.

.
.

28 Ağustos 2024 Çarşamba

GÜNDELİK / 28 AĞUSTOS

Bu aralar yarı zamanlı babaannelik görevimi itina ile yerine getirmekteyim. Umut'umuz Çiko'muz kreşten mezun(!) oldu ve ana sınıfına başlayana kadar kendine tatil verdi, dolayısıyla haftanın bir günü anneanne, bir günü babaanne olarak hizmet sunmaktayız zat-ı âlilerine 😀 Dün günlük rutin köşe bucak oda kurcalama faslında babasının çocukluğundan kalma bir kutu oyuncak buldu. Pek heyecanlandı, her şeyi bırakıp onlarla oynamaya başladı ve bana şöyle buyurdu: "Babaanne artık eski dedenin (eski dede rahmetli babam oluyor) odasındaki kolileri ve kartonları atabilirsin, ev yapmaktan vaz geçtim". Geçen yıl çocukların taşınma faaliyeti esnasında bizimki müteahhitliğe soyunmuştu. Annem sağ olsa "Görgülü kuşlar gördüğünü işler" diyerek boy boylar, soy soylardı Nenem Korkut gömleğini giyinip 😀. Eline geçirdiği her kutu, her koli bir eşyanın şekline büründürülüp her seferinde ev kurma oyunu oynanıyordu, sonra kurulan evin yıkılmaması için tembihte bulunup kendisi gidiyor, biz de torun hatırına evin salonundaki kurulu düzeni yıkmamak için zeybek oynayarak dolanıyorduk. Dolayısıyla müteahhitlikten istifasına pek memnun oldum. Sabah ilk işim belki fikir değiştirir korkusuyla ne kadar kutu, koli varsa toparlayıp çöpe götürmek oldu. Gerçi bulduğu oyuncaklarla iştigali de pek uzun sürmedi, müteahhitlikten otel müdürlüğüne geçiş yaparak bir nevi sınıf atladı. İlk müşterileri de Kocam Bey ile ben olduk. Her birimize bir odayı uygun görüp tanıtımını yaptıktan sonra ilk müşterisi olduğum için jest yaparak bana doğum günü partisi düzenledi. "Eşiniz Bey'i de çağıralım" diyerek eline geçirdiği ilk kutuyu pasta kabul ederek üfletti ve ben bir yaşıma daha girmiş oldum. Bir süre sonra rolleri değiştirdi, ben otel müdürü oldum, o müşteri oldu ama önce senaryoyu yazdı sonra sahneye koydu. Müşteri kaybolacak, ben de kolluk kuvvetlerini nani nani diyerek faaliyete geçirecektim. Netekim kayboldu, telefon edip polis çağırdık, nani nani geldi, ara tara yok müşteri. Ben otel müdürü olarak dizlerimi dövmekteyim, bir müşteriye sahip çıkamadım diye saçımı başımı yolmaktayım ki müşteri kafası çarşafla örtülü ayakları dışarda olarak yatakta bulundu. Devekuşu genlerine sahip bir müşteri olarak kendisini coşkuyla saklan/ama/dığı yerden çıkarıp yalandan sevinç gözyaşları döktük. Kolluk kuvvetlerini vakitlerini aldığımız için özür dileyerek yolcu ettik ve bu defa da ben istifamı verdim otel müdürlüğünden 😂

Gördüğünüz gibi hiç sıkılacak vaktim olmuyor 😀Yine de kitap okuyup Storytel dinlemeyi beceriyorum bir şekilde. Sabahın köründe kalktım dün, akşam yenecek yemekleri hazırlarken Storytel'de Murathan Mungan'ın "Paranın Cinleri"ni açtım ve mercimek çorbasına dinlettim kendi sesinden. Çorbayı bilmem ama ben ikinci dinleyişime memnun oldum. Yıllar önce okumuştum fakat hafızamdan neredeyse tamamen silinmiş. Kendi ağzından-pek güzel bir seslendirme olmasa da-anılarını dinlemek ve hatırlamak iyi oldu. Şimdi de okumadığım bir kitabını, "Çador"u dinliyorum. Kahvaltı ederken de Tezer Özlü'nün Leyla Erbil'e yazdığı mektupları okudum. Bu aralar yazarların özel hayatlarını didiklemekteyim biraz. Vüsat O. Bener ile Erhan Bener'in söyleşi kitabından sonra Adalet Ağaoğlu'nun "Damla Damla Günler"ine ikinci baskı okuma yapmaya başladım, ilk cilt bitti, bugün ikinci cilde başlayacağım. Bileniniz vardır, Tezer Özlü bir zamanlar Adalet Ağaoğlu'nun küçük erkek kardeşi Güner Sümer ile evli imiş. Yani gelin-görümce durumları mevcut ve pek anlaşamazlarmış. Zaten her ikisi de-biri anılarında, diğeri mektuplarında-birbirlerinden pek güzel duygularla söz etmiyorlar. Böyle durumlarda kendimi kabul gününe gitmiş gibi hissediyorum 😀

