.

.
.

17 Ağustos 2017 Perşembe

5. GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ: HATAY-VOLUME 4

Hatay'daki dördüncü günümüzün etkinliği aslında üçüncü günümüzün etkinliği olacaktı ama planda yapılan ufak bir değişiklik, bir tereddüt hali işleri karıştırdı. Aslında niyetimiz arkadaşımızın işinin olduğu üçüncü günümüzde Arsuz-İskenderun gezisi yapmaktı. Son anda "Aman sıcakta ne işimiz var, boşver gitmeyelim, şehir içinde gezelim" diyerek rotayı merkeze kırmıştık. Akşamüstü şehirde yeterince gezdiğimize karar verince Arsuz-İskenderun planı tekrar gündeme geldi. Hemen sorduk soruşturduk, İskenderun'a giden "PAC" isimli minibüslerin telefonunu bulduk ve Öğretmenevi'ne en yakın nereden binebileceğimizi öğrendik. 6 dakikada bir sefer olduğunu söylediler. Kahvaltımızı yaptık, valizlerimizi toparlayıp emanete bıraktık, hesabımızı kapattık (bu son gecemizi arkadaşımızın evinde geçirecektik), Öğretmenevi ile vedalaştık, bineceğimiz yere doğru yürümeye başladık. Bir süre gittikten sonra şu göbeğe ulaştık:

Sorduğumuz kişi bize Asi nehri kıyısında bir yeri gösterdi durak olarak, burada belirtmek isterim ki Antakya'da kime yol sorduysak can-ı gönülden yardımcı oldular, geçen yazıda da yazdığım gibi bir çoğu tarif etmekle kalmayıp bizzat götürmek istedi.  Sağolsunlar, varolsunlar, bu bile Antakya'yı sevmek için yeterli sebep. Bize gösterilen yerde ufak bir simitçi tezgahı, başında da sempatik, orta yaşlı bir kadın vardı. Pekiştirmek için bir kez de ona sorduk, "Tam burası, birazdan gelir" dedi ve kalkıp oturduğu sandalyeyi beklerken ayakta kalmamamız için tüm ısrarlarımıza rağmen bize verdi. Minibüs gelene kadar muhabbet ettik, tezgah eşininmiş, kendisi bir yere gitmek için oradaymış. Sonra eşi de geldi, yanında getirdiği simitleri görünce gözümüz açıldı. En az 30 santim çapında, kocaman ve incecikti simitler. Tuzsuzmuş ve satarken küçük bir külah içinde tuz-kimyon karışımı verilirmiş, ona batırılarak yenirmiş. Bir tane de biz aldık tadına bakmak için, o sırada minibüs geldi ve yola koyulduk. Antakya-İskenderun arası dur-kalk 45 dakika kadar sürüyor, özel araçla çok daha kısa sürede ulaşılabilir. Klimalı minibüsten muhteşem bir nemli sıcağa indik. İndiğimiz yer sevimsiz ve şehre uzak garajımsı bir yerdi, şehre gitmek için servis beklememizi söylediler. Yola çıkarken Arsuz'dan vazgeçmiştik ama servis beklerken yine fikir değiştirdik, aynı yerden kalkan Arsuz minibüslerine yönlendirdiler bizi. Gençten, bıçkın bir şoför "6 dakikaya kalkıyoruz" diyerek boş araca oturttu, dolana kadar 6 dakikayı geçti gerçi ama o kadar çatlak su kaçırmaz dedik, ses etmeden bekledik. Niye 5 değil de 6 dakika, o da merakımı celbetti gerçi ama fazla kurcalamadım artık. Sonunda hareket ettik ve muhtelif sayfiye sitelerinde dura-kalka Arsuz'a ulaştık, aşağı yukarı 20 dakika kadar sürede. Bıçkın şoförümüz bizi Arsuz merkezde indirdi, "yemek yiyecekseniz" diyerek yolun sonunda bir dönerciyi tarif etti ve gazladı. Sıcaklığı 40 dereceyi kesin bulan ve yetmezmiş gibi nemin üstümüze ikinci bir deri gibi yapıştığı havada döner yemek ne derece cezbediciyse biz de o kadar cezbolduk, önünden geçerken kokusu bile iştah kaçırıcıydı, yemek işini daha ileri bir saate erteleyip gözümüze çarpan PTT acentasına girdik ve 2 adet kart postaladık. Saldık çayıra, mevlam kayıra, umarım sağ salim ulaşır yerine. Sonra sayfiye evlerinin bahçelerindeki yaseminleri koklayarak sahile indik.

