.

.
.

15 Ağustos 2017 Salı

5. GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ: HATAY-VOLUME 2

Hatay'daki ikinci gün ve ilk sabahımıza erken uyandık. Öğretmenevinin daha sonra detaylı olarak bahsedeceğim bol çeşitli kahvaltısından sonra şehir içinde olduğunu düşündüğümüz müzeye gitmek üzere yola çıkacaktık ki aklımıza görevlilere danışmak geldi. İyi ki danışmışız, meğer merkezde olduğunu sandığımız müze daha dış mahallelerden birindeki yeni yerine taşınmış "Arkeoloji ve Mozaik Müzesi" olarak hizmet vermeye başlamış. Güvenlik görevlisinin bizim için çağırdığı taksiye bindik ve müzeye ulaştık. Taksilerde taksimetre uygulaması yok ya da yabancı olduklarını anladıklarına yok, biniyorsunuz ve size söylenen parayı veriyorsunuz. Mecbur kalmadıkça binmedik tabii, zaten arkadaşımızın arabası vardı, sağolsun bizi her yere o götürdü. İkinci kez bindiğimizde pazarlık yaptık ama Nuh dedi peygamber demedi şoför bey kardeşimiz, kısacık bir mesafeye 15 lira aldı, neymiş indi-bindi 15 liraymış, yersen :) Her ne hal ise, kavgada yumruk aranmaz dedik ve söylenen ücreti  ödeyip müzeye girdik. Oldukça büyük, modern bir bina müze binası. Bilet için bankoya yanaştık ama önümüzde hayli kalabalık bir aile vardı. İşlemleri yarım saate yakın sürdü, o süreçte çok bilmiş babalarının lüzumsuz muhabbetine de maruz kaldık ve ne yazık ki aynı anda içeriye girmiş bulunduk. Önce görevli bir hanımın açıklamalarıyla küçük bir belgesel izledik, sonra da müzeyi gezmeye başladık. Yarım saat bilet almak için bekleyen aileyse 10 dakika sonra, "aman bu ne, hep aynı şey" deyip müzeyi terketti. Bu duruma çok sevindik, zira aşırı gürültücülerdi. Sonra da sessizlikte sakin sakin gezdik. Bizi  2. Şuppiluliuma karşıladı, pörtlek gözlerini sevdiğim:


Hitit krallarından olan Şuppi'nin heykeli 3000 yıllık ve Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde yapılan kazılarda bulunmuş. Ay bakar mısınız, kıvırcık yahu, saçlar da, sakallar da ve sanırım tiroid rahatsızlığı var, gözlerinden belli. Canım ya, pek sevdik, hep yanımızda olsun diye çıkışta müze mağazasından minyatür heykelini aldık. 

Müzedeki arkeolojik eserler de çok iyi ama asıl mozaikler hayran olunası. Güzel bir düzenleme yapılmış, duvarda sergilenenlerin yanısıra yerdekilerin üzerinde cam yürüme yolları var, açıkta olanların etrafı yükseltiyle çevrili, daha iyi görülebilmeleri için de üst kata seyir terasları yapılmış. 










Biz müzeden çıkarken kalabalık bir öğrenci grubu müzeye giriyordu, direkten dönmüşüz :)

Müze sonrası arkadaşımız gelip bizi aldı ve hemen müze yakınındaki Saint Pierre Kilisesi'ne gittik. Kayalara oyulmuş bir mağarada yer alan kilise Antakya'daki ilk hıristiyanların gizli toplantıları için buluştukları bir yermiş. İncil'e göre bu dine inananlara "Hıristiyan" adı verilmesi ilk kez Antakya'da gerçekleşmiş, Saint Pierre de bu kilisenin ilk baş papazı olmuş ve kiliseye adı verilmiş. 