İki gün önce kız kardeşle buluşup ufak-tefek bazı işler hallettik. Yol üstü aşağıdaki kırmızı Vosvos'u gördüm, ön tampona yerleşmiş Michelin'in Bibendum'u pek şirindi:

Az ilerde, üstgeçidin duvarına yazılmış şu yazıyı görünce de çok güldüm. Sanırım ana-babasının "Okullar açılmadan şu sünneti yapıverelim" sohbetini duyan bir velet evden kaçıp protestosunu duvara yapmış 😀

İstifasını vermiş otel müdürü sağlıklı günler diler efendim...

23 Ağustos 2024 Cuma

HAYATIN GÜZEL SÜRPRİZLERİ / 23 AĞUSTOS

Benim hafıza yaşa bağlı olarak hafiften körelmeye başlasa da yine de cami yıkılsa da mihrap yerinde dedikleri cinsten, şuraya bir nazar boncuğu bırakayım her ihtimale karşı 🧿 Kimi zaman öyle gereksiz şeyleri hatırlıyorum ki beynimi bu kadar alakasız şeyle doldurduğum için kendime kızıyorum ama bu da sanırım bir yaradılış özelliği, umarım böyle devam eder.

Yıllardır bir ilkokul arkadaşımı arar dururum, kendisiyle kısa bir süre çok yakın arkadaş olmuştuk, sonra o babasının tayini nedeniyle okuldan ayrılmış, bir daha da haber alamamıştım. Bilenler bilir, çocukluğum ve ilk gençliğim Ankara Yenimahalle'de geçti, semtin en güzel, mahallelilik kavramının gerçek anlamıyla yaşandığı zamanlarıydı, haliyle sadece benim değil, orada yaşayanların da özlemle andıkları yıllardı denebilir. Sosyal medyanın çeşitlenmesi ile Facebook'da bir Yenimahalle Grubu oluşturuldu ve o sayede pek çok eski arkadaşımızı bulma imkanımız oldu. Mezun olduğumuz okulların da grupları vardı. İlkokul grubunda herkes benim zamanımın öğretmenlerinden bahsedip dururdu ama bir türlü benim sınıfımda okuyan bir kişiye denk gelememiştim. Bunda sanırım öğretmenimizin yaş haddinden bizi mezun edip emekliye ayrılmasının, haliyle eski öğrencilerinin de yaşlarının kemale ermesinin payı vardı. Nihayet bir gün ilkokuldaki bir toplu fotoğrafımın altına bir not düşüldü. Öğretmenimizin adını anıyor ve ne yazık ki ilkokul öğrenimini onunla tamamlayamadığından söz ediyordu. İsme baktım, bildik biri değil, hatta belli ki takma bir isim. Benim antenler titredi ve bu yıllardır aradığım kişi olabilir mi mesajını beyin hücrelerime postaladı. Dayanamadım ve gidip yorumun altına "İsminiz ....... mı?" yazdım. Bir süre cevap gelmedi, ben de unuttum, o ara eşimin sağlık sorunları da gündemdeydi kafamın içi başka soru işaretleriyle doluydu. Derken o sıralarda bir arkadaşlık isteği aldım Facebook'dan. Takma bir isimli bir kişiden geliyordu, hiç düşünmeden reddettim. Aradan birkaç saat geçince jetonum "Triling" diye yerleşti yerine, bu benim "Falanca mısınız?" diye sorduğum kişiydi ve belli ki oydu, o nedenle istek yollamıştı. Hemen bir mesaj döşendim, profillerimiz kilitli olduğu için istek konusunda bir süre debelendik ve sonunda arkadaş olmayı başardık, arkasından da mesajlarla anlaşıldı ki gerçekten benim yıllardır aradığım kişi imiş. Ve filmlerde olabilecek bir tesadüf ve buluşma gerçekleşti böylece. Telefonlaştık ve Çarşamba günü de buluştuk. Son görüşmemizle arada adeta bir ömür var, ne tuhaf. Yolda görsek yanından geçer gideriz ama biz başardık. 2-3 saate bir ömür sığdırıp hiç durmadan konuştuk, neler neler hatırladık. Bu da bu yılın sürprizi oldu benim için, yeni ve güzel sürprizler için de hazırım ey hayat, gönder gelsin 😊

