.

.
.

2 Temmuz 2020 Perşembe

2 TEMMUZ (HAZİRAN OKUMALARI)

29 Haziran itibarıyla Ankara'ya gelmiş bulunuyorum. Sabah olmadan yola düştük, önce pandemi nedeniyle ilgilenemediğimiz bahçemize uğradık, bahçe bahçe olmaktan çıkmış, tarlaya dönmüş. Her yer yabani yulaf otlarıyla kaplanmış. Ha, görsel anlamda pek şiirliydi, Yeni doğmaya başlayan güneş üstlerine vuruyor, bir işe yaramayan asalak otlar yaldızlı gibi parlıyordu. Otur seyret, pek şükela. Lakin bel boyuna ulaşmışlar ki yürümek ayrı dert, bahçeden ayrıldıktan sonra üstümüze, başımıza yapışan iğne gibi tohumlarını temizlemek ayrı dert. Çokbilmiş atalarımız boşa dememişler "Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur" diye, bizimki dağ değilse de tarla olmuş. 


Otlara ilaveten bir de üzerinde kızböceğinin (yanlışsa düzeltin) keyif yaptığı şu otumsu çiçeklerden vardı bol miktarda. Halk arasında Arnamus çiçeği deniliyormuş bunlara, İnstagram'da yayınlayınca bilgilendim ben de, yoksa adından da, hikayesinden de haberim yoktu. Üstten bakınca dantel gibi görünen bu arkadaş meğerse bir nevi namus bekçisiymiş. Eskiden şu ortada görülen ve namusu temsil ettiği düşünülen siyah bölüm daha fazla imiş ama ahlak seviyesi düşüp ar-namus elden gidince siyah bölüm de giderek kaybolmuş. Bizimkinde hafiften de olsa biraz edep-haya kalmış galiba ama umarım o kırmızı böcek adı gibi hemcinsidir 😃 Çiçeklere bile ahlaki normlar yükleyen halkımı seveyim. 

Tarlamızın-pardon bahçemizin-teftişini bitirince tekrar revan olduk yola. Saatin erken oluşundan mı, pandemiden mi bilmem yollar hayli tenha idi, bir-iki mola verip termos çayı ve ev yapımı poğaça ile ayak üstü karnımızı doyurduk. Corona her türlü alışkanlığımızın içine ettiği ve henüz yeterince normalleşemediğimizden lokanta-cafe olayına girmediğimiz gibi dışardan yemeye de başlamadık, sanırım uzun süre de böyle devam ederiz. Bir de dalga geçer gibi üstümüzden uçarak leylek geçmez mi, sapanım olsa atacaktım kerataya "Dalga mı geçiyon sen bizimle?" diye 😃Havada görülen leyleğin ne faydası varsa bana şu salgın döneminde, oturayım oturduğum yerde, Ankara yeter bana, çocukları özlemesem evimden çıkmazdım zaten. 

Erken kalkan yol alır hesabı, öğle vakti ulaştık Ankara'ya, temizlik yap, valizleri boşalt, alışveriş yap, çocuklarla hasret gider, 4 aydır yapmadığım kitap ve gitmeden evvel çöpe attığım tost makinemin yerine yenisinin siparişini yap derken rutini ancak bugün oturtabildim. Sabahtan kitap kargom da şaşırtıcı bir hızla geldi. İlk kez İBB'nin İstanbul Kitapçısı'ndan online sipariş verdim, gece 23.00'de verdiğim siparişin kargolandığı haberi sabah 9.00'da geldi, ertesi gün 10.00'da da kapımdaydı. Tavsiye ederim, indirimler oldukça iyi ve ulaşımı da gayet hızlı. 

Haziran ayında okuduğum kitaplara gelecek olursak, yine beklediğim nicelikte bir okuma hızı tutturamadım. Corona toprak başına, ateşlere gelesin, sidikliğin dura da tilki gibi çemkiresin, ekmek tavşan sen tazı olasın da kıyamete kadar ardından koşasın. İşbu beddualar üniversite son sınıfta yazdığım "Ankara Yöresi Folkloru" tezimin beddualar kısmından aklımda kalanlardır efenim 😃 Belki korkar da kendiliğinden yok olur mutasyona uğrayıp, yoksa halkımızdaki bu gevşeklikle daha çok başımızda kalır diye düşüneyim ve sonra dilimi ısırayım. 

Geçtiğimiz ay yine kitaplıkta uzun süre bekleyen kitaplara el attım, hatta bu defa ön sıraları da boş verip arkalarda, köşelerde kalmış, gözden ve gönülden ırak olanlara yanaştım. Görelim bakalım:


-Catherine Clement'in "Bitmeyen Vals"i hayli hacimli bir kitaptı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ünlü kraliçesi Sisi'nin hayatından esinlenilerek kurgulanmıştı. Kılık değiştirerek ve maskeli katıldığı bir baloda dans ettiği bir genç adamla yıllarca uzaktan uzağa süren platonik aşkı ve şaşaalı yaşamının ardındaki kişisel dramı anlatılıyor. Bazı bölümleri gereksizce uzun tutulsa da ilginç bir kitap.


