.

.
.

24 Ekim 2022 Pazartesi

ÜÇÜNCÜ ŞAHIS HİKAYELERİ 1 (SABAHLIK) / 24 EKİM

Kadın yine sabahın köründe uyandı. Çekili perdelerden sızmaya çalışan erken gün ışığının gönülsüzce aydınlattığı odanın kapalı kapısına, daha doğrusu kapıya monteli askıya kaydı gözleri. Kapüşonlu, uzun kollu bir eşofman üstü, yine kapüşonlu ama kolsuz bir eşofman üstü ve bir kot pantolon asılıydı. "Burada daha çok giysi vardı, evde yanan ışık sızmazdı odaya, nereye gitti onlar?" diye düşündü sabah mahmurluğuyla, sonra hatırladı. Yaz başında elbise dolabında bir düzenleme yapıp pek çok giysiyi tasfiye etmiş, onlardan boşalan yerlere de kapı arkası askısındakileri yerleştirmişti. 

Kapı arkası askıları; orta sınıf evlerin olmazsa olmazı, "koyacak yer bulamadığını as merkezi", zihni bir an çok gerilere gitti. Yıllar önce, daha çok gençlerken yaptıkları bir seyahati hatırladı. Arkadaşlardan birinin evinde konuk olmuşlardı bir geceliğine. Kendi odalarını vermişti arkadaşları, yattığı yerden yine kapı arkasına takılmıştı gözü kadının. Tabii ki askı vardı ve askıda bir sabahlık, bir de robdöşambr asılıydı. "Robdöşambr" ne görkemli bir isim, dedesinin de vardı, deve tüyü rengi, yaka ve kol ağızları kahverengi biyeli, dili dönmez "Davlumbaz" deyip geçerdi isterken, "Davlumbazım nerde benim?". Ne dedesiyle, ne misafiri oldukları arkadaşla robdöşambr arasında bir bağlantı kuramadı, gözünün önünde Önder Somer canlandı. El örgüsü bir yelek daha çok yakışırdı esasen arkadaşa ve dedeye. Sabahlığa kaydı gözü, pazen olduğunu karar verdi karanlıkta görebildiği kadarıyla, "Sıcak tutar" diye düşünürken kendi sabahlığını hatırladı, hayatta sahip olduğu tek sabahlığı. Nişanlıyken almıştı arkadaşlarıyla çıktığı bir alışverişte, iyi bir marka, şık bir şey. Pembeli, eflatunlu çiçek desenli, kapitone astarlı, kol ve yaka ağızları fırfırlı, kalın ve uzun bir sabahlık. Evlenip Denizli'ye gittiğinde, o ıssız sokaktaki sürekli tüten bir sobayla ısıtmaya çalıştıkları tuhaf evde, tayini çıkmadığı için eve mahkum olduğu, arkadaşsız, yalnız günlerinde uyanınca üzerine geçiriverdiği sabahlığı sıcacık bir dost olmuştu ona. Fırfırları kopup kapitoneleri sökülene kadar giymişti onu, bir daha da sabahlık almamıştı. Sabahın köründe derse yetişmeye çabalarken hangi sabahlıkla salınacak vakti vardı ki? Eşofmanların pratik arkadaşlığına geçiş yapmıştı. 

Sabahlık, sabah, Sabahat, Urkuş...

Urkuş? Urkuş nereden çıktı şimdi? Hatırladı, çocukluk yıllarında aynı apartmanda komşularıydı. İri yarı, çok esmer, konuşkan, girişken, külhan bir kadın. Kendini Sabahat diye tanıtmıştı taşındığında ama komşular aralarında adının aslında "Urkuş" olduğunu fısıldaşırlardı toplaştıklarında. Kadının aklına bir anısı geldi, sabahlıktan Urkuş'a, zihin tuhaf bir çağrışımlar yumağı. Apartmanlarının çevresi göz alabildiğine kırlıktı, baharda gözlere ziyafet sunardı çiçekli çimenli. Sabahat ya da Urkuş'un, her neyse ismi, yiğeni gelmişti memleketten. Kadının akranıydı, karışmıştı aralarına. Evin civarında "lik toplama" yarışı başlamıştı. "Lik nedir?" mi diyeceksiniz, gazoz kapağına lik denirdi kadının çocukluğunda, toplanıp biriktirilirdi ne işe yarayacaksa, garip bir oyun da oynanırdı galiba. Bir süre sonra anneler hışımla hepsini çöpe atardı ama "aramak" eyleminin heyecanı sanırım, hiç vazgeçilmezdi toplamaktan. Urkuş Sabahat'in misafir yiğeni de dahil bir grup çocuk daha fazla lik toplama telaşıyla otların arasında eşelenirken kadın ve yiğen aynı liki aynı anda görüverdiler. Eller aynı anda uzandı, kadının eli daha hızlıydı, lik onda kaldı. "İlk ben gördüm" diye bağırdı yiğen, "Hayır ben!" dedi kadın, sen gördün, ben gördüm derken yiğen kadının üstüne atladı. Kadın çocukken de kavga etmeyi bilmezdi, ancak sonu bir-iki gün süren küslükle bitecek hafif bir ağız dalaşı, o kadar. Örgülü saçına yapışan ele, yüzünü tırmıklamaya çalışan parmaklara hayretle baktı önce, yiğeni itip ağlayarak kaçmaya başladı, merdivenleri nefes nefese tırmanıp eve gitti. Anneanne evdeydi, torununu saçı-başı dağılmış gözyaşları içinde görünce "Ne olduuu?" diye feryadı koyuverdi. O ağlayarak anlatmaya çalışırken kapıda Urkuş Sabahat ve yiğen göründü. Urkuş Sabahat çıldırmış gibiydi, "Misafirimi dövmüş, anası-babası eşek demiş" diye bağırıyordu. İftiranın böylesi ama anneanne yer mi? Ellerini beline koyup Urkuş'la torunun arasına bir kale gibi dikildi, "Defol git çaşarat" dedi, "benim torunum ne adam döver, ne kötü söz söyler, sen önce yanındaki yoluk saçlıya terbiye ver". Anneanne sinirlenince sınır tanımazdı, hele de sözkonusu yakınlarını korumaksa, söylenmeye devam ediyordu ki Urkuş pes etti, yiğenin toruna yaptığını anneanne kendisine yapacak diye korktu zahir. "Çocuktur, olur" diyerek indi merdivenlerden. 