Bu hafta hatırı sayılır sıcaklar tüm planlarımızı altüst etti, güya bugün günübirlik Konya yapacaktık YHT ile, bu sıcakta ne işimiz var, beynimizi eriteceğiz deyip vaz geçtik. Açık biletlerimiz bu kadar sıcak olmayan bir günde kullanılmak üzere bizi bekliyor.

Geçen ay epey kitap okudum diye sevinirken bu ay yine düşürdüm çıtayı. Elime aldığım iki kitap esasen iyi edebiyat olmasına rağmen o kadar maskulen kitaplardı ki bir süre sonra yetti erkekliğiniz diyerek elimden fırlatmak istedim. Nihayet bugün elime Vüsat O. Bener ve Erhan Bener kardeşlerin Tarih Vakfı'nın bir projesi nedeniyle yaptıkları söyleşiyi konu alan bir kitaba başladım da "Oh be!" dedim, "dünya varmış".

Bu hafta büyük sürpriziyle böyle geçti. Epeydir film izlemedim, sıcak falan demeden gidip bir film bulayım Mubi'den, ödediğim parayı amorti edeyim. Hafta sonunuz güzel geçsin dostlar...

Fotoğraf geçen hafta sonundan, Botanik Parkı'ndan. Ne idüğü belirsiz bir ağacın kırmızı meyveleri, bilen varsa yazsın ismini 😊

19 Ağustos 2024 Pazartesi

ADIM ADIM ANKARA 4 / 19 AĞUSTOS

Dün yoğun sıcağa rağmen Kale'ye gidip "Türk-Rus Dostluk Evi"ni gezmeye karar verdik. Bir noktaya kadar minibüsle gitsek de indikten sonraki kısa mesafe bizi daha çok yordu. Zira hem yokuş, hem sıcak, hem de paket taşlı zemin yürümeyi zorlaştırıyordu. Nedense bu Rus Dostluk Evi ziyaretlerimiz ya tipik Ankara ayazına ya da çöl sıcağına denk geliyor, üstelik ayazdaki gidişimiz hüsranla sonuçlanmıştı, mekan müze olarak kabul edildiği için pazartesi olması nedeniyle kapalıydı. Gelgelelim kız kardeşle ikimiz gezme söz konusuysa kafaya koyduğunu yapan tiplerden olduğumuz için inat da bir murattır deyip bu kez başardık.

Koyunpazarı Yokuşu'nu ter dökerek tırmandık, esasen Kale her zaman ilgi çekicidir, dükkanların önünde ya da içinde saatlerce vakit geçirilebilir ama çok sıcaktı ve etrafı pek gözümüz görmedi:


Terler saç diplerimizden akarken sonunda Kale göründü, solda Rahmi Koç Müzesi, sağda Kirit Cafe:

Kale kapısından girdik içeri yoğun kalabalığa karışarak. Kale duvarları tadilata alınmış, zira çatlaklar büyümüş. İlkel zamanların yapısı modern zamanlara dayanamamış.

Ana girişten girince ilk sokaktan sağa sapıp Türk-Rus Dostluk Evi'nin bulunduğu konağa ulaştık:

Duvara konuşlanmış, üzerinde "Gelibolu Hatırası" yazan teknenin ve konağın bekçisi gibi duran ayunun dostluğumuzla olan alakasını çözemesem de vardır bir bildikleri deyip girdik içeri. Konak adeta bir labirent, odadan odaya, salondan salona geçerken insanın başı dönüyor, merdiven inip çıkmaktan da başkalarını bilmem ama benim protezli dizler "İmdat!" çığlıkları atıyordu. Asansör varmış esasen ama merdivenlerde de bir sürü obje olunca görelim diye kullanmadık.



