Kadın üzeri kapatılmış İncesu deresinin basamak aralarından sızarak kendini hatırlattığı metronun bitmek bilmez merdivenlerinden dizini sakınarak indi. Duyduğu sesten gideceği yönün treninin hareket ettiğini anlayarak banklardan birine oturdu. İstasyon hemen hemen boştu, yürüyen merdivenin takırtısı da kesilince yalıtılmış bir bölgedeymiş gibi hissetti kendini, adeta sonsuz bir sessizlik. Tavana dizi dizi yerleştirilmiş floresan ampullerin çiğ ışığı iyice soğuk bir hava vermişti fayanslarla kaplandığı için morga benzeyen biniş peronuna. Tam göz hizasındaki kocaman afişte Ankara'nın Türkiye'nin 1., dünyanın 31. refah seviyesi en yüksek kenti olduğu yazıyordu. "Birinci" yazıyla, "31." rakamla yazılmıştı niyeyse ve "en yüksek" sözcükleriyle birlikte sarı renge boyanarak göze çarpar hale getirilmişti. "Vay canına" dedi kadın, "pek de belli olmuyor ya neyse". Karşı perondaki banka valizlerini sürükleyerek bir karı koca gelip oturdu, adam karısına küs gibiydi, arkasını döndü valizin sapıyla oynamaya başladı. Tavandaki kırmızı ışıklı gösterge "Dikimevi 1 dakika" yazınca ayağa kalktı kadın, sarı renkli emniyet şeridine doğru yanaşıp trenin geliş istikametine çevirdi bakışlarını, az sonra hafiften bir rüzgar yüzünü yalamaya başladı ve tren göründü. Nisbeten boş görünen vagonlardan birine geçip oturdu. Sol yanında cep telefonuyla muhtemelen oyun oynayan bir delikanlı, tam karşısında da boynuna taktığı kocaman madalyon dar göğüs kafesiyle tezat teşkil eden genç bir kadın oturuyordu. Elini çantasına atıp kitabını çıkaracakken bir sonraki durakta ineceğini hatırlayarak vazgeçti. Vagonun diğer ucunda kırmızı yemenili, basma şalvarlı tombul bir kadın arkası dönük olarak oturuyordu ve ayakları yere değmiyordu. Gülümsedi kadın, babası geldi aklına; "sandalyeye oturunca ayakları yere değmeyeni evlendirmezler" derdi babası o küçükken, hep merak ederdi, kısa boylular evlenemeyecek mi diye. Bu kadın evli miydi acaba? Yer minderine oturtup evlendirmişlerdi belki de. "Kurtuluş" anonsunu ve kapı açılma sesini duyunca yüzünde bir gülümsemeyle kalktı yerinden, perona atladı. Ankaray istasyonlarının en uzun merdivenlerinden birini söylenerek tırmandı, dışarı çıkınca güneşten gözleri kamaştı. Sıcaklık öğle saatinin hakkını verecek kadar yüksekti. Yol boyu sıralanmış lokantaların, büfelerin önünden geçti, iki lokanta arasında bir düğün salonu gördü, "eskiden burası sinema değil miydi?" diye düşündü, değişim öyle hızlı oluyordu ki bir önceki kafada yer etmeden yenisi geliveriyordu. İlerde solda bir düğün salonu daha vardı, merdivenle inilen. Geçenlerde babası ile oradan geçerken babası "burada birinin düğünü olmuştu, kimindi ki acaba?" demişti, sonra kendi düğünlerinin orada olduğunu hatırlamıştı da epeyce gülmüşlerdi. Güneş ışınları insanın tepesini delercesine iniyordu yukarıdan, yol üstündeki büfenin yanında duran yaşlı adam elindeki paketten son sigarayı ağzına alıp paketi Hukuk Fakültesi'nin parmaklıklarını saran Amerikan sarmaşıklarının arasına fırlattı. Kadın büfeyi geçince kaldırımın sağ tarafına, nisbeten gölgelik olan fakülte parmaklıklarına doğru yanaştı. Yeni sulanmış toprak kokusuna duvar diplerinin kaderi olan idrar kokusu karışıyordu. Burnunu kırıştırdı kadın, "kokular ayrıştırılabilmeli, kötüler safdışı bırakılıp güzel olanlar çekilmeli ciğerlere" diye geçirdi aklından, adımlarını hızlandırdı sonra, kampüsün kapısından içeriye girdi.
Bundan sonrasını yarın Leylak Dalı anlatsın size...
Beni öğrencilik yıllarıma götürdün. 1980lerin sonları.O zaman metro yok dikimevi-emek otobüsleri. Benim durak kurtuluş. Cebeciye pek uğramazdım ama bilirim hukuk fakültesini yakınında king oynadığımız kahvehanelerini.Hey gidi günler hey. devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
YanıtlaSilAh Defne ne güzeldi o yıllar, hem zorlu, hem güzel, hem ölesiye iyimser...
SilKurtuluş'a çok yakın bizim Ankara'daki ev...
hiç sevmem florasan ışıklarını, ya morg, ya laboratuarı hatırları bana. evde de kullanmak istemem.
YanıtlaSilbu yazıda çok iyi :)
Al benden de o kadar Zeynep, nefret ederim floresandan...
Sil