Rutin Dışı blog birlikteliğimizin 3. yazısı bir tevafukla gerçekten rutin dışı oldu. Hani 2. yazıda sabah vızıltısıyla uyandığım sinekten hareketle çocukluğuma dönmüş, dedemin bahçesini anlatmıştım ya, o yıllarda çok sıkılsam da hepi topu bir haftalık bu ziyaretleri şimdilerde nostalji duygusuyla anıyorum. Babamın ölümünden bu yana bir türlü çözüme ulaştıramadığımız, her yıl niyet edip bir türlü gerçekleştiremediğimiz, yerinde halledilmesi gereken bir resmi işlem vardı. Bloga girdiğim postun akabinde çözüm bir imzaya kaldı şeklinde haber gelince, tevafukun böylesi dedim ve dün rutin dışı günübirlik bir seyahat gerçekleştirdik Kocam Bey'in sürücülüğü ve kız kardeşin eşliğinde. Alt tarafı atılacak birkaç imza için 600 küsur km yol yapılır mı desek de başka çözümü yoktu ve belki de son kez babamın memleketini görmüş olmak hoşumuza gidecekti. Gelgelelim en son gidişimizden bu yana ki 15 yılı vardır, yol yol olmaktan çıkmış, devasa tırların cirit attığı bir yarış alanına dönmüş. Geçen yıl Hollanda'ya gittiğimde sanırım ömrüm boyunca gördüğüm toplam bisiklet sayısının birkaç katı bisiklet gördüm demiştim, bu sefer de bu yaşa kadar rastladığım tır sayısından daha fazla tır gelip geçti iki yanımızdan. Çok korkutucu, başka sürücülere karşı saygısız ve çok kornaseverdiler. Korna da kornadan ziyade vapur düdüğüydü adeta.
Günübirlik bir gidiş olacağı için sabahın 5'inde koyulduk yola, güneş Gölbaşı'nı geçtikten çok sonra yüzünü gösterdi. Gündüz saatlerinde kirloz ve pasaklı göl karanlıkta üstüne vuran ışıklarla peri kızı havasındaydı. Bu arada nereye gittiğimizi söylemedim sanırım, Niğde'nin kazalarından birine, Ulukışla'ya doğruydu rotamız. Hem anne, hem baba tarafından Niğdeli olsak da ne ben, ne kızkardeş orada yaşayan büyükleri ziyaret dışında Niğde'de de, Ulukışla'da da yaşamadık. Aslında heyecanlıydık, ben 15 yıldır, kız kardeşse neredeyse ergenliğinden beri ilçeye adım atmamıştık. Arabanın termometresi 19 dereceyi gösterirken Tuz Gölü'ne vasıl olduk, birer çay içip ayılalım diyerek açık bulduğumuz bir tesise attık kapağı ama çaydan önce gölü görmemiz ve dahi fotoğraf çekmemiz gerekirdi değil mi 😀 Paldır küldür indik merdivenlerden, tesisin bahçesine çıktık. Tam gölün kıyısına gideceğiz, iki tarafına flamingolar kondurulmuş takın altında poz vereceğiz, o da ne? İki adet köpek bize doğru hamle etmesin mi? Ben korkak Leylak tesise doğru ters hamle ettim kaçmak için, bereket Kocam Bey yanımızdaydı, köpeklere doğru gidip sohbete başladı. Meğer sevilmeye gelirmiş garibimler. Bekçi diye koydular bizi kırtlayacaklar sandık ahahaha 😂 Fotoğraflarımızı çektik ve çay içmek için yukarı çıktık. Elimizde çay bardakları mekanda dolaşırken tanesi 10 lira yazan isimli anahtarlıklar çarptı gözümüze. Bu devirde 10 liraya ne bulursan alacaksın arkadaş, zira o fiyata bir şey yok 😂 İşi komiği çok sık rastlanan kardeşimin ismini bulamadık ama neredeyse böyle durumlarda hiç rastlanmayan benim ismim denk geldi, 10 lira yahu alınmaz mı 😂
Bir yamaçtan bir yamaca şahin uçurduk, fotoğrafta çok belli olmuyor ama karşı tepeler sanayi tesisleri ve fabrikalarla dolmuş, bomboştu çocukluğumda. O yıllarda müthiş kar yağardı şehre, trenler kara saplanıp kalır, demiryolcu olan dedem trendeki yolculara üzülür, vagon dolusu insanı ısınsınlar ve yemek yesinler diye toplayıp eve getirirdi. Babaannem ne yaparsa yapsın, gamdan azade olduğun söylemiştim değil mi 😂 Çocukluğumun bu küçük kasabasının ilerleyen yıllarda sanayi şehrine dönüşeceğini rüyamda görsem inanmazdım.