Ey sabahlık sen nelere kadirsin, kadına neler hatırlattın. Sabahlık demişken bir de "lizöz" vardı kadının "işe yaramayan giysiler" listesinde ilk sıralarda yer alan. "Robdöşambr" gibi Fransızca'dan geçme bir isim, doğum yapan kadınlara giydirilir. Her genç kızın çeyizinin olmazsa olmazıdır. Herkesin çocuk doğuracağına kesin gözle bakılır ne hikmetse, bu bir işe yaradığı çok ender görünen giysilerden de bir, bazen birkaç tane yapılır. Kadının da vardı, annesi ne rengini, ne şeklini ona danışmadan örmüştü bir tane; pembe, üstelik kolunun bacağının, yakasının nerede olduğu belirsiz bir garip model. Kadın doğum için hastaneye giderken tüm itirazlarına rağmen eklendi hastane çantasına bebek giysilerinin yanına. Orlondan örülmüş, kapkalın bu giysi Antalya'nın Temmuz sıcağında nasıl giyilecekti, bunu düşünen yok. Nitekim giyilmeyi bırak hastanede unutulup taburcu olundu. İlk ve son sabahlıktan sonra ilk ve son lizöz de tarihin karanlıklarında kayboldu...

Görsel: Buradan


15 yorum:

  1. Babamın üvey babaannesinin adı da Urkuş'tu, Ankara köylerinde Urguş deniliyor sanırım, Urguş Ebe bütün gün ahırın üzerindeki evinin camından bakardı. Benim de aklıma o geldi. Gidenlere rahmet olsun..

    Annemin lizöz'ü bende, ve o da pembe, pelerinimsi bir varlık; ama o gardrobumun derinliklerinde var olmaya devam ediyor :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sanırım urkuş adı Rukiye'den çevrilme, bir çeşit kısaltma gibi. Bizim urkuş da İzmir'li olduğunu söylerdi ama muhtemel ki Ankara köylerinden, Sabahat ise İzmirli ismi olsa gerek :))) Lizözler gerçekten varlık bence, gereksizliğin gereksinimi :)))

      Sil
  2. öğretmenim, çok severim böyle serbest çağrışımları :) benim de lise-üniversite yıllarımda annemin aldığı mavi kapitone bir sabahlığım vardı, sabahları erken kalkıp ders çalışırken giyerdim mutlaka. sonraları bir daha sabahlık kullanmadım. lizöz zamanı geldiğinde annem benim hanım hanımcık biri olmamdan ümidi kesmişti zaten, almadı şükürler olsun :)
    bir de tabii, torunu kahramanca savunan anneannenin ruhu şad olsun...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bana bazen böyle esiyorlar, kelimeler kendiliğinden dökülüp geliyor. Esasen benim bir de çeyizlik sabahlığım vardı pek havalı, pek süslü, tek bir kere giymedim inan ki, onu da lizöz gibi doğuma götürdük, unutmadık ama giymedim de :))) Anneannem torun savunurken sınır tanımazdı ama toruna kendi kızdıysa o zaman da sınır tanımazdı :))))

      Sil
  3. Ne sabahlığım ne lizözüm ne de urguşum oldu şu hayatta.. Eksikliğini hissettim şimdi :))))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Valla kuzum bir şey kaybetmiş sayılmazsın, hiç eksiklik hissetme, bizimki fazlalıktı zira :)))

      Sil
  4. benimde pembe lizözlerim hala duruyor hemde 2 tane:))

    YanıtlaSil
  5. Ah o pembe lizöz olmaz olur mu benim de vardı tabi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Pembe lizözlüler derneği kuralım en iyisi :)))

      Sil
  6. Robdöşambr, lizöz, sabahlık ve onların artık sadece anılarda kalan duruşları, varlıkları...
    Ne güzel hatırlamış ve yazmışsın Leylakcığım. .)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Birdenbire aklıma geliverdi, artık kullanılmayanlara bir selam çaktım :)))

      Sil
  7. Nasıl güzel akıp gitmiş... Elinize sağlık :)

    YanıtlaSil
  8. Lizöz nasıl bişeymiş diye googla a sormadan edemedim. :)
    İyi olmuş unutulduğu diye düşündüm. :)

    YanıtlaSil