Duvarda son Çar Nikola'nın kızları Mariya, Tatyana, Anastasiya ve Olga ile küçük oğlan Aleksey'un tablosunu görünce ilkokulda iken "Hayat Tarih Mecmuası"nda okuduğum öldürülmelerini anlatan yazı ve Rasputin Efendi geldi aklıma, bir kez daha ürperdim:

Gezmekle bitmeyen odalar ve salonlar yapmışlar, bir süre sonra başımız döndü. Esasen daha Rus kültürüne ait şeyler bekliyordum ama duvarlarda çoğu acemice yapılmış tablolar, cırtlak renkli mobilyalar, duvarlar, kitsch objeler sürekli aynı şeyleri görüyormuşuz duygusu uyandırdı. Bir odada satışa sunulan seramik ve benzeri objelerin ise Rus kültürüyle zerre ilgisi yoktu, her yerde bulunacak türden ürünlerdi ve fiyatları da el yakıyordu. Mekanı gezmek de ücrete tabii, kişi başı 30 lira ödüyorsunuz. Terasta ve terasın girişinde cafe olarak kullanılan bir mekan var. Terasın manzarası güzeldi ama şemsiye ya da koruyucu bir tente olmadığı için oturup bir şeyler içmek mümkün olmadı.



Bir süre oyalanıp bulmaca çözer gibi hangi bina nerede, hangi yeşil alan hangi parktır bulmaya çalıştık. Sonra "Ankara ne kadar küçükmüş" diyerek kalan odaları gezmek için içeri girdik.



Sergilenen onca şeyin içinde en çok çavdar sapıyla oluşturulmuş, Rus dansı yapan bir çifti konu alan bu tabloyu sevdim, en azından özgündü. İki adet de karakalem Atatürk resmi gördük ama birinde Atatürk'ü Lenin'e benzetmişler, diğerinde ise süzgün bir yüzle resmetmişler, alaka kuramadık.

Gezecek başka oda kalmayınca ayrıldık mekandan ve merdiven inip çıkmaktan yorulan bacakları dinlendirmek ve bir şeyler içmek için Kale Saat Kulesi'nin alt terasındaki cafeye yöneldik:

Meğer burası daha önce başka bir konakta yer alan Taş Bebek Cafe'nin yeri imiş, yüzlerce bebeğiyle buraya taşınmış:



Çaki'ye benzeyen çoğu kirloz bebekleri aşıp terasa çıktık, gölgede bir masa bulup çöktük, sodaları içip terle attığımız mineralleri geri aldık. Kuşbakışı Ankara'yı seyredip biraz daha mekan bulmaca oynadık, önde Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nin çatısı, geride Ziraat Bankası. arkadaki kazuletleri görmezden gelin 😀:


Ve sonra dönüşe geçtik, "Haydi yürüyelim" dedik ama demesek iyiymiş, çook sıcaktı, Kurtuluş Parkı'nda mola verip bir gölge bankta dinlendik.

Bir de şunları gördük Altındağ Belediyesi'nin yerindeki inşaatın civarında kaldırımlar yenileniyor, acaba Ankara'nın simgesi de değişiyor mu?


Yorulduk, terledik, gezdiğimiz mekana bayılmadık ama iyi ki de gidip gördük. Pişman mıyız asla! Babamın deyimiyle "Aklımızda duracağına karnımızda dursun" 😀

Yeni adımlarda buluşmak üzere...



16 Ağustos 2024 Cuma

GÜNLER GEÇERKEN / 16 AĞUSTOS

Ağustos ayı pek keyifli gelmedi, iki gün öncesine kadar bizi epey zorlayan anlar yaşattı. Eşim Ağustos başında bir operasyon geçirdi. Bir özel hastanede yapılan, basit denebilecek, hastaneye sabah girip ikindi üstü taburcu olduğumuz, toplamda bir saat ameliyathanede kaldığı bir işlemdi. Ayıldığında getirip yatağına yatırdılar, serumunu taktılar, her şey gayet yolunda idi. Akşama doğru da taburcu olup eve döndük. Gel gör ki gece işler değişti, sonradan ameliyatın komplikasyonu olduğunu anlayacağımız bir sıkıntı başladı, çok fazla tıbbi detaya girip uzatmak istemiyorum ve çok yardımını gördüğümüz bazı doktor ve personeli tenzih ediyorum. Sabah olur olmaz hastaneye geri döndük, birtakım işlemler yapıldı ama ertesi gün sıkıntı hala devam edince cerrah bizi ilgili olduğunu düşündüğü başka bir bölüme yönlendirdi. Bölümden birtakım tetkikler istendi, bir kısmı o gün, bir kısmı ertesi gün yapıldı, banka kartım okunmaktan yoruldu ve sonuçları önüne koyduğumuz doktor ödümüzü kopardı. Oldukça büyük bir ameliyat gerektiğini, çok geç kaldığımızı, bu ameliyatı ancak kendisinin yapabileceğini, Türkiye'de hiçbir devlet hastanesinde bu teçhizatın bulunmadığını söyleyip, ne kadara mal olur diye korkarak sorduğumuzda da dudak uçuklatan bir fiyat zikretti. "Hadi ordan!" diyemediğimiz için "Biz bir düşünelim" dedik ve arkamıza bakmadan kaçtık 😂