Epeyce elden geçmiş belli ki, alan kişi çok ilgilenmiş, bahçe yoktu o zamanlar, alınca dikilen ağaçlar bile kocaman olmuş. Güle güle otursun. Çok anıya ev sahibi bu bina.
Koca binayı kadraja sığdıramadım haliyle, şuradan aldım fotoğrafı. Zaman zaman kışla olarak kullanılan ve şehre adını veren yapıyı adından anlaşıldığı gibi 1615 yılında Öküz Mehmet Paşa yaptırmış. Meğer Öküz'ümüz Ulukışla'lı imiş, hemşerim canım benim 💜 Yalnız lütfen yanlış anlamayalım, öküz lakabı babasının önce Ulukışla'da, sonra İstanbul'da öküz nalbantlığı yapmasından geliyormuş, önce babasına, sonra oğluna bu nedenle yakıştırılmış bu isim. Kendisi aşağıdaki şahıs, Kışla'nın önünde redif sesi değil, Paşa heykeli var bu sefer, ne derece benziyor orasına da tarihçiler karar versin:
Yapıyı dolaştık, dediğim gibi otobüs yazıhaneleri, bir kadın el sanatları işliği, müzik atölyesi, muhasebeci vs vs. Tek ilgi çeken şey Faruk Nafiz'in içinde Ulukışla'nın ve bu hanın adının geçtiği şiirin yer aldığı bir tabelanın duvara iliştirilmiş olması idi:
Cadde boyundaki binalar yenilenmemiş, dükkanlar var altlarında. Şu ikinci binada, uzun pencereli, eski görünüşlü olanda babamın ilkokul arkadaşı oturmuş çocukluğunda, sonra da aileden birinin yakını doktor, mecburi hizmetini yapmıştı burada ve bu binada oturmuştu o süre boyunca, rahmetli oldu Eker Abi genç denecek bir yaşta, huzurla uyusun, onu da anmak varmış bu seyahatte. Yemek yemek için bir yer aradık ama hiçbiri içimize sinmedi, yemekten vaz geçip hatırladığım yerde duran fırından pide ve Ulukışla'nın çocukluktan tadı damağımda kalan tahinli pidesinden aldık, Bu kadar nefis olur, aynı tat hala devam ediyordu. Kızkardeş peynir almaya gitti, biz de Kervansarayın içindeki çay bahçesi sandığımız yere girdik, meğer kahvehane imiş. Neredeyse şehrin tüm erkekleri kirloz yeşil örtülerde kaplı yuvarlak masalarda çay-sigara içip okey vs oynuyordu. Bir masaya biz de çöktük Kocam Bey'le ama ortam o kadar testosteronlu ve pis idi ki rahatsız oldum. Çay vs ısmarlamak için genç garsonu çağırıp sipariş verdim, az sonra gelip yukarıda aile salonları olduğunu söyledi, şunu baştan söylesene. Birkaç basamak çıkıp nisbeten temiz ve koltuklu, sehpalı bir yere yerleştik. İçecekler ve beraberinde peyniriyle kız kardeş geldi, dükkanlarda sohbet etmiş, yine amcamı tanıyan bir sürü insan çıkmış. Normal, zira amcam yıllarca o sıradaki dükkanlardan birinde esnaflık yaptı.