Sağ altta görülen küçük girintide kayalardan sızıp biriken su vaftiz için kullanılır ve şifalı addedilirmiş ancak geçirdiği depremler sonrası kurumuş. Sunağın üstündeki Saint Pierre heykeli ise yeni sayılır, 1932 yılında yerleştirilmiş. Kilise ziyareti müze kapsamında ve ücretli, müze kartla doğal olarak ücret ödemeden girilebiliyor. 

Saint Pierre'den sonra yolumuzu Samandağ'a düşürdük. Bugün hayli hareketli bir gündü ve pek çok yeri ziyaret edecektik. İlk önce Hıdırbey Köyü'ne uğradık. Bu arada öğlen olmuştu ve biz acıkmıştık, mola verdiğimiz mekan defne ağaçları arasında kuruluydu, terasına yayıldık ve Antakya'da nereye gitseniz göreceğiniz biberli ekmekler ve gözleme sipariş ettik.




Gözlemeleri işletmenin sahibi karı-kocanın kadın olanı yapıyor, biberli ekmekleri ise fotoğrafın sol yanında kalan ve sacı yakmakla meşgul olduğu için görünmeyen kocası. Antakya'da bulunduğum sürece yediğim en güzel biberli ekmekti. Detaylı bilgi en son ekleyeceğim yemek yazısında. 

Karnımız doyunca Musa Ağacı'nı görmek için köyün içine girdik. 


Efsaneye göre Hz. Hızır ile Hz. Musa Samandağ'da buluşup Hıdırbey köyünün üstündeki Musa Dağı'na çıkmak üzere yola düşerler. Hz. Musa ağacın bulunduğu yere gelince çok susar ve su bulmak için asasını buraya bırakıp yakındaki dereye su içmeye gider. Asasını unuttuğunu farkeden Musa geri döndüğünde asasının yeşerip fidan haline geldiğini görür. O günden bu yana ağaç Musa Ağacı olarak anılır. Halk arasında 2000-3000 yaşında olduğu söylense de 1000 yıllık olduğu düşünülmekte imiş. Aşağıdaki çeşme ise ağacın hemen karşısında yer alan ve suyunun şifalı olduğuna inanılan Ab-ı Hayat Çeşmesi, hem içtim, hem de dizime sürdüm :)


Hıdırbey köyünü ardımızda bırakıp Türkiye'deki tek Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü'ne ulaştık, zaten çok yakında. Daha önce 6 Ermeni köyü varmış burada ama şimdi bir tek Vakıflı kalmış, onun da hazin bir hikayesi var, ben uzun uzun anlatmayım, cümlenin sonundaki, bugün tesadüfen karşıma çıkan yeni tarihli linke tıklarsanız bilgi edinebilirsiniz:  Buradan



Önce köyün yeni yapılmışa benzeyen kilisesini gezmek istedik ama kilitliydi. Karşı evde oturan bir kadına başvurmamızı, anahtarın onda olduğunu söylediler, nitekim bir süre sonra kadın kendiliğinden gelip bize kapıyı açtı, kendimizi çekmemek kaydıyla fotoğrafa izin verdi. Daha sonra köy içinde biraz dolaştık, zaten küçük bir yer ama çok bakımlı, temiz ve bol yeşillikli. 


Daha sonra satış yerine gidip köy halkının kendi yaptığı likör, şarap, nar ekşisi, kekik salamurası, zeytinyağı gibi ürünleri inceledik. Likör, şarap ve salamura kekik aldık ama uçakla taşıyamayacağımız için orada bıraktık. Önümüzdeki hafta kargo ile yollayacaklar. Aslında bir-iki gün sonra gelseymişiz Meryem Ana Yortusu'na denk gelecekmişiz; bağ bozumu şenlikleri, keşkekle yapılan harise dağıtımı, ayin ve eğlence ile kutlanan günü izlemek ilginç olabilirdi ama kısmet değilmiş. 



Vakıflı Köyü'nden sonra Samandağ'a ulaştık. Kızkardeş denize girmek isteyince sahilde biraz mola verdik, o denize girerken biz de ayaklarımızı suya soktuk, lakin kum o kadar inceydi ki ayıklamak epey sıkıntılı oldu. 


