Sabah banyoda yüzümü yıkarken aynada gözüme çarpan kişiden korktum. Avurtları çökmüş bomboz bir surat (taş altında yaşayıp uzun süre güneş görmemiş böcekler olur ya, şeffaf, soluk, onlara benzettim kendimi), 2 parmak boyası gelmiş saçlar, orman görüntüsü almış kaşlar, çarpık çurpuk tırnaklar. "Yeter" dedim, "yeter, 18 gündür kapandın eve, toparlan artık biraz, çık şu hastalık modundan". Kendimi şöyle bir yokladım, hafif bir hırıltı ve arada gelen öksürük dışında iyi gibiydim. "Bugün yatmayayım artık" dedim, "hatta çıkayım önce kargoya sonra kuaföre gidip kendime bir çekidüzen vereyim". Gideceğim yerlerin eve yakın olması da itici fonksiyon görevi yaptı ve ayaklandım. Kargoya vereceğim paketi hazırladım, kuaföre telefon edip randevulaştım ve çıktım evden. Postaneye uğrayıp soluğu kuaförde aldım. Sürekli müşterileri olduğum için kızlar beni şımarttılar, terleyen sırtıma bez koydular, açık duran kapıyı kapattılar, çayımı elime verdiler sonra da saçımı boyamaya başladılar. Ben de o arada eskilere doğru bir uzandım. Uzun zamandır hasta olan değil de hasta bakan kişi pozisyonunu üstlendiğimden bu ani ve uzun hastalık süreci beni epey korkuttu. Bir ara hiç iyi olamayacağımı bile düşünmeye başlamıştım, bunda epeydir bu kadar uzun süren ve ağır geçen bir hastalık yaşamamamın da payı olsa gerek. Hatırladığım ilk hastalık Cengiz sokaktaki o küçücük, bahçeli evde geçirdiğim kabakulaktır. Acı, ağrı ya da benzeri bir sıkıntı kalmamış aklımda, sadece sabahları erken kalkmadığım için mutlu olduğumu ama o çok sevdiğim okula gidemediğim için de üzüntü duyduğumu hatırlıyorum. Sonraları, sanırım ilkokulun 3. sınıfında falandım, "zafiyet başlangıcı" teşhisi kondu bana. Annem, babam, bilhassa anneannem çok telaşlandılar, galiba pek iyi bir şey değildi, fısıltıları arada kulağıma geliyordu "iyi beslemek lazım, Allah korusun vereme çevirirse ne yaparız". Kendimi o sıralar moda olan "Veremli Kız" şarkısının kahramanı imiş gibi hayal etmeye başladım. Belki de "Nalan" filmindeki Hülya Koçyiğit gibi dantelli mendillere kan tükürüp ölecektim, ayyyy yazık ama bana. Daha önce doktor, sonra gelin olacaktım, Allahtan reva mıydı bu? O yüzden her gün popoma sapladıkları Penisilin iğnelerine ve sabah akşam pekmez ve dalakla beslemelerine nefret etsem de ses çıkaramadım. İğneleri sağlık memuru olan babam yapıyordu. Babamın işten çıkma saatinde apartmanın önüne iniyor, merdivenlere oturuyor ve korkulu gözlerle ufukta belirmesini bekliyordum. O gelince de kurbanlık koyun gibi ardına düşüyor, eve çıkıyor, divana uzanıp pis kokulu şırınganın kaynamasını ve iğnenin yapılmasını kalbim gümbürdeyerek bekliyordum. Eziyet iğneyle bitmiyordu ki, akşam yemeği vakti geliyor, anneannemin özel olarak hazırladığı ve özel olarak kanlı bıraktığı ızgara dalağı lokmalar ağzımda büyüye büyüye, kusmamak için aşırı gayret sarfederek yutmaya çalışıyordum. İşkencenin akşam seansı bitince sabah yeni bir seans başlıyordu: pekmez. Aç karnına ağzıma tutulan fincandaki koyu kırmızı, kıvamlı ve çok şekerli sıvıyı öğüre öğüre içiyordum. Sonuçta bu eziyet 10 gün kadar sürdü ve bitti, verem olmadım, doktor da ama gelin oldum, yaşasın :) Lakin o günden bu yana ağzıma dalak koymak bir yana, dalak gördüğüm yerden burnumu tutarak kaçtım, pekmezi de ancak zorunlu hallerde ve bir şeyin içine katılmışsa yiyebiliyorum.