Babam bu istasyondaki lojmanlardan birinde büyümüş, çocukluğunu geçirmiş, ilkokula başlamış. Çok anıları vardır burayla ilgili, bir seferinde iddia uğruna rayların içine yatmış ve üzerinden tren geçmiş, korkmadım ama o trenin müthiş uğultusu hâlâ kulaklarımda derdi, babasından bir güzel dayak yediğini de eklemeden geçmezdi. Yine 2. Dünya Savaşı sırasında mühimmat götüren bir tren vagonu bozulup raydan çıkınca tüm görevlilerin ve lojmanlarda yaşayan kadın ve büyük çocukların vagonu sırtlayıp raylara oturttuğunu anlatırdı. Bir selam daha uçurduk babama ve yürümeye devam ettik. Tarihi ama akmayan bir çeşme gördük, üzerine duvar resmi yapılmış bir trafo ilgimi çekti:
Şaka sanmıştım ama gerçekten "Rana Holtzi" adında bir kurbağa türü varmış, Toroslar'da yaşarmış ve ötmeyen yegane kurbağa imiş. Öğrenmenin sınırı yoktur efenim 😂
Ve üzeri betebe mozaikle kaplı kitsch şaheseri şu cami, tükenmez kalem gibi minareleri, kapının üstüne düşen gölgeyle gülen bir yüze benzeyen yapının mimarı, hiç mi Mimar Sinan eseri görmedin, görmedinse ders diye de mi okumadın yahu?
Köy ben görmeyeli büyümüş, gelişmiş, yeni evler yapılmış, eskiler yenilenmiş, Almancılar ve Adana yazlıkçıları kendilerine yayla evleri yapmışlar. Eskiden iğdeden başka bir ağaç bulunmazdı, şimdi epey yeşermiş.
Yaz sıcağı ve susuzluk nedeniyle iyice kuruyup çekilmiş ve uzaklara kaçmış Tuz Gölü'yle görmeyeli epey boy atmış, şerefinin Çanakkale'de çok şehit vermelerinden kaynaklandığını yenilerde öğrendiğim Şerefli Koçhisar'ı arkamızda bırakıp Aksaray'a müteveccihen (bu kelimeye bayılıyorum) yola devam ettik.
Aksaray girişinde yılların Ağaçlı Tesisleri'nde bir mola daha verdik, bu defa oturmalı. Tesis daha açılmamıştı, geçici hizmet veren bir emmi bize bulaşık suyundan az hallice birer nescafe yaptı, yanına tadına bakalım diye Aksaray simidi aldık, ikisini de bitiremedik. Simit tatlımsı, nescafe ise tatsızdı. Kalkıp yola devam edecekken bazı huylarda yapışık ikizim olan kız kardeş yeni açılan hediyelik eşyacıya daldı (huyumuz kurusun, hediyelik eşya ve müze satış mağazaları özel ilgi alanımıza girer), biz arabayı park yerinden çıkarana kadar elinde iki adet Aksaray magnetiyle geldi. Görmediysek içinden de mi geçmedik yani 😂 Aksaray içinde komik heykeller var, atının üstünde cüce gibi duran, kılıcı kendinden haşmetli 2. Kılıçaslan, Aksaray Manaklısı denildiğini heykelin kaidesinden öğrendiğimiz devasa ama çok sevimli bir köpek-araç trafiğinden çekemedim, netten aldığımı aşağıya iliştiriyorum-ve bir adet Genç Osman şehirden çıkana kadar selamlaştığımız ünlülerdi.
Foto: Buradan
Yıllar önce Niğde'ye gidip gelirken Aksaray ile Niğde arası bitmek bilmezdi, şimdi şehir o kadar büyümüş ki neredeyse mesafe kapanmış, her yerde bir tesis. Şehri terk ederken Hasan Dağı bütün görkemiyle serildi önümüze, çok severim kendilerini. Ne hikmetse sevdiğim dağlar hep erkek, Kimi Hasan, kimi Bey, kadınlara yakıştıramıyorlar herhalde isim vermeyi, oysa ne dağ gibi kadınlarımız var.