 

Öğle saati yaklaştığından plaj tenhaydı, güneş oklarını insanın tepesine tepesine yollarken ancak bizim gibi gezginler plaja gelirdi zaten. Gelmişken ayaklarımızı suya soktuk, bir-iki taş topladık ve beldeyi keşfe çıktık.


Denize akan bu çayın adını oturduğumuz restorandaki kıza sorduğumuzda cevabı "Bilmiyorum" oldu, zaten onlar yemek yapmayı da, servise bakmayı da, müşteriyle ilgilenmeyi de bilmiyorlardı, tek bildikleri hesabı şişirmekti. Ben sonradan Arsuz Çayı olduğunu Google amca marifetiyle öğrendim, keşke uygun bir restoran da önerseymiş öncesinde ya da belki şoförün önerdiği dönercinin ahı tutmuştur :)


Sıcak iyice tepemize işleyince manzarasına kanarak rastgele girdik bu mekana. Zaten içerinin tenhalığından başımıza geleceği tahmin etmeliydik. Basiretimiz bağlandı sanırım. Çok aç olmadığımız ve asıl sebep sıcaktan kaçmak olduğu için bir-iki basit meze türü şey ısmarlayalım dedik. Garson gelip menüyü getirene kadar epey vakit geçti zaten, herkes bir köşede oyalanmakla ve uyuklamakla meşguldu. Nihayet ilgilerini çekip menüyü elde edebildiğimizde pek de değişik bir şey olmadığını gördük. Artık Antakya'nın milli yemeği haline gelen ve damak zevkimize de uyan bir yiyecek olduğu için humus ve yoğurtlu patlıcan istedik, başka da ilgimizi çeken bir şey olmayınca kolaya kaçıp patates tava ısmarladık yanına. Birer de soda o kadar. Humus gayet sıradandı, yoğurtlu patlıcanın patlıcanı neredeyse çiğ, yoğurdu ise sanırım üç günlüktü, tadı iyice bayata kaçmıştı ve kötü kokuyordu, iki çatal alıp bıraktık. O kadar çok uzamıştı ki gelmesi, patates tavadan da vazgeçip kalkıyorduk neredeyse, getirip koydular önümüze, mecburen biraz yedik. Hesabın gelmesini de patatesin gelmesi kadar bekledikten sonra gördüğümüz rakam yiyemediklerimizle birlikte midemize ve kesemize oturdu. Sorduğumuzda da mekanın yerini bahane gösterdiler, sanırsın Boğaz'da. Antakya'da onca yerde, bunlardan kat kat lezzetli ve çeşitli şey yedik böyle bir hesap görmedik. Tatil beldesi kazığını hazmetmek üzere kalkıp yürüyüşe çıktık. İnsan ödediği paraya değil de aptal yerine konulmasına sinirleniyor. Olan oldu diyerek artık bu konuyu kapatıp sağa sola bakınarak binaları fotoğraflıyorduk ki arkamızdan gelen bir gümleme ile yerimizden sıçradık. Dönüp baktığımızda havaya uçup yere konan bir adam ve 11-12 yaşlarında bir çocuk gördük. Hemen yanımızdaki sokaktan ana caddeye çıkan bir jip caddeden gelen motora hızla çarpmıştı. Baba-oğul muydular, usta-çırak mı bilemedik ama çocuğun hali uzun süre gözümüzün önünden gitmeyecek. Görünürde çok fazla bir şeyi yok gibiydi, bacakları sıyrılmış kanıyordu sadece ama o kadar korkmuştu ki çığlıklarına insanlar koşup geldiler. Sanırım Türkçe bilmiyordu, Suriyeli olabilir. Sürekli ağlıyor, teselli sözlerimizi anlamıyordu. Sonra yüzüme baktı ve elini uzattı, uzanıp elini tuttum, sakinledi, o esnada kızkardeş yere oturup başını dizine koydu. Bağırmayı bıraktı, şefkat istiyordu galiba, çok üzüldük ikimiz de, aklımız onda kaldı. Etraf kalabalıklaşıp ambulans çağrılınca ordakilere emanet edip ayrıldık, adamcağızın da ensesinden kanlar akıyordu, umarım önemli bir şeyleri yoktur, ufak-tefek hasarla atlatmışlardır. Hasılı Arsuz biraz burnumuzdan geldi, hem yediğimiz kazıkla, hem şahit olduğumuz kazayla. İskenderun'a dönmek üzere durağa gittik ve az sonra gelen minibüse atladık. İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Arsuz şehri diyerek :)

