyor, kimi sürücü özenli, riayet ediyor, kimi pek önemsemiyor, el kol hareketiyle durduruyorsunuz. Bu nedenle kavşaklara şunlar yerleştirilmiş, güldük biraz 😀


Yayalar kırmızı çizgimiz efenim 😀

Eh, şehir içinde görülecek yer bırakmadık, tren vakti de geldi, Gar'a yollandık, trenimize binip yerimizi aldık ve birkaç kez daha patates püresi tarifi alarak Ankara'ya avdet eyledik. 

Devamı gelsin diyoruz...

Not: İmla hatası veya eksik bir şeyler bulursanız kusura bakmayınız, tekrar okuyamayacağım zira 😀