Araba camı arkasından bu kadar oluyor, Hasan Bey bize kâh karşımızdan, kâh yanımızdan uzun süre eşlik etti. Ulukışla'ya yaklaşırken ardımızda bıraktık dönüşte görüşmek üzere. Hasan'a veda ederken bir başka tanıdığa "Merhaba" dedik, "Kardeşgediği Köprüsü". Ereğli yol ayrımının az ilerisinde (yenisi de yapılmış ama biz eskisini daha çok severiz). Bu bir demiryolu köprüsü, babamın dedelerinin kurduğu köyün içinden geçen demiryolu şimdilerde D.100 denilen, bizler için hâla E5 olan karayolunu bu köprünün üstünden aşar. Vakt-i zamanında babamın köyünde yaşayan bir amca demiryolu boyunca yürürken rayların üstünde iri bir taş görür, trene zarar vermesin diye taşı kaldırıp yana koymak ister ama o kadar ağırdır ki çekemez bir türlü. Uğraşıp didinirken taş kayar ve kendisi de taşla beraber köprüden aşağı asfalta düşer. Görenler koşup gelir, "Ne oldu, yaralandın mı, kırık çıkık var mı, iyi misin?" diye sorarlar, cevap şudur: "İyiyim ama biraz yoruldum". Babam pek çok kez anlatırdı bunu ve her seferinde gülerdik, köprünün altından geçerken ismini unuttuğum bu amcayı andım yine.
Yolun solunda bir önceki yazıda söz ettiğim bahçelerin olduğu mevkiden geçtik, arka taraflarına binalar, tesisler yapılmış, önde tek tük ağaç, dönüşte fark ettim ki bahçe sökülmüş ama ev viran duruyor, hızdan fotoğraflayamadım ama içim bir tuhaf oldu.
Sonunda Ulukışla göründü, Belediye Başkanı'na "Hoşbulduk" diyerek merkeze geldik.
Küçük bir pazar yerinin yanına park ettik. Belediye binasını sorduk ama gideceğimiz yerin Kaymakamlık'ta olduğunu öğrenince gerisingeri arabaya binip şehrin girişine döndük, son gidişimizden sonra yapıldığı belli olan Abdülhamit Han Köprüsü'nden geçerek Kaymakamlık binasına ulaştık. Arabayı parka bırakıp işimizi hallettik, neyse ki uzun sürmedi, arabamıza "Sen burada bizi bekle Tombik (Umut o ismi taktı)" dedik ve merkeze yürüyerek dönmeye karar verdik, niyetimiz dedemin evini aramaktı.
Şehri 15 yıl öncesinden bile çok değişmiş bulduk. Çocukluğumda apartman sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi, son gelişimde yavaş yavaş artmaya başlamıştı ama bu sefer hem TOKİ, hem müteahhitler iyi çalışmış. Adana'da yaşayıp da yazın yayla diye gelenler de epey inşaat yapmışlar belli. İlçenin karakteri çok değişmiş, E5'ten karşıya geçip (bereket trafik ışığı koymuşlar, vızır vızır tırlardan, kamyonlardan karşıya geçmek mümkün olmazdı, babaannem yıllar önce bu yolda, karşıdan karşıya geçerken bir kamyonun çarpması sonucu vefat etmişti) yamacı tırmandık. Bakalım dede evini bulabilecek miyiz?
Sağa sola, acaba evi bulur muyuz diye bakınarak ilerledik, ev yıllar önce satıldı ama alan kişi bakım yapıp oturuyormuş içinde. Son geldiğimde babamın amca oğlu göstermese o ev olduğunu bilemezdim. Bomboş bir tepenin eteğindeki tek evdi, iki katlı, beyaza boyalı bir bina, dedem kendi elleriyle inşa etmiş. Bana gösterilense pembe renkli, bahçe içinde, etrafı başka binalarla çevrili ve hiç öyle tepede falan değil, basbayağı düzlükteydi, tepe de mi eridi acep yıllar içinde 😀 Bu yıl gördüğümse iyice şaşırtıcıydı, iğne atsan ev çatısına düşecek o derece sıklaşmış binalar. Yolda sorduğumuz bir kişi kuzenimin sınıf arkadaşı çıktı ve bize tarif etti, ev bu defa yeşile boyanmış, sahipleri Hacca mı gitti acep? Aradık, taradık, yokuş çıktık, iniş indik, gördüğümüz tek yeşil ev şu oldu:
Epeyce elden geçmiş belli ki, alan kişi çok ilgilenmiş, bahçe yoktu o zamanlar, alınca dikilen ağaçlar bile kocaman olmuş. Güle güle otursun. Çok anıya ev sahibi bu bina.