İlgili branşta doktor arayışına girdik sonra, arkadaşımın doktor oğlu bizi bir meslektaşına yönlendirdi. Tetkiklerimizin elinden tutup kalbimiz gümbürdeyerek gittik yanına. Bize ilk söylediği "Size bunun için ilaç vermediler mi?" oldu. "Yok" dedik, "Türkiye'nin hiçbir devlet hastanesinde yapılamayan bir ameliyat önerdiler". Tebessüm etti ve endişe edilecek bir durum olmadığını, bunun genellikle bu tür ameliyatlarda yaşa, bünyeye, narkoza bağlı olarak ortaya çıkabilen bir komplikasyon olduğunu, yazdığı ilacı 5 gün kullanmamızı, muhtemelen sıkıntının sona ereceğini söyleyip sonucu kendisine bildirmemizi söyledi. Evet 5 gün kullandık ilacı ve 6. gün sıkıntı gerçekten sona ermişti. Doktorumuzla temasımız devam ediyor ve kendisine ne kadar şükran borçlu olduğumu buraya yazmam gereksiz ama yine de yazayım, çünkü üzerimizden adeta koca bir dağ kalktı. Hasta yakını olmak bazen hasta olmaktan da zor. Türkiye'deki sağlık sistemi, Hipokrat yemininin yemek fiilinden türediğini sanan bazı doktorlar üzerine ise ne desem bilmiyorum. Yanlış anlaşılmak istemem, yukarıda da yazdığım gibi çoğunu tenzih ederek kuruyorum bu cümleyi, benim derdim büyük ameliyatçı ile.

Bu vartayı sağ salim atlattıktan sonra nihayet normal yaşama dönebildim, anlamadan okuduğum kitaplara, kafam başka yerdeyken izlediğim filmlere daha dikkatle yaklaşmaya başladım şükür. Bugün de upuzun bir yürüyüş yaptık, niyetimiz restorasyona alınan Saraçoğlu Evleri'ni görmekti ama henüz ziyarete açılmamış. Biz de rotayı Tunalı'ya kırdık ve uzun zaman sonra keyifle bir cafeye oturup kahvelerimizi yudumladık. Yol üstünde Celal Bayar'ın evi ile Türk Dil Kurumu binalarını fotoğrafladım. Sanırım hep onların bulunduğu kaldırımda yürümüşüm, TDK binasının üstündeki el yazmalarını karşıdan bakınca yeni fark ettim diyeyim de gülünüz 😃

Bunların karşısında ise uzun süredir atıl duran, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Meclis başkanlığı yapmış Abdülhalik Renda'nın köşkü Kızılay Müzesi olarak yakında ziyarete açılacakmış. Umarım ben dönmeden gezmek kısmet olur.

İşte böyle dostlar, yazımı sıkıntılı günlerimde her sabah avuçlarıma güzel kokusunu doldurarak yüzümü güldüren fesleğenim ile bitireyim, kokusu size de ulaşmıştır umarım 😊




9 Ağustos 2024 Cuma

TEMMUZ DÖKÜMÜ / 9 AĞUSTOS

Ağustos pek keyifli gelmedi. O kadar da "Hoş gel" diye yalakalık yapmıştım oysa, ülke sıkıntılarına bireysel sıkıntılar da eklenince güzel bir giriş yapamadık. Instagram kapanınca Facebook'a mum olduk ama o da çekilir şey değil.  Eş-dost paylaşımının arasına saçma-sapan reklamlar, çeşitli grupların "bakın falanca artizimiz ve ailesi, hadi bir maşallah deyin-ki çoğunluğu dizilerden alınma kareler-fotoları, abuk sabuk yemek videoları girip bıktırıyor. Neyse geçelim tatsız mevzuları, gecikmeli bir Temmuz dökümü yapalım.