-Geçtiğimiz ay Oktay Rifat'in "Bay Lear" isimli romanına hevesle başlamış ama hiç sevmemiştim, o nedenle "Danaburnu"nu okuyup okumamakta biraz kararsız kaldım. Fakat birkaç sayfa okuyunca çekti beni içine ve devam ettim okumaya. "Bay Lear"ın anlatımından tamamen farklı bir öykü kurgulamış Oktay Rifat, üç farklı insanın yaşamı bir romana sığmış çevresindekilerle birlikte. Okunası...



-Aslında bir din tarihçisi olan Mircea Eliade'nin "Matmazel Christina"sı kapağından da anlaşılacağı üzere biraz ürkütücü bir kitap. Kurgusu gayet iyi yapılmış bir vampirella öyküsü, gerilimli konulardan hoşlanıyorsanız tam size göre diyeceğim, ben biraz tırsarak okusam da beğendim.



-Kitaplıkta uzun uzun bekleyenlerden biri de Uğur Erkman'ın yazdığı "Kurumuş Nehir Yatağında" imiş. Elime aldığımda bir süre kitabı ne zaman edindiğimi düşündüm, o derece unutmuşum yani. Aslında hayli sürükleyici bir siyasi polisiye imiş, geciktirmekle hata etmişim. 12 Eylül sonrası Suriye'ye geçmek için çabalayan 2 devrimci militan, onları ihbar eden bir muhbir, yıllar sonra ortaya çıkan bir kiralık katil, çeşitli coğrafyalarda sürüp giden bir kovalamaca. Kısacası kendini okutan bir kitap, yazarın bir başka kitabını da okumak isteğindeyim. 


-David Leavitt'in yazdığı "Otel Francfort" bu ay en severek okuduğum kitap oldu. 2. Dünya Savaşı'nın başlarında Avrupa'dan kaçıp Amerika'ya gitmek için Lizbon'a gelen bir çift orada başka bir çiftle tanışır. Kendilerini götürecek olan gemiyi beklerken birlikte cafelerde, restoranlarda vakit geçirirler. Lizbon sokakları, dönemin siyasi atmosferi, evlilik, aşk, cinsellik, kimlik sorunları kitapta çok güzel işlenmiş. Tavsiyemdir. 


-Eski zaman yazarlarından birini okumak uğruna alıp raflarda unuttuğum kitaplardan biri de İlhami Bekir Tez'in "Taşlıtarla'daki Ev"iydi. Yeterince çile doldurduğuna karar verip elime aldığımda daha 20. sayfaya gelmeden sıkıldığımı farkettim ama bunca beklemesine kıyamayıp bitirdim. Derim ki hiç okumanıza gerek yok, konusunu bile tam anlamıyla kavramış değilim, taslak gibi bir şeydi.  


-"Şarkısı Beyaz" 90'lı yılların sıkıyönetim altındaki Diyarbakır'ında geçen yarım kalmış bir aşk öyküsü. Adını Cemal Süreya'nın bir şiirinden alıyor, kahramanlarından biri de yazarın kendi şiirinden çıkıp geliyor. Lakin kitap bana biraz acemice geldi, edebi dilini sevemedim. 


-Ve ayın son kitabı, "Finzi-Contini'lerin Bahçesi" oldu. Yazar Giorgio Bassani'nin daha önce "Balıkçıl" ve "Kuru Otların Kokusu" isimli kitaplarını okumuş ve sevmiştim. Aslında kolay okunan bir yazar değil Bassani, tasvirlere çok fazla yer veriyor, anlatımı çok akıcı değil ama okurken sanki anlattığı şeylerin kokusunu duyuyor, gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Bu kitap da aynı tarzda yazılmış, yazarın kendi memleketi olan ve tüm kitaplarına mekan olan Ferrara'da geçiyor yine ve oranın zengin bir Yahudi ailesi olan Finzi-Contini'lerin evleri, bahçeleri, yaşamları ve anlatıcının ailenin kızları Micol ile olan gerçekleşememiş aşkını anlatıyor. Bassani sevenlere iyi gelecektir...

Eski okuma hızımla kıyasladığımda yeterli bulmasam da 8 kitap da fena bir rekolte değilmiş, Temmuz ayı için hepimize önce sağlık, sonra daha bol kitap diliyorum. Kalın sağlıcakla...

6 yorum:

  1. Babaannem de çok sık kullanır "sidikleen dursun" diye :) ama devamını senden öğrendim :)))

    YanıtlaSil
  2. Bassani benimde listemde.Bakalım ne zaman okurum:)

    YanıtlaSil
  3. listenizden eklediklerim oldu alınacaklara.

    YanıtlaSil
  4. Ankara'nın yöresel folklorik beddualarıını öğrenmiş oldum çok hoşuma gitti, tabi çevremizde büyük kalmayınca duymuyor bilmiyor insan, Yeni bir kitap siparişi adresi de öğrendiğim iyi oldu, hızlı kargo çabul ulaşması süpermiş, kısaca bugün epey verimli geçti, çok teşekkürler..

    YanıtlaSil
  5. Hoşgeldiniz :) Benim şimdiye kadar teslim aldığım en hızlı paketim 3 gün :))) O yüzden not ettim. Bu ne hız valla! Son 1-2 haftadır tekrardan kitap okuyabiliyorum. Eski hızımı yakalayamadım ama kör topal gidiyorum, hayırlısı.

    YanıtlaSil
  6. Çocuklara, toruna kavuşmanıza çok sevindim:) İyi günler diliyorum...

    YanıtlaSil