Tanıdığımız yollar tanımadık olmuş, iki taraf apartmanlar dolmuş, tek tük eski bina kalmış, çoğu metruk ya da ucuzundan Adanalı yaylacılara kiralanmış. Yürüye yürüye Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı'na geliyoruz. Çocukluğumdan bu yana şehrin en kocaman yapısıdır ama içine hiç girmişliğim yoktu, hep kapısı kilitli olurdu, bu defa açık ama niye, çünkü tarihi binayı otogar yapmışlar, içinde otobüs yazıhaneleri var.
Koca binayı kadraja sığdıramadım haliyle, şuradan aldım fotoğrafı. Zaman zaman kışla olarak kullanılan ve şehre adını veren yapıyı adından anlaşıldığı gibi 1615 yılında Öküz Mehmet Paşa yaptırmış. Meğer Öküz'ümüz Ulukışla'lı imiş, hemşerim canım benim 💜 Yalnız lütfen yanlış anlamayalım, öküz lakabı babasının önce Ulukışla'da, sonra İstanbul'da öküz nalbantlığı yapmasından geliyormuş, önce babasına, sonra oğluna bu nedenle yakıştırılmış bu isim. Kendisi aşağıdaki şahıs, Kışla'nın önünde redif sesi değil, Paşa heykeli var bu sefer, ne derece benziyor orasına da tarihçiler karar versin:
Yapıyı dolaştık, dediğim gibi otobüs yazıhaneleri, bir kadın el sanatları işliği, müzik atölyesi, muhasebeci vs vs. Tek ilgi çeken şey Faruk Nafiz'in içinde Ulukışla'nın ve bu hanın adının geçtiği şiirin yer aldığı bir tabelanın duvara iliştirilmiş olması idi:
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
Babam çok severdi bu şiiri ve sık sık söylerdi. Biz de kız kardeşle tabelanın önünde fotoğraf çektirip babamın ruhuna bir selam gönderdik. Han'dan çıkıp şehir meydanına geldik yine, şu çirkin Saat Kulesi'nin olduğu yere.
Cadde boyundaki binalar yenilenmemiş, dükkanlar var altlarında. Şu ikinci binada, uzun pencereli, eski görünüşlü olanda babamın ilkokul arkadaşı oturmuş çocukluğunda, sonra da aileden birinin yakını doktor, mecburi hizmetini yapmıştı burada ve bu binada oturmuştu o süre boyunca, rahmetli oldu Eker Abi genç denecek bir yaşta, huzurla uyusun, onu da anmak varmış bu seyahatte. Yemek yemek için bir yer aradık ama hiçbiri içimize sinmedi, yemekten vaz geçip hatırladığım yerde duran fırından pide ve Ulukışla'nın çocukluktan tadı damağımda kalan tahinli pidesinden aldık, Bu kadar nefis olur, aynı tat hala devam ediyordu. Kızkardeş peynir almaya gitti, biz de Kervansarayın içindeki çay bahçesi sandığımız yere girdik, meğer kahvehane imiş. Neredeyse şehrin tüm erkekleri kirloz yeşil örtülerde kaplı yuvarlak masalarda çay-sigara içip okey vs oynuyordu. Bir masaya biz de çöktük Kocam Bey'le ama ortam o kadar testosteronlu ve pis idi ki rahatsız oldum. Çay vs ısmarlamak için genç garsonu çağırıp sipariş verdim, az sonra gelip yukarıda aile salonları olduğunu söyledi, şunu baştan söylesene. Birkaç basamak çıkıp nisbeten temiz ve koltuklu, sehpalı bir yere yerleştik. İçecekler ve beraberinde peyniriyle kız kardeş geldi, dükkanlarda sohbet etmiş, yine amcamı tanıyan bir sürü insan çıkmış. Normal, zira amcam yıllarca o sıradaki dükkanlardan birinde esnaflık yaptı.