Temmuz güzel bir aydı, bir kere oğlum doğmuştu. Ayrıca kız kardeşle Ankara'yı adımlamalar, güzel apartmanları arşivlemeler, parklar-bahçeler, arkadaşlarla buluşmalar, Umut'la kikirdeşmeler derken geçiverdi gitti:


Kitap okuma ve dinleme açısından da verimli bir ay oldu Temmuz:


-"Çevrimiçi"nden daha önce de bahsetmiştim. Sevgili Ayşe Başak Kaban'ın sosyal medyayı konu alan, birbiriyle bağlantılı öykülerinden oluşan bir kitap. Ben çok severek okudum, okuyanlardan gelen eleştiriler de gayet olumlu. O yüzden derim ki, siz de okuyun...

-"Ev, Kadınlar, Seks"Bu kitabı bitirene kadar cinlerim tepeme çıktı, yaklaşık 120 sayfa boyunca boşanmak isteyen karısına çemkiren Franz'ın ağzına ıslak banyo terliğiyle vurmak istedim. Bu da kitaptaki eril dilin ne denli başarıyla kullanıldığının ispatıdır. Tüm kitapta yer alan monolog okumayı zorlaştırsa da konu itibarıyla çok gerçekçi buldum...

-Maggie O'Farrell'den daha önce "Hamnet"i okumuş ve çok beğenmiştim. "Evlilik Portresi"ni de en az onun kadar, hatta daha çok sevdim. Kitabın konusu Ferrara Düşesi Lucrezia di Cosimo de' Este'den esinlenmiş hüzünlü bir öykü. okuyun derim...

-"Kanada" bazı bölümleri biraz fazla uzatılmakla birlikte bu ay okuduğum en iyi kitaplardan biriydi. Amerika'da küçük bir kasabada sıradan bir yaşam sürerken anne-babalarının yaptığı aptalca banka soygunu yüzünden hayatları değişen 15 yaşındaki ikizlerin, daha doğrusu ağırlıklı olarak, Kanada'ya gitmek zorunda kalan erkek olanının öyküsü ustaca anlatılmış. Bu ay genellikle hacimli kitaplar okudum, Kanada'da onlardan biriydi. 

-Ruhumun kadını Isabel Allende, "Ruhumun Kadınları" adıyla kurgu dışı bir kitap yazmış bu sefer ve çok da iyi etmiş. Feminist bir söylemle hayatında iz bırakan kadınları, daha doğrusu ezilen, ikinci sınıf kabul edilen, bunun yanında mücadeleci, yılmayan tüm kadınları konu etmiş. Kitabında da söz ettiği gibi ilerleyen yaşına rağmen enerjisini koruyan, hayatı yılmadan göğüsleyen bu muhteşem kadın için dileğim daha pek çok kitaba imza atması...

-Her ne kadar öyle umarak başladıysak da "Lincoln Otoban"ını tam anlamıyla kat edemedik. Araya bir sürü olay girdi. Güzel ve heyecanlı başlamıştı ama sona doğru nedense çocuk kitabı okuyormuşum duygusu hakim oldu bir ara. Yine de final hayal kırıklığına uğratmadı. "Moskova'da Bir Beyefendi" güzelliğinde olmasa da okunur...

-"Arafta Düet" Sehalattin Demirtaş ve Yiğit Bener tarafından birbirlerini hiç görmeden yazılmış bir kitap. Emekli bir 12 Eylül komutanı ile o yılların devrimci öğrencisi, şimdinin avukatını bir araya getiren bir iç hesaplaşma kitabı olmuş. Hangi karakteri kimin yazdığı ise meçhul...

-Bu ay okuduğum, aklımda tek satırı bile kalmayan en tatsız kitap olarak niteleyebilirim "Margaret Teyzemin Aynası"nı. Ben okudum, siz okumayın :)

-Ve harika bir gezi kitabı, bir gezi kitabından çok daha fazlası hatta Kadir Işık'ın "Yolda Olmak"ı. Tiflis'ten başlayıp İran'ın çeşitli şehirlerine, oradan Irak'a geçen yazar şehirleri bir turist gibi değil de sosyolojik yönlerini öne alarak gezmiş. Ben çok beğenerek okudum. 

