.

.
.

11 Ağustos 2025 Pazartesi

HAFTALIK RAPOR / 11 AĞUSTOS

Ağustos dün başlamamış mıydı? Ne ara 11 oldu? Sıcaklar hiç de Ağustos'u yarılamış gibi durmuyor, maşallah ısındıkça ısınıyor ortamımız. Dün yapmam gereken birkaç zorunlu alışveriş vardı, mecburen dışarı çıktım. Çıkarken de hava durumuna göre belki yürüyüş yaparım dedim hane halkının geri kalan yüzde ellisine. Şaşırtıcı bir şekilde yürüyüşümü engelleyecek sıcaklık hissetmedim. Rotamı Kurtuluş Parkı'na kırdım, gölgeleri tercih ederek ilerledim. Duvar diplerinden kesif bir amonyak kokusu geliyordu, anlaşılan cumartesi gecesi bira festivali düzenlemiş semtimizin bıçkınları, ağırlık etmesin diye ifrazatlarını eve götürmeyip ağaç ve duvar diplerine bırakmışlar. Burnum düştü parka varana kadar. 

Park öğle saati olmasına rağmen kalabalıktı. Kimi aileler piknik masalarında kahvaltı yapmakta, kimileri yürüyüşte, kimileri de banklarda geleni geçeni kesmekteydi. Tartan pistte bir tur yürümeye karar verdim. At kestanelerinin yaprakları kızarmaya başlamış, "Sıcağa aldanmayın, sonbahar yolda" der gibiydiler. Yakında kestaneler kafamıza düşmeye başlar. Meşeler ve akasyalarla gölgelenen pisti adımlamaya başladım. Bu yıl nedense caddemizin iki yanını süsleyen akasyalar çiçeklenmediler. Bir bakıma iyi oldu, kuruyan petaller rüzgarla evin içine doluyordu ama yolda yürürken çiçeklerle dolu bir kaldırımda adım atmak da hoş oluyordu. 

Pist kenarında boy veren güller açmaya devam etmekte, Kuşlu Kadın da bıkmadan, usanmadan tepeden park ahalisini seyretmekteydi.


Üniversite yıllarımda Kurtuluş Parkı okul yolumun üstündeydi ve çok soğuk günler dışında çoğunlukla yürüyerek giderdim okula. Lakin o zaman mümkün olduğu kadar uzağından geçmeye çalışırdık, pek tekinsizdi zira, özellikle de sabahın erken, gecenin geç saatlerinde. Malum pardösülü sapıklardan bulunurdu burada ve ödümüz kopardı birine denk geleceğiz diye 😀 Neyse ki ıslah edildi ve şehrin merkezinde gerçek bir vaha oldu. Şimdilerde çevre halkının ve TED Üniversitesi öğrencilerinin boş zamanlarında kendilerini attıkları bir mekana dönüştü.  O yıllarda İncesu Deresi de açıktan akardı, iki yanında da odun, kömür satılan mahrukat depoları olurdu. Bir süre sonra yeraltına alındı, Ankara'nın asfalt altında akan derelerinden biri oldu o da.

Geçen hafta vazifeşinas bir babaanne olarak Umut'a Ankara'yı tanıtma faaliyetlerinden birini gerçekleştirdim. Yeni nesil yürümekten hoşlanmıyor, bizim gibi otobüs ve dolmuşla büyümedikleri için de favori araçları taksi. Baştan kuralı koydu, "Taksiye binelim, dolmuş sevmiyom". Taksi olmaz deyince "Otobüse bari binelim" dedi. Bindik, önce iyiydik, yol uzayınca biraz sıkılmıştık ki Gençlik Parkı durağına ulaştık. Bizimki su hastası ama gel gör ki parkın havuzu boştu. Ankara'daki kuraklık nedeniyle havuzların doldurulmadığına dair bir tabela konmuş, izah ettik. Ayrıca çok sıcaktı ve güneş de tepemizde olunca hoşlanacağı başka bir yere, trenleri görmesi için Ankara Garı'na gitmeye karar verdik. Yola itiraz etmesin diye de yürümenin kas yaptığını, kolların, bacakların kalınlaşıp gelişeceğini söyledim. Yer mi şimdiki bebeler, benim bacağa dokunup "Sen çok yürüdün galiba" dedi. Sustum 😂

Fazla vukuat çıkmadan Gar'a geldik, kahvelerimizi ve limonatamızı alıp eski Gar Lokantası'nın yerine açılan cafeye oturduk. Bekliyoruz ki tren gelsin, amma velakin YHT Garı'ndan gelip geçen banliyo trenlerinden başka görünmüyor, onu da Umut beğenmiyor. Tam mızıldayacaktı ki Doğu Ekspresi göründü, bizimkinde bir sevinç:

Hep böyle bir tren görmek istermiş meğer, hayalleri gerçek oldu 😃 Acele kalktık cafeden, tren boyunca koşturduk, mübarek de tren değil sıradağ, git git bitmiyor, neyse sonunda lokomotife ulaştık. Üstelik makinist bizimkine bir de selam çaktı ki değmeyin keyfine, el sallaşıp treni incelemeye koyulduk, o arada kondüktörden de bir selam alınca iyice keyiflendi bizimki, o mutlu, biz mutlu ayrıldık Gar'dan. 

Niyetimiz Ulus'a gidip dondurma almak, oradan da eve giden dolmuşa binmekti ama sıcakta çocuk yokuş tırmanmasın diye Gar önüne park etmiş bir taksiye yanaştım ve gideceğimiz yeri söyledim, kızdı direksiyondaki suratsız şoför. "Aha şurası, yürüyüverin" dedi. Hoş geldin İstanbul taksicisi, üzüm üzüme baka baka kararır zaten. Dedim çocuk yürüyemez o yolu, hem indi bindi belli bir para almıyor musunuz siz? Kerhen razı oldu, bindik ama yüzünden düşen bin parça, neymiş trafik yoğunmuş, girdi mi çıkamazmış oradan. Yahu senin işin bu, öğretmenlik yıllarımda ben tembel öğrenci istemem, çalışkanları verin demek gibi bir lüksüm var mıydı benim? Sen de paranı alınca müşteri nereye derse götürürsün. O dışından, ben içimden söylenerek vardık Ulus'a. Dondurmayı aldık, dolmuşa yönelmiştik ki Umut Efendi "Gelmişken biraz gezelim" dedi. "Emrin olur" dedik haliyle, o da ilk gördüğü elektronikçi dükkanına daldı, sahibinden izin istedik, verdi. Bizimki ilgisini çeken bir panoyu incelemeye başladı. Ben de kapıdaki şu ilanı görüp çok şaşırdım, mutlu oldum ve takdir ettim:


Günü Anafartalar Çarşısı'ndaki seramiklerden Füreya Koral'a ait olanıyla kapattık:



Haftanız güzel gelsin sevgili takipçilerim...



2 yorum:

  1. Resimlere bayıldım. Hele de hala böyle düşünceli insanların olmasına mutlu oldum:)

    YanıtlaSil
  2. Umutlu gezme gününe bayıldım! Çok tatlı bir gün olmuş, ufak tefek aksiliklere rağmen. :)

    YanıtlaSil