İskenderun'da aynı sevimsiz yerde indik, sıcak ve nem aynı yoğunlukta devam ediyordu ve benim t-shirt yine tuzdan şık desenler oluşturmuştu. Servis beklerken biri uyardı, servisin şehir merkezine gitmeyeceğini, dolmuşa binmemiz gerektiğini söyledi. Gelen dolmuşa el ettik ama içerisi belediye otobüsünden halliceydi, değil oturacak, ayakta duracak yer bile yoktu. Muavin ısrarla binmemizi istedi. "Dizim sorunlu, ayakta duramam" deyince de hemen iki kişiyi kaldırıp kardeşimle beni oturttu, kaldırılan kişiler sessizce bize yer verdiler ama biz çok mahcup olduk, oturmak istemedik, onlar sıkıntı yok deyip oturmamızda ısrarcı oldular. Sanırım böyle bir yöntem var dolmuşlarda. Sıcakta tıngır mıngır şehir merkezine yol aldık, bir süre sonra da indik. Kendimizi sahile attık, neyse ki orası biraz esiyordu.





İskenderun Antakya'ya göre şehir olarak daha renkli, daha bakımlı, daha düzenli göründü gözüme gördüğüm kadarıyla ama  herhangi bir ilginçliği ya da görülecek değişik mekanları yoktu orası gibi, denizi dışında. Sahil boyunca yürüdük, bir cafeye oturup kahve içip serinledik sonra da fazla içerilere girmeden şehirde biraz dolaştık. Aşağıdaki binanın çatısına bayıldım, geçmişinde neydi bilemiyorum ama şimdi kaderine sağlık ocağı olmak düşmüş. O güzelim çatıyı yanımda götürmek istedim.




Yine bir kilise, hem de kocaman bir kilise, yine kilitli kapılar, yine duvarların ardında,  içine kapanmış bir cemaat. Tabii ki ziyaret etmek mümkün olmadı.


Bir kilise daha, kapı yine kilitliydi ziyaret için herhangi bir girişimde bulunmadık zaten.


İskenderun Ulu Camii kilisenin az ilerisindeydi, arkadaki minarenin üzerinde çok ince taş işlemeleri vardı.


Havadaki sıcaklık sürerken artık İskenderun ile de vedalaşma zamanı gelmişti, indiğimiz durağa doğru yürüdük, gelen dolmuşa bindik. Yine ilginç ve sevimli bir muavinimiz vardı, eşyası olanların paketleri taşıyıp yerleştirdi, binenlere yer gösterdi, tanıdıklarının hatırını sordu, böylece canımız sıkılmadan bizi Antakya'ya götürecek minibüslerin garajına ulaştık. Araç değişimi yaptık, yorgunluktan konuşacak halimiz kalmamıştı, etrafı seyrederek geçirdik yolculuğu. İçinden geçtiğimiz Belen'de bizim kızıl gözlü devlerden bol miktarda vardı ama gündüz gözüyle hiç korkunç görünmüyorlardı :)

Minibüsten indiğimizde arkadaşımız arabayla gelip bizi aldı, Öğretmenevinden eşyalarımızı aldık ve onun evine geldik. Yaşasın ev hali, süvari kahvelerimizi ve atıştırmalıklarımızı alıp esintili balkonunda yorgunluk giderdik.


Akşam yemeğimizi Saklı Ev isimli restonda eda ettik, detaylı bilgi yemek postunda gelecek.


 Antakya'daki son günde görüşmek üzere...

4 yorum:

  1. Antakya'yı özlediğimi farkettim şuan. İyi gezmeler :)

    YanıtlaSil
  2. Çocuğa çok üzüldüm, umarım daha iyidir şimdi.
    Arsuz ve İskenderun pek gelmemiş size :) Ama Hatay'ın genel misafirperverliği bu geziyi de kurtarmış :)

    YanıtlaSil
  3. Gitmis kadar oldum, guzel anlatim, kaliteli fotograflar esliginde, cok tesekkurler, saygilar.

    YanıtlaSil