-Ayın son kitabı ise Yonca Tokbaş'ın koşma macerasını anlattığı oldukça keyifli bir bir kitap: "Koşmak ve Kendini Bulma Sanatı"Dubai'de kararsızca başlayan koşma macerası onu uluslararası maratonlara, en zor parkurlara kadar taşımış. Bu kitap azmin öyküsü, gerçekten istenir ve çalışılırsa nerelere varılabileceğinin hikayesi. Bir gün içinde okuduğum bu akıcı kitabı bitirdiğimde yazar ile Ultra parkuru koşmuş kadar nefes nefeseydim.
Kendini bulmanın binbir yolu var, yazar onu en mutlu edeni seçmiş: Koşmak
Okuyun bu kitabı, koşmaktan hoşlansanız da hoşlanmasanız da Yonca Tokbaş'ın anlatımını, başarı öyküsünü seveceksiniz. Kimbilir belki içinizde uyuyan, haberinizin bile olmadığı koşmak isteği birden uyanıverir 😊

Gelelim dinlediklerime:


-Bugüne kadar ihmal ettiğim için kendimi kınadığım Kemal Tahir'in okumadığım ve okuyup üzerinden çok zaman geçtiği için unuttuğum ya da bugünkü aklımla okumak istediğim kitaplarını Storytel sayesinde keyifle dinliyorum. Hem de seslendirmeyi "Karılar Koğuşu"ndaki gibi Murat Eken yaptı ise. Bu ay dinlediğim iki Kemal Tahir kitabı da beni çok mutlu etti. TRT için dizi olarak çekilip sonra yok edilen "Yorgun Savaşçı"yı da çok keyifle dinledim. 

-Yine sevdiğim eski bir yazardan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'ndan çok yıllar önce okuduğum iki kitabı tekrar dinledim: "Yaban" ve "Kiralık Konak". Şahaneydi dememe gerek var mı?

-"Çarşamba Çikolataları" ile "Çocukluğum ve Çocuğum" adını ilk kez duyduğum bir yazarın kitapları oldu. Aslı Kocaeli'nin özellikle "Çarşamba Çikolataları"nı severek dinledim. 

-Volkan Sönmez'in önce "Fırsatçı"sını dinledim, buraya eklemeyi unutmuşum. Eğlenceli bir kitap olunca ikinci kitabını da dinledim: "Tek Başına". Gelgelelim ikinci kitap birincinin konu olarak neredeyse aynısı olunca yazarı bir daha listeme almamaya karar verdim. 

Filmlere gelince:


Temmuz ayında eskilere daldım biraz, "Samanyolu" malum, beni çocukluğumda izlediğim sinemalara götürdü. "Hiroshima Mon Amour" ise uzun zamandır izlemek istediğim bir film olarak etkiledi beni.
"Hayat"ı sinemada izledik kız kardeşle, epeydir meraktaydım. Bazı eksiklikleri olmasına rağmen sevdim.
"In Hıs Fortress ya da "Onun Kalesinde" bir belgesel. 2 yıl önce kaybettiğimiz Latif Demirci'nin kızı Yasemin Demirci'nin babasını anlattığı 20 dakikalık bir kısa film.
"Ara" beni çok sıkan anlamsız bir filmdi, "Aynı ipte Asılı" ise ondan daha beterdi. 

Bu ay herhangi bir etkinliğe katılmadığım gibi dizi izleme fırsatım da olmadı.

Ve son olarak kahvelerimizi gelsin, ferahlayalım:





2 Ağustos 2024 Cuma

HOŞ GEL AĞUSTOS

Ne ara Ağustos geldi? Daha dün Temmuz'a yeni girmiştik, dünyanın güneşin etrafında daha hızlı döndüğü kesinlikle bizden saklanıyor, yoksa günler, aylar süpürge gibi çat burada, çat kapı arkasında olur muydu, ayıptır beyler 😂 Zaten ne biçim Temmuzmuş, topladı gitti şu alemde iyi diye nitelediğimiz insanları, en son Genco Erkal ile ateş attı ciğerimize, eksiliyoruz giderek. Ne gelir elden, gidenler huzurla uyusunlar, elimizde kalanları sarıp sarmalayalım.

Bu ara fırsat buldukça Ankara kaldırımlarını arşınlıyoruz kız kardeşle, çocukluğumuzdan, gençliğimizden, sevdiklerimizden izler arıyoruz. Hafta sonu Cebeci tarafına düştü yolumuz. Ara sokaklar hâlâ mahalle havasını koruyor eski semtlerde, bu sevindirici, bir yandan da rant canavarı güzelim eski apartmanları yerle bir edip gri renkli, metal ve cam aksamlı sevimsiz rezidanslar(!) dikiyor. Balkonlarından bir sardunya bile sarkmayacak kara hayaletler.

Şu gitti gider mesela, yıkılan evler hüzünlendiriyor beni. Kör gözler gibi bakıyor camı-çerçevesi çıkmış o pencereler, kimbilir ne hayatlar yaşandı. Umarım yapılacak olan yerine yakışır.

Oysa şunlar hâlâ çok güzel:



Aynı sokakta anılarımız var, şu aşağıdaki amcamızın evi, giriş katındaki, demirli penceresi olan. Ne çok gelip gittik, o şirin, minik salonda çaylar, kahveler içtik, yemekler yedik. Hemen ön taraftaki küçük bahçede yaz akşamlarının tadını çıkardık, amcamızın elleriyle diktiği asmanın üzümlerini yedik. Artık bir başkasına ait, amcanın ölümünden sonra satıldı, geriye anılar kaldı.


Cebeci Tren İstasyonu; demiryolcu dedenin torunları, demiryolu lojmanlarında büyümüş babanın çocukları olarak onlardan geri kalmayız trenler ve raylar konusunda, gelmişken görmeden dönülmez tabii ki:



Annem Abdullah Yüce hayranıydı. Tüm şarkılarını bilir ve gerçekten güzel sesiyle söylerdi. En sevdiklerinden biriydi aşağıdaki, ne zaman bir tren yolu görse mırıldanmaya başlardı:

"Uzayıp giden o tren yolları
Açılıp sarmayan yarin kolları
Uğurlar kızları, nazlı dulları
Bir beyaz mendilin sallanışını
Unutmam o gece ağlayışını
Silemem coşmuşum gözüm yaşını
Uzayıp giden o tren yolları
Açılıp sarmayan yarin kolları"

Annemizi ve babamızı tren yollarıyla anıp yürüyen merdivenle istasyonun üst katına çıktık, mâlum her şeyi incelemezsek eksik kalırız 😂Fotoğraf çekerken banliyö treni geçti aşağıdan, ilginç bir kadrajla tren üstü kaçak yolcu oluverdik:


İstasyonun az ötesinde eskiden Cebeci Stadyumu olan yere kocaman bir çukur kazılmış, kimbilir yerine ne yapılacak.

Cebeci, çocukluğuma ve ilk gençliğime damga vuran semt, 4 yaşıma kadar oradaki evlerde yaşadık, sonrasında da annemin çocukluk arkadaşı Hasibe Teyze'ye ve amcamlara yaptığımız ziyaretlerle bağımızı hiç koparmadık. Her şeye rağmen çok değişmemiş, giderek eskiyor evler, dükkanlar vs ama eskise de bir türlü değiştiremediğiniz kaç yıllık mobilyanıza olan bağınız gibi bir bağ oluşuyor aranızda. 

Semtler berbat trafiğine, kalabalığına, giderek çirkinleşen mimari yapısına rağmen bazen gözünüzün önüne minicik güzellikler sunuyor, işte aşağıdaki gülhatmi. Pasaklı bir üstgeçit merdiveninin dibinde bitiverip ışıtmış orayı, kimbilir hangi kuş taşıdı tohumunu. Umut'a bunun ismini yerel dilde söylenişiyle öğrettim: Gülfatma. Çok güldü, her gördüğünde Fatma çiçeği diyerek kahkaha atıyor 😊


Şu aşağıdaki de pis kokulu bir motosiklet tamir atölyesinin dibindeki minicik yeşillikte uzatmış başını. Yanında kol atmış kabaklar ve domatesler var ama hiçbirinde ne çiçek, ne meyve. Yalnızca mısır direnmiş çorak toprağa:


O zaman "Ağustos'a hoş geldik, hoşluklar ardınızı bırakmasın" diyerek bitireyim bu yazıyı...

Not: Bugün babamı kaybedişimizin 3. yılı doldu. Bu vesileyle çok sevdiği demiryollarıyla anmış oldum, eminim hissetmiştir...