Geride bıraktığımız hafta bol güneşli, bol etkinlikli ve keyifli bir haftaydı. Diğer haftalardan da aynı performansı beklemekteyiz.
Salı akşamı Opera Sahnesi iki çello, bir arp ve iki soprano eşliğinde baharı karşıladı, biz de üçüncü sıradan alkışlarımız ve yüzümüze gülümseme olarak vuran mutluluğumuzla katkıda bulunduk. Nurdan Küçükekmekçi'nin sesi göksel tınılar taşımaktaydı sanki.
Çarşamba büyük gündü, Ankara'dan sonra benim pembe elbiseli kız ikinci kez Antalya'da sahneye çıkacaktı :) Vakit gelince Octopus Kitap-Cafe'de toplandık. Sağolsun arkadaşlarım, öğrencilerim, eş-dost yalnız bırakmadılar. Arkadaşım Aylin Ayaz Yılmaz'ın moderatörlüğünde keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Ardından ben kitaplarımı imzalarken Opera'nın keman sanatçısı kuzenim de katılanların kulaklarına güzel nağmeler yolladı. Elbette ki "Kambersiz düğün olmaz"dı, Charlie de tüm nemrutluğuyla benimle birlikteydi. Aşağıdaki fotoğrafta "Size kaç kere söyledim, beni en sona bırakmayın" diye parmak sallarken görülmekte :)
Haliyle ertesi gün biraz akşamdan kalma modundaydım. Günü ayaklarımı uzatarak, çekilen fotoğrafları indirip sahiplerine yollayarak geçirdim. Güya dinlenecektim kafam iyice aşure gibi oldu ama bütün yorgunluklar böyle olsun, değil mi :)
"Kelebekler" filmi hakkında günlerdir sosyal medyada güzel şeyler okumakta idim. Zaten Tolga Karaçelik'in daha önceki filmleri "Gişe Memuru" ve "Sarmaşık"ı da çok beğenmiştim. O yüzden vizyona girer girmez soluğu sinemada aldım, iyi ki almışım. "İşe Yarar Bir Şey"den sonra bu aralar izlediğim en iyi filmdi diyebilirim. Gülerken hüzünlenip, hüzünlendiğinizi unutup tekrar güldüğünüz, yer yer absürd sahnelerle dolu ama o absürdlüğün bile tuhaf gelmediği, sıradışı oyunculukların büyülediği bir film olmuş. Hepsi müthiş oynamıştı ama özellikle Bartu Küçükçağlayan'a bayıldım. Bir de yanımdaki genç kız film süresince telefonunu kurcalamasa hoş olacaktı. Filmin kritiğini bile film esnasında internetteki bir siteden okudu. Bunları engellemek mümkün olmasa da filmi kaçırmayın derim.
Filmdeki en sıradışı sahnelerden biri buydu, açıklamasını yapıp spoiler vermek istemiyorum, gidin, izleyin ve sevin :)
Haftanın son etkinliği ise Cumartesi günü matinede izlediğim, Antalya Devlet Tiyatrosu'nun sahnelediği, Shakespeare'in "Windsor'un Şen Kadınları" isimli oyunu idi. Siz adına bakmayın, oyuncu kadrosunda tek bir kadın bile yoktu ama bu oyunda kadın olmadığı anlamına gelmiyor tabii ki, olmaz mı, vardı. Hem de şen kadınlar vardı :) Harika bir yorumla, son derece dinamik, yer yer interaktif bir oyun sergiledi oyuncular. "Sir John Falstaff" rolünde Selim Bayraktar farkı kesinlikle hissediliyordu, hele de Windsor'un şen kadınları tarafından tuzağa düşürülüp nehre atıldıktan sonra kurtulup başına gelenleri bir jazz şarkısıyla anlattığı bölüm olağanüstüydü. Fakat diğer oyuncuların hakkını asla yemek istemem, bazı sahnelerde kadın kılığında oynayan tüm oyuncular rollerinin hakkını vermişlerdi doğrusu. Ne diyeyim tiyatro hayatımızdan asla eksik olmasın, böyle güzel oyuncular da sağolsun, varolsun.
En öndeki sırada üç tane yaşlı hanım oturuyordu, fuayedeki konuşmalarından anladığım kadarıyla Selim Bayraktar'ın yakını idiler. Nitekim yer yer sahneye laf atıp olur olmadık yerlerde heyecanla alkışlayarak bunu belli ettiler. Bir sahnede Selim Bayraktar'ın sahnenin dip tarafından göğsünün üstünde kayarak uç tarafa doğru gelmesi gerekti. Müthiş bir beceriyle aksaksız kayarak geldi ve belinden yukarısı sahne dışında kalacak şekilde durdu. Fakat yakını olan teyze o kadar heyecanlandı ki düşeceğini sanıp ayağa fırlayarak tutmaya çalıştı. "Korktun mu Ayşe teyze?" repliğini diğerlerinin arasına sıkıştırıverdi Bayraktar. Hasılı teyzeler oyuna ekstra neşe kattılar.
Aşağıdaki fotoğraf oyundan 15 dakika önce kapılar açıldığında sahnede gördüğümüz manzara idi, tüm ekip hiç kıpırdamadan onca zaman nasıl yattılar orada bilmem, iki dakikada bir sağa sola dönme ihtiyacı hisseden benim işim değil doğrusu.
tiyatro çıkışı baharın tadını çıkarmaya Karaalioğlu Parkı'nda aldım soluğu. Erguvanlar açmış, sarı papatyalar keza. Deniz mis gibi ve park çok kalabalıktı. Falezlerin üstündeki bir masaya konuşlanıp aşağıdaki manzaraya karşı çay içtik:
Mart ayının son kitabını zorla bitirdim desem yalan olmaz, çok sıkıntı verdi içime. Nisan'ın ilk kitabı da adını çok duyduğum ama ilk kez okuyacağım Gaye Boralıoğlu'na ait: "Dünyadan Aşağı". İlk 30 sayfası umut vadediyor. Netflix'de yeni bir diziye başladım: "Rita". Danimarka yapımı bir dizi, isimleri Ikea ürünlerine benzeyen bir oyuncu kadrosu var. Rita bir öğretmen ama son derece sıradışı bir öğretmen. Öğrencileriyle harika olan dialogunu ne yazık ki kendi çocuklarında pek gerçekleştiremiyor. Dünyayı takmıyor ama kendinin bile farkında olmadığı içsel hüzünleri ve sorunları var. Okuldaki en iyi arkadaşı da genç irisi ve saf ama iyi niyetli bir genç kadın olan Hjordis. Okulun sürekli şort-pantolonlar giyen, sapsarı müdürü ile adını koyamadığı bir ilişkisi var. Elinden sigara düşmüyor ve yetişkin üç çocuğu olmasına rağmen şahane bir vücuda sahip. Ben çok keyif alarak izliyorum, size de tavsiye ederim.
Eh, daha ne yazayım. Bu kadar yeter. Ayrıca dışarda hava çok güzel, en sevdiğim parktaki baharsal değişimleri kontrol etmem gerekli, o yüzden müsaadenizle diyorum. Nisan ayımız çok güzel geçsin dilerim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder