.

.
.

11 Nisan 2018 Çarşamba

HAFTALIK ÖZET VE ÇELINC

En son yazımı geçen hafta bugün bırakmışım buraya, nerede o günde 2 post girdiğimiz eski günler? "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" demiş Gülten Akın. Kalın fırçalar giderek rengimizi koyulaştırıp yüreğimizi şişiriyor. Yine de günde iki, hatta tek post girmesek de bu köy bizim köyümüz, bu blog bizim blogumuzdur efenim, terketmeyeceğiz, müteahhite vermeyeceğiz, yok öyle blogsal dönüşüm :) "İnstagram da güzel amma gönlüm blogdan yana" diyerek bir alt paragrafa geçiyorum.

Geçen haftadan bugüne hemen hemen her gün bir nedenle evin dışındaydım. Çarşamba günü "Velayet" filmini izledim. Küçük bir salonda toplam 8 kişi ile. Gelgelelim izleyici sayısı az olsa da insanı sinirlendirmeye yetecek kadar arızalı mevcuttu. En arka sırada tek başına oturan genç kadın kendini evinin salonunda sanmış olacak ki ayaklarını öndeki sıranın arkalığına dayamakta beis görmedi. Koca kunduralarının tozu, pisliği  bir sonraki seansta başını oraya koyacak izleyicinin saçına bulaşırmış umurunda mıydı sanki, yeter ki o rahat etsin. En çirkin ve kınayan bakışlarımı takınıp birkaç kez baktım ama benim bakışlarımdan mı etkilendi, yoksa daha rahat bir pozisyon mu buldu bilemem bir süre sonra indirdi bacaklarını. Lakin önümde oturan iki kadın film süresince susmadılar. Bu kadar mevzunuz vardı konuşacak filmde işiniz ne a bacılarım, inin aşağıya, alın bir kahve, hem için, hem dedikodunuzu yapın. Bezdirdiniz yahu. Telefon ışıklarını saymıyorum bile, onlar artık sinemaların rutini haline dönüştüler. Filme gelecek olursak, Fransız yapımı olan "Velayet" boşanmış bir aileyi, sorunlu, zorba babayı ve anne ile baba arasında perişan bir küçük oğlanı konu alıyordu. Özellikle son sahnelerde artan gerilim izleyiciye de geçiyordu. Gündelik hayatta da sıkça rastlanan ve bizim ülkede daha çok olduğunu düşündüğümüz eski koca zorbalığı maalesef her ülkede mevcut.


Ertesi günü en sevdiğim(!) işi yaparak değerlendirdim, sağlık ocağına gidip aile hekimime ilaç yazdırmak :) Benim heykel doktor izinliymiş, başkasına sevkettiler. Kendisini sevdim, dedim "Aile hekimim olur musunuz?", söyledi "Yoh yoh!". Çok doluymuş, kırgın, küskün, ağlamaklı ayrıldım.. dersem inanmayın :) 

Hafta sonu ikinci kez "Mevsimler" balesini izlemeye gittim, aman da ne güzeldi, bir kez daha sahnelense bir kez daha izleyebilirim. Bale sonrasi birkaç arkadaşla Kepez Belediyesi'nin Dokuma Park'ta düzenlediği "Portakal Çiçeği Festivali"ni denetlemeye gittik, etkinlik jandarmasıyız biz :) Dokuma Park eski dokuma fabrikasının arazisinde oluşturuldu. Henüz inşaatı tamamlanmamış olsa da oyuncak müzesi, minicity, el emeği ürün standları gibi alanlar ve cafeler yapılmış. Bu etkinlik için de tonlarca portakal, limon ve greyfurt kullanılmış. Biraz acıdım narenciye ahalisine, keşke yenseydi, sonuçta telef olacak şenlik uğruna:


'Gel vatandaş gel, "Portakal Çiçeği Festivali"ne gel' diyordu girişte portakal adam :)


Açılış töreni ertesi gün yapılacak olmasına rağmen olay yeri hayli kalabalıktı, insanlar üstüste fotoğraf çekmekteydiler, o insanların arasına biz de karıştık. Efendim etkinlik Dokuma Park'da olursa portakaldan, limondan kilim dokunur elbet :)


Portakal ayısı ya da ayı portakalı, biraz şapşal bir görüntüsü var di mi :)


Portakal ayısı olur da portakal treni olmaz mı, haydi binin. Hem yer, hem gidersiniz.