Yine ilkokuldayken geçirdiğim bir de bayram hastalığım var, bayramın birinci günü gezip tozmuş, eğlenmiş, yemiş içmiş, ikinci gün 39 derece ateşle yatağa düşmüştüm. Halam o sıralar çocuk hastalıkları ihtisası yapıyordu, tedavimi üstlendi. Allahtan reçeteye dalak ve pekmez yazmadı, iğne de :) Rengini bugün bile hatırladığım çingene pembesi Eritrosin tabletleri yutarak iyi oldum. Ben içerde yatarken bayram ziyaretine gelen giden oluyordu, biri de yengemin anneannesiydi ve o tipik Rumeli şivesiyle yanıma gelip "Geçmiş olsun kızcağızım, sana bir çıkolatacık getirmişim, yersin onu" demiş çikolatayı başucuma bırakıp çıkmıştı. Daha ben elimi çikolataya uzatırken halam bileğimi tutmuş ve "ateşin düşene kadar yasak, iyi olunca yiyeceksin" demişti. Sanırım çikolata aşkına iki günde dirilivermiştim.
En son beni korkutan hastalığımsa üniversitedeyken ziyaretime gelmişti. Vücudumda oluşan minik bir kitlenin alınması için yattığım ameliyat esnasında oda arkadaşım öğretmen bir kızla arkadaş olup uzun süre mektuplaşmıştım, şimdi nerelerdedir acaba? Kitlenin zararsız olduğu haberiyle sevinip eşin dostun geçmiş olsun ziyaretinde taşıdığı kitapları duvarda asılı Van Gogh'un "Arles'teki Yatak Odası" tablosunun reprodüksiyonuna bakarak okumuş, bir yandan da annemin getirdiği şamfıstıklarını lüpletmiştim. Taburcu olacağım gün babamın işlemleri yaptırmasını beklerken kapı açılmış, çılgın dayım bir kucak dolusu mor sümbülle beni görmeye gelmişti. Şimdi ne zaman sümbül görsem, kokusunu duysam o hastane odası ve dayım gelir aklıma.
Ben eskilere dalmış düşünürken kızlar "hocam yıkayalım saçınızı" dediler. Silkinip yeryüzüne indim. Saçım yıkandı, şekil verildi, kaşlarım alınırken yanımda oturan genç kadın hafta sonu gittiği oteli anlatıyordu ve 3 kelimede bir "ama çok iyiydi" diyordu. Onuncu "ama çok iyiydi"ye sıra geldiğinde benim işim bitti, onu ve dinleyen kızları oteliyle başbaşa bırakıp ayrıldım kuaförden. Eh bir yerden başlamak lazımdı, bu hafta da tedbiri elden bırakmadan hafif sokak alıştırmaları yapayım diyorum, önümüzdeki hafta için planlarım var, galiba iyileşeceğim dostlar, haydi kalın sağlıcakla...
*Ses/Yahya Kemal Beyatlı
Çok geçmiş olsun. Bu hafta tüm planlarınızı gerçekleştirmenizi dilerim.
YanıtlaSilHarika bir hafta/haftalar diliyorum...
YanıtlaSilHahaha :) ''Hocam yıkayalım saçlarınızı!'' denince ayıldın ha? Süpermiş...
YanıtlaSilGeçmiş olsun. Ben de bu aralar hastalıklarla cebelleşiyorum. Ay ne sevimsiz şey şu hastalıklar.
YanıtlaSilTekrar geçmiş olsun...
YanıtlaSilÇok geçmiş olsun.Keyifli bir hafta olsun ;)
YanıtlaSilMerhaba blogunuzu takibe aldim bloguma beklerim
YanıtlaSilGeçmiş olsun.Hayata karışmak güzel.
YanıtlaSil