Karnımızı doyurunca gözümüz yolda oldu yine. Arabayı almaya bu sefer karayolu boyunca gitmeye karar verdik. Caddeye çıkınca Ulukışla'da en sevdiğim yeri gördüm, İstasyon:
Babam bu istasyondaki lojmanlardan birinde büyümüş, çocukluğunu geçirmiş, ilkokula başlamış. Çok anıları vardır burayla ilgili, bir seferinde iddia uğruna rayların içine yatmış ve üzerinden tren geçmiş, korkmadım ama o trenin müthiş uğultusu hâlâ kulaklarımda derdi, babasından bir güzel dayak yediğini de eklemeden geçmezdi. Yine 2. Dünya Savaşı sırasında mühimmat götüren bir tren vagonu bozulup raydan çıkınca tüm görevlilerin ve lojmanlarda yaşayan kadın ve büyük çocukların vagonu sırtlayıp raylara oturttuğunu anlatırdı. Bir selam daha uçurduk babama ve yürümeye devam ettik. Tarihi ama akmayan bir çeşme gördük, üzerine duvar resmi yapılmış bir trafo ilgimi çekti:
Şaka sanmıştım ama gerçekten "Rana Holtzi" adında bir kurbağa türü varmış, Toroslar'da yaşarmış ve ötmeyen yegane kurbağa imiş. Öğrenmenin sınırı yoktur efenim 😂
Ve üzeri betebe mozaikle kaplı kitsch şaheseri şu cami, tükenmez kalem gibi minareleri, kapının üstüne düşen gölgeyle gülen bir yüze benzeyen yapının mimarı, hiç mi Mimar Sinan eseri görmedin, görmedinse ders diye de mi okumadın yahu?
Yürüdükçe önümüze çıkanlar yetmemiş gibi ardımıza da çok şirin bir yavru köpek takıldı, uzun süre takip etti, sonra elimizdeki pideden verdik biraz, onu yedi, kaybolacak, çarpılacak diye korktuk, çok işlek bir karayolu burası ama terbiyeli imiş bir süre sonra dönüp evine gitti. Sonunda arabamıza ulaştık ve dönüş yoluna koyulduk.
Ama önce uğrayacağımız bir yer daha kalmıştı, babamın dedelerinin Harput'tan göç edip kurduğu Tepeköy. Köyün adı ilk kurulduğunda Körosmanlı imiş, çünkü kuran dedenin adı Osman'mış (benim dede de Osman'dı) ve körmüş, muhtemelen bir gözü kördü, yoksa nasıl gelecek oralardan da burada yurt edinecek. Babam gururla anlatınca dalga geçerdim; Kör olduğu belli ki gelip bozkırın ortasına konmuş. Elalem Harput'tan göçüp Amerika'ya gitmiş, sizinkiler ot bitmeyen bozkıra". Babam bana aldırmaz devam ederdi, "Kör Osman'dan sonra Mor Mustafa, sonra Kambur Bilal...". Söylemesi ayıp dedem de ağır işitirdi, dayanamaz sözünü keser, patlardım, "Sizin sülale hep mi defoluymuş?" Huzurla uyusun hepsi. Tepeköy'ü ziyaret amacımız hem babamın ruhunu şad etmek, hem de çok sevdiği, artık iyice yaşlanan amcasının oğlunu ziyaret etmekti. Köy civarında bir süre önce gümüş madeni bulundu ve işletmeye açıldı. Siyanürlü çalışmalara devam, Kör Osman geleceği sezmiş sanırım ama gümüşün köy halkına faydası olmadığı gibi zararı var da bundan kimsenin haberi yok. Tesisin önünden geçip amcanın evine ulaştık, evde yokmuş telefonla çağırdık, o gelene kadar biraz etrafı dolaştık, şu aşağıdaki harap yapı babamın babaannesinin evi imiş, oturan da yok, ilgilenen de, kendiliğinden çökerse bir iyilik düşünülür herhal:
Köy ben görmeyeli büyümüş, gelişmiş, yeni evler yapılmış, eskiler yenilenmiş, Almancılar ve Adana yazlıkçıları kendilerine yayla evleri yapmışlar. Eskiden iğdeden başka bir ağaç bulunmazdı, şimdi epey yeşermiş.