Tren sevmiyorsanız otomobilimiz var, hem de yerli malı. Saat Kulesi, Yivli Minare, Üçkapılar, hepsi mevcut. Portakaldan şehir yapmışlar :)

Kalabalıktan bunaldık sonra, kahve içmeye bile niyetlenmedik, atladık tramvaya şehir merkezine müteveccihen. Kendimizi Kaleiçi'ne attık, taşradan Evropa'ya gelmiş gibi olduk. Çöktük cafelerden birine kahveden vaz geçip bira keyfi yaptık. Dubh Linn neyin nesiyse artık, Dublin olsa havalı olmuyor sanırsam.


Haftanın son günü evde temizlik vardı, aklanıp paklanmış olarak girdik pazartesiye. Lakin pazartesinin bana bir sürprizi vardı, dişimin dolgusu pat diye düştü, ağzımın içinde kocaman bir oyukla başbaşa kaldım. Hemen diş hekimimi aradım ama sekreter "No pasaran!" dedi. "Yapma yav" dedim, "geçit yok ne demek, sen Dolores Ibarruru musun hem? Etme eyleme sıkıştır bir boşluğa, bu kara delikle yaşayamam ben" diye dil döktümse de Nuh dedi, gemi demedi. "Size yapabileceğim tek iyilik tel. no'nuzu almaktır madam" dedi, "işi erken biten olursa ararım". Kaldım mı kara delikle başbaşa. Aynanın önüne geçtim, elimdeki düşmüş dolguyu yerine yerleştirmek için hayli efor sarfettim, bir türlü eşgaller tutmuyordu, neyse ki sonunda becerdim. Kendime geçici diş dolgusu yapmanın helecanıyla kitabımı elime almıştım ki telefon çaldı, insafa gelen sekreter beni çağırıyordu. Zorlukla taktığım dolguyu bir kürdan marifetiyle kolaylıkla çıkardım ve muayenehanenin yolunu tuttum. Az bekleyip oturdum koltuğa, şunu belirteyim ki tıbbi anlamda en rahat oturduğum koltuk dişçi koltuğudur. Zerre tırsmam. 15 dakika bile sürmedi zaten işim, iki cızzt, bir vızzt, bir miktar laser ışığı ve geçmiş olsun. İçine sıkışan parayı da takdim ettikten sonra eve döndüm. "Rita" dizisinin tüm bölümlerini izleyip bitirdim, yeni bir dizi arayışındayım şimdi. Akşam geç vakit çalan kapıyı açtığımda beni bir sürpriz bekliyordu:


Yayladaki bahçeye mevsimlik bakıma giden kocam devasa bir leylak demeti yollamıştı. Mutluluk bazen mor renkli bir çiçekte bulunabiliyor. Annemin deyimiyle sevindirik oldum. Tüm vazoları doldurdum. Gidip gelip okşuyor, yüzümü içine gömüyor ve "aman da aman ne güzelsiniz" diye seviyorum :) Görmemişin leylağı olmuş :))))

Dün akşam sezonun son opera gösterimindeydim, bir saatl on dakikalık bir komik opera idi, ne olduğunu anlamadın başlayıp bitti zaten. Yaz geliyor, bu tarz etkinlikler yavaş yavaş biter ama sezon kapanmadan "Romeo&Juliette" balesine biletimizi almış bulunmaktayız. 

E daha ne anlatayım, az evvel arızalı dizimi bulaşık makinesinin açık kapağına çarptım. Elimdeki seramik çanak son anda kırılmaktan zor kurtuldu ama diz hala sızlıyor. Sakarlıkta kendi rekorumu egale etmekteyim bu aralar, umarım Cevriye'yi pek rahatsız etmemişimdir, zira intikamı korkunç olabilir. 

Bitiriken 52 haftalık çelıncın 15. hafta sorusunu da cevaplayayım bari. Biraz tuhaf bir soru, seksi anket sorusu gibi bir şey. Neymiş, şu anda üzerimizde ne varmış? Ne olacak ayol, sabahtan beri evde olduğumuza göre ya eşofman ya pijama. Babydoll dememizi beklemiyordun herhalde çelınç hazretleri, o Suzan Avcı'lı Türk filmlerinde olur. Benim eşofmanın üzerinde kocaman bir Snoopy deseni var ve hepinize selam ediyor :)

14 yorum:

  1. Malum son 15 günümü Atlas Havayollarına harcadım ben. Negatif olmamak için elimden geleni yapıyorum ama yok olmuyor. Blogları okumayı da yazmayı da seviyorum ama sadece sevdiklerimi ve anlamlı bir şey yazanları okuyorum. Sanki hayat buralarda çok zor ve yıpratıcıymış gibi geliyor. Sinemaya gidip sinir olabiliyor insan. Ya da Lale Ablanın anlattığı gibi asansöre binip üç kat inerken tartışabiliyor. Dememek, karışmamak gerekiyor sanırım ama o da olmuyor. İnsanın içi şişiyor.
    Yok, yok, hayat bu kadar karışık olamaz. Sadece çok cahiliz. Üstelik aile terbiyesi dedikleri şeylerden de yok insanlarla. O yüzden Tolstoy okuyorum bu aralar. Çatır çatır kocasını anlatan Anna'ya sinir oluyorum. Roman kahramanı ile kavga ediyorum.
    Şimdi seni öpüp, işe geri dönüyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Atlas işi çözülmedi di mi, gitti gider paralar, tüh :( Nasıl bir ticari anlayış bu, hep dalavere üstüne. Ne diyeyim canım ya belki bu işte de bir hayır vardır, belki gitmemeniz gerekiyordu o gün (züğürt tesellisi yaptığımın farkındayım ama ne diyeyim, çok can sıkıcı)
      Cahil olduğumuz su götürmez, üstelik doğru bilgiye de itibar etmiyoruz, illa da benim dediğim, hiç ummadıkların bile öyle. İki dirhem bir çekirdek, marka giyimli kadın marka kunduralarını milletin başını dayadığı yere koymakta sakınca görmüyor, uyarsan kavga sebebi. Alıp başımı kaçmak istiyorum bazen Himalayaların tepesine ama oksijen sıkıntılı oralarda da, astımsal ciğerlerim dayanmaz :)
      Anna'yı hiç sevmedim, ne kitapta, ne balede, ne filmde. İtici bir kadın o ya :)
      Ben de seni öpüp kitabıma geri dönüyorum...

      Sil
    2. Bak terslikler sürmeye devam ediyor. Sana upuzun bir yorum daha yazmıştım, yanlışlıkla sildim. Olsun! En büyük dertler bu dertler olsun.
      "Anna'yı bir tek ben mi sevmedim, hatta Anna'yı sevmememin sebebi Atlas'la bu sıkıntıları yaşarken kitabı okumam mı?" diye düşünürken, şimdi sen böyle yazınca anladım ki yok!
      Kadın çatır çatır kocasını aldatıyor, bir de yok kocamdan iğreniyorum falan deyip duruyor. Hem de sümsük Vronski için. Bir de şu var. Sen çok iyi biliyorsundur zaten. Keira Knightley'nin oynadığı son Anna Karenina'da kocasını Jude Law oynuyordu. Şimdi kitabı okurken hep Jude Law geliyor gözümün önüne. Nasıl da kibar ve karısını seven bir adam :) Anna'nın ağzının ortasına elimin tersiyle yapıştırasım geliyor.
      Bu arada Selçuk havaalanına gidip zorla biletleri aldı. Milletin bir yaklaşımı var şu bile olayına inanamazsın. (Neden inanamayacakmışsın ki? inanırsın elbette)
      Ohh olsun size diyenler mi ararsın, ben Atlas'ı çok seviyorum Arapça anons yapmıyor diyeni mi dinlersin?
      Uzun lafın kısası umarım şu biletleri kullanır ve Atlas olayını tarihin karanlık sayfalarının arasına gömerim.
      Bu arada iyi ki yazıyorsun, iyi ki blogunu terk etmiyorsun da ben de keyifle seni okuyorum.
      Seni çok seviyorum çünkü.
      En sevdiğim yazarım benim. ♥️