Deniz faslından sonra sıra Titus Tüneli ve Beşikli Mağara'yı ziyaret etmeye gelmişti. Titus Tüneli ya da Vespasianus-Titus Tüneli 830 metre uzunluğunda ve ortalama 6 metre genişliğinde bir tünel. Limanı sel baskınlarından korumak amacıyla Roma imparatoru Vespasianus ve ondan sonraki imparator Titus zamanında  açılmış. Başlama tarihi M.S. 62 olarak biliniyor ama inşaası M.S. 2. YY'a kadar sürmüş. 







Yürüyüş yolu bir noktaya kadar tünelin içinden, bir süre sonra tünelin üst tarafından devam ediyor. Her iki taraf çeşitli bitkilerle kaplı, çok güzel kokulu bir patikada, sıcağa rağmen keyifli bir yürüyüşle Beşikli Mağara sapağına kadar geliyoruz, uzaktan deniz görünüyor. 


Beşikli Mağara bir nekropol, gezginler tarafından Krallar Mezarı olarak adlandırılmış. Yanyana mezar odaları var. Üzeri düz çatılı, kayaca oyulmuş yanyana iki mezar beşiğe benzetilerek halk arasında Beşikli Mağara ismi verilmiş. M.S. 1. yüzyıl ile M.S. 6. yüzyıl arasında kullanılmış, oldukça etkileyici bir mekan.


Beşikli Mağara'yı da ziyaret ettikten sonra aynı yoldan yürüyerek otomobilimize dönüyoruz ve gün batarken Samandağ'a veda ediyoruz.


Vakit hayli ilerledi ama sevgili arkadaşımız bizi St. Simon Manastırı'na götürmek istiyor, aslında onu yormak istemiyoruz ama merak da ediyoruz, sonuçta bir tepeyi tırmanmaya başlıyoruz, bize yol boyu rüzgar türbinleri eşlik ediyor. Uzaktan uzun saplı bir çiçek gibi görünen rüzgar türbinleri yaklaştıkça devasa boyutlara ulaşıyor ve alacakaranlıkta kanatlarının ortasında yanan iki kırmızı ışıkla kızıl gözlü bir deve dönüşüyor. Ürkmüyoruz desem yalan olur. Aracımızın tepesinde dönen ve oldukça da yoğun bir ses çıkaran türbinlerin eşliğinde tırmandıkça tırmanıyor ve sonunda hava neredeyse kararmak üzereyken manastıra ulaşıyoruz. St. Simon "Stilitler" denilen bir tarikatının kurucularından, M.S. 521 Antakya doğumlu. Halep'te ünlü bir keşişten aldığı din eğitiminden sonra Samandağ'daki bu tepeye çıkıyor, kendini Hıristiyanlığa adıyor, müritleriyle bu manastırı inşa ediyor ve tanrıya yakın olmak için bir sütunun üstünde yaşamaya başlıyor. Bu tarikatın mensupları çileye çekilmek istediklerinde bir sütun inşa edip üstünde yaşamaya başlarlarmış, ilginç.



Karanlık basmaya başladığı için çok detaylı inceleyemiyoruz ama gördüklerimizden hoşnutuz, kırmızı gözlü devlerin bir kez daha aralarından geçerek iniyoruz dağdan ve medeniyete doğru ilerliyoruz.

Gün bitiyor, kendimizi Alican Restaurant'a atıyoruz, ne yediğimizi merak ediyorsanız, en son posta kadar bekleyeceksiniz efendim...

4 yorum:

  1. Hatay görmek istediğim şehirlerden biri, umarım bir gün nasip olur...

    YanıtlaSil
  2. Sırf o mozaikleri görmek için bile gidilir Hatay'a.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bence de, buradakiler çok küçük bir kısmı, çok beğendim, müze harikaydı. Sizin gibi gezmeyi seven bir aile mutlaka gidecektir, eminim :)

      Sil