Bizi görünce çok mutlu olan, sık sık gelmediğimiz için de sitem eden amcayla bir saat kadar vakit geçirip yolcu yolunda gerek diyerek hareketlendik. Yol uzun, biz yorgun, hava çok sıcaktı. Ankara'ya tam trafiğin yoğun saatinde ulaştık, Gölbaşından eve varmamız Koçhisar'dan Gölbaşı'na varmaktan uzun sürdü.
Yorucu ama nostaljik bir geziyi böylece sonuçlandırdık. Gidenleri andık, kalanlara sağlıklı ömür diledik, yeni gezilere diye totem yaptık. Biraz uzun oldu, buraya kadar gelebildiyseniz gözünüze, gönlünüze sağlık...
Günübirlik memleket gezmesi olmuş pek güzel, hem işinizi halletmişsiniz, hem aileyi yadetmişsiniz, kısa değilse bile orta uzun günün kârı olmuş. :)
YanıtlaSilötmeyen kurbağa mı olur yaaa :P
YanıtlaSilBabaannenin evi çok tatlı. Annemin de tokat erbaa da böyle bir evi vardı annesinden kalan en son gittiğimizde görmüştük viran haldeydi. Güzel bir gezi olmuş totem tutsun inşallah. hülya
YanıtlaSilAhahahah Öküzümüz :)))))
YanıtlaSil600km günübirlik nasıl yahu, iki kardeş o hızla Münihe de bekliyorum!!!! 🧿
Gidenlere rahmet kalanlara sağlıklı ömür olsun. Sizinle gezdik oraları, ne iyi oldu!
YanıtlaSilSiz bu yolculuğu çağırmışsınız. :) Kardeşinizle koyduğunuz fotoğrafları görünce acaba demiştim yazıdaki dede ve o diyarlar mı, öyleymiş.
YanıtlaSilPicasso'yu gördüm. Tahinli pideyi bu hafta ikinci kez duydum (geçen Ekmekçikız'da da okumuştum). Gidenlerinize rahmet diledim. Ve en çok sizin laf çakmalarınıza yüksek sesle güldüm. :)))
Sayenizde bilmediğim yerler gördüm. Tuz gölüne Ankara civarı geçerken durmuştuk flamingoları hiç görememiştim. Resimde tuz gölü himalaya tuzu gibi pembe pembe durması, picasso vari sanatsal çöp tenekesi, hiç bilmediğimiz kurbağlar, ders niyetine okutulmalık mimariler :) ne keyifli bir yazı okudum. İşler bahane oralara yıllar sonra kardeşle yolculuk etmek esas olanmış gibi hissettim bende 💕
YanıtlaSilÇok yaşayın Leylak Hanımcığım 💞 Saat gecenin biri. Kahkahalarla güldüm. Bilin bakalım hem de nerede? Hayatta bilmezsiniz, ben söyleyeyim; kahkaham Çamyuva'dan geliyor muuuu?
YanıtlaSilBeyaz, pembe, yeşil ev... onların da değişime ihtiyacı var. Camiiyi hemen gonca güle gönderdim. Al da gözün cami görsün mimar bey!!! Picasso çöp kovasını da atacağım şimdi. Ne keyifli bir gezi olmuş. Bizimle paylaştığınız için teşekkürler 💞
Hamiş: İş için birngeceligine geldim. Yazarım rutin dışında. Kulaklarınızı çınlattım kendi kendime.
Ötmeyen kurbağasıyla taştan fışkıran mucizesiyle çok şirin geldi fotoğraflarla memleket kısa tur olmuş Leylakım
YanıtlaSilSevgilerimle