      Sil
    3. En sevdiğim okurum benim, aynı zamanda da en sevdiğim yazarım benim diyerek karşılıklı paslaşalım :) Valla dediğin gibi üç-beş kaldı, giderler diye ödüm kopuyor.
      Ay zorla şerle de olsa bilet işinin hallolmasına sevindim. Anneannemin bir lafı var, biraz edepsiz: "Ay kuyudan çıktı ama g.t de ne çekti" diye, o hesap. esasen bu Nasreddin hoca fıkrası ama anneannem çok kullanırdı.
      Ya sorma kemçik Keira'yı hiç sevmem, dolayısıyla onun oynadığı filmdeki karakterler ne kadar iyi olursa olsun sevimsiz geliyor, Anna zaten sevimsizdi, Keira sayesinde çekilmez oldu :)
      Şimdi 45 yıl sonra görüşeceğim bir lise arkadaşımla buluşmaya gidiyorum, bakalım nasıl geçecek.
      Öperim ki :)

      Sil
  2. Aile hekimlerinin iyi huyluları da vardır elbette, ama bizimki de azıcık huysuz cinsinden, neden acaba?
    Gerçi, huysuz ve başkalarına saygı duymayan insan sayısı artmış olabilir, her yerde her gün öyle çok rastlanır oldular ki...
    Neyse, biz arada buradaki sığınaklarımıza gelip bir nefes almaya devam edelim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Olmaz mı vardır mutlaka ama bana hep en tatsızları düşer, yine değişmedi kural :)
      Valla aynen öyle Ekmekçi bacım, sen, ben, bizim oğlan kaldık şuralarda, sahip çıkalım arazimize :)

      Sil
  3. Şu sinemada sohbet olayı dayanılacak gibi değil. Tamam arada yorum yapabilirsin, soru sorabilirsin vs. ama bir de bunu abartıp resmen sohbet edenler var. Hele kalabalık gelindiyse eyveh eyvahh!!

    Filmin konusunu okuyunca nedense biraz "Loveless"e benzettim

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, biraz benziyor Sevgisiz'e ama burada çocuk o kadar itilip kakılmıyor, en azından büyük ebeveynler kol kanat geriyor, anne de daha sevecen. Sorun daha çok babada.
      Ah sinema ahalisi giderek iyice yozlaşıyor ve başetmek mümkün değil...

      Sil
  4. Suzan Avcı'da kahkahamı engelleyemedim :))) Siz çok yaşayın emi...

    Narenciyeler güzel bir görsel oluşturmuş tabi ki ama ne bileyim yesek daha güzel olurdu. Belki etkinlik sonunda dalın portakala limona derler mi ki... Çok mu polyannacıyım sanki...

    O ayaklarını ön koltuğa dayayanlardan biriyle de ben karşılaşmıştım geçenlerde, kendisi çok anlayışlı olmasa gerek bakışlardan anlamadı. Sözlü taciz ettim... Ne var ki anlamlı bakışındaki sevgili suratına ayaklarımı dayayasım geldi :)

    Sevgiler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Valla takip etmedim narenciyelerin akibetini ama belki sıkılmak üzere bir yerlere yollarlar, tonlarca zira.
      Bu tiplerle başetmek mümkün değil, üste çıkarlar siz suçlu olursunuz ama hazmedemiyorum gerçekten bu kadar bencilliği, eğitimsizliği.
      Benden de sevgiler...

      Sil
  5. Gec mı kladım bılmıyorum ama bır dızı onerım var Nursen Ablacım...Gilmore Girls...Netflix'de var...Ben yenı bıtırdım,bunalımdayım....Gercı şimdi de Bates Motel'e sarmıs durumdayım....

    YanıtlaSil
  6. **************************************************
    Merhaba,
    Bu yazı, sizlerin yazıları için bir yorum değil, aksine kendi yazılarım için sizlerden yorumlarınızı; daha etkin ve daha çok verimli olabilmem için ne yapmam gerektiği konusunda görüş ve düşüncelerinizi yazmanıza dair bir ricadır.
    Zaman’ın ne olduğunu tam bilmiyorsak da, en azından en kıymetli bir kavram olduğunu biliyoruz. Bu paha biçilemez zamanınızı harcama ricasında bulunduğum için kusura bakmayınız.
    Sizin düşünceleriniz benim için çok değerlidir.
    Ben Sabahattin Gencal.
    Çekingen mizacım gereği toplumla haşir neşir olamıyordum zaten. Hastalık ve yaşlılıktan olacak dış kapılar kapandı. Hiç olmazsa sanal dünyaya, açık deyişle bloglara tutunabilmek için tekrar yazmaya başladım.
    “Yetmiş beş ’inden Sonra” başlıklı yeni blogumda uğraşacağım. Daha doğrusu bir şeylerle uğraşmak zorunda hissediyorum kendimi. Ancak, yukarıda arz ettiğim gibi insanımızı gözlemleme olanağım çok sınırlı. Böyle sınırlılıklar olunca tatmin olamıyorum. Çünkü ben yüksek tempo ile çalışan biriydim. Gerçi düşüncelerimi, düşlerimi gerçekleştiremedim; ama yazarlık konusunda benim de görüşlerim vardı: Örneğin, 09 Ekim 2015 tarihli Milliyet Blog’daki yazımda şöyle diyordum:

    “Yazar ona derim ki güncel olduğu kadar gelecekte de okunabilsin.
    Yazar ona derim ki nesnel olduğu kadar da öznelliğini koruyabilsin.
    Yazar ona derim ki yazdığı dilde olduğu kadar da çevirilen dillerde de okunabilsin.
    Başka deyişle, yazar çağları aşabilen, her daim kendisi kalabilen ve evrensel olabilendir.
    Yazar kalemini konuşturabilen, okuyucularının duygu ve düşüncelerini tetikleyebilendir.”
    Ne gariptir ki sanki bu düşünceyi kendim üretmemiş, bu sözleri kendim söylememiş gibiyim.
    Sadece bu konuda değil, hemen hemen her konuda belki rahatsızlığımdan, belki yaşlılığımdan geriye doğru gidiyorum. Oysa biz “İki günü birbirine eşit geçen aldanmıştır, zarardadır.” mealindeki hadisi ilke edinen öğretmenler kuşağındanız. En azından mevcut performansımızı muhafaza etmek, karınca kadarınca da olsa toplumumuza ve insanlığa katkı sağlamak isteriz. İşte bunun için de önerilerinizi rica ederiz.
    Yukarıda da belirttiğimiz gibi önerileriniz bizim için değerlidir ve dikkate alınacaktır.
    Adını unuttuğum bir yazar “ Zamanım yoktu; onun için uzun yazdım.” mealinde bir söz söylemişti. Benim zamanım var; ama öz olarak anlatabilme yeteneğim yok. 140 karaktere alıştırılmış toplum karşısına böyle uzun yazılarla çıkamam elbet. Ama, sizleri az çok tanıyorum. Sizlerin okuma ve yazma tutkunu olduğunuzu da biliyorum. Zahmet verişim biraz da bundan. Onun için tekrar özür dilerim.
    “Yetmiş beş’inden Sonra”, test yayınlarına başlamış bulunuyor. İnşallah sizlerin önerileriyle oluşturacağımız yayın politikası, yayın ilkeleriyle, aralıklarla dahi olsa yayın yapmaya başlayacağız.
    Bu arada, cevaplarınızı isterseniz saklı tutabiliriz. Cevaplarınızın yayınlamasının sadece benim için değil diğer bütün blog yazanlara ve okuyuculara da yarar sağlayacağı kanısındayım.
    Hayırlı günler dileğiyle saygılarımı sunarım.
    Sabahattin Gencal
    https://sabahatti.blogspot.com.tr/
    sabahattin1943@hotmail.com
    **************************************************

    YanıtlaSil
  7. Portakal ayı ne kadar sevimli olmuş. Bu arada hem diz hem diş için geçmiş olsun...

    YanıtlaSil