İstanbul'daki son günümüz, saat 16.00'da trenimiz kalkacak ama bizde bu yarım günü bile boş geçirecek göz yok. Erkenden kalk, giyin, valizleri toparla, tabanvay, metro, vapur, hop Karaköy'deyiz. Hop dediysem de hop diye olmadı tabii ki ama artık yavaştan İstanbul düzenine ayak uydurduk. Karaköy'de bir süre ne yapsak diye düşünüyoruz, sonra Bankalar Caddesi'ne sapıp hem Salt Galata'yı, hem Osmanlı Bankası Müzesi'ni deniyoruz ama kader utansın, günlerden pazartesi ve müzeler kapalı. Aslında aklımızdaki belli, YKY'nin yeni binasını ve Akdeniz Heykeli'ni görmek önceliğimiz. Biz de bir kez daha Cevriye'yi kızdırmak pahasına Camondo merdivenlerini ve takip eden yokuşları tırmanıp Galata'ya ulaşıyoruz. İstanbul'a kadar gelmişken en sevdiğim kuleyle halleşmeden olmazdı. Fazla vaktimiz yok, uzaktan birbirimize göz kırpıyor ve İstiklal'e çıkıp devam ediyoruz. İstiklal içler acısı, söylüyorlardı da inanmıyordum, bu kadarını tahmin etmiyordum. Nasıl diyeyim ruhu gitmiş, büyüsü bozulmuş sanki. Yıllar sonra ilk kez İstanbul'a geldiğimde gözlerim yukarıda, binalara hayran hayran bakarak yürüyüşümü, senelerdir değişmeyen mağazalara bakışımı, Markiz'de "Mevsimler" panoları eşliğinde çay içişimi, kendimi Füruzan öykülerinde gibi hissedişimi hatırlıyorum, neredeyse ağlamaklı oluyorum. Geçtiğim cadde ruhsuz, pastaneden yemekçiye, oradan da hiçbir şeye evrilen Markiz ise ışığı sönmüş, kör kör bakıyor:
Neyse ki betona kesmiş, ağaçsız, çiçeksiz caddede tramvay bir renk olarak tekrar sefere başlamış, ona olsun seviniyoruz:
YKY binasına ulaşıyoruz sonunda, o da devasa bir hayal kırıklığı, çirkin, kocaman, beton bir bina. Yine de çöle dönmüş caddede bir sanat vahası diyerek giriyoruz içeriye. Güvenlik görevlisi genç çok kibar, merdiven görünce değişen yüzüme bakıp "Rahatsızsanız diğer girişte asansör var" diyor. Teşekkür edip o kapıya geçiyoruz ama buradaki görevliler aynı kibarlıkta değil, neredeyse dizimin röntgenini isteyecek arka desteki görevli genç kadın. Aldırmıyoruz, sonuçta derdimiz üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil. Sonunda şahane Akdeniz heykeli karşımızda, bu gerçekten olağanüstü bir sanat yapıtı:
Bir arkadaşım şöyle demişti: "Bunu Antalya'ya getirip Varyant'ın tepesine yerleştirsek ve Akdeniz'i kucaklasa". Aslında ne kadar doğru, tam oraya yakışan bir heykel ama bizim memlekette vandal çok, açıktan durunca neler olabilir tahmin etmek zor değil. En azından yeni mekanında korumalı, Akdeniz'i değilse de İstiklal'i kucaklıyor. Zaten İlhan Koman da heykel hakkında şunları söylemiş: "İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi. Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi, kucak açmayı bu adla anlatmak istedim". Ne iyi etmiş de istemiş.
Akdeniz heykeliyle kucaklaştıktan ve mekandaki sergileri gezdikten sonra anı kabilinden bir kitap alıp ayrılıyoruz YKY binasından. Bu defa ters yöne yürüyoruz. Yol üstünde St. Antuan Kilisesi'ne uğruyoruz hatırı kalmasın diye. Bu muhteşem yapının mimarisine hayranım, geçen yıl okuduğum kitabın kahramanlarından biri kilisenin iki yanındaki dairelerden birinde kirada oturuyordu. Aslında çok merak ediyorum o dairelerin içlerini, görmek isterdim. Sonuçta ben Doğan Apartmanı'nda bile kiralık daire gezmiş insanım :)
Sondan bir önceki kat hiç fena değil, kirası ne kadar acaba 😀
Kendim değil ama Cevriye biraz yorulup mızırdanmaya başlayınca hem yokuş inmemek, hem de nostalji olsun diye Tünel'e binmeye karar verdik. Canım Tünel, çok komik ve çok sevimli geliyor bana, bin ve 5 dakika sonra in 😀
Aslında niyetlerimizden biri de geçici binasındaki İstanbul Modern'e uğramaktı ama ne yazık ki zamanımız kısıtlıydı, işin ucunda treni kaçırıp İstanbul'da mahsur kalmak da vardı, caydık. Karaköy'de Gümrük Lokantası'na ayırdık son kalan vaktimizi. Şahane bir taş binadaki, çok güzel dekorasyonlu lokantada gayet lezzetli ve keyifli bir yemek yedik. Görevli genç kızla biraz Ara Güler'den bahsettik, Ara Cafe ile Gümrük Lokantasının işletmesi aynı kişideymiş, konu oradan açıldı.
Yemek sonrası Avrupa yakası ile vedalaşıp kendimizi vapura yerleştirdik. Gelirken iç salonda oturmuştuk ama bu artık İstanbullu olduğumuzdan değil rüzgardan ve serinlikten korunmak adına idi, dönüşte yabancı kimliğimiz ortaya çıktı ve güverteye yerleşip Tarihi Yarımada ile vedalaştık.
Canım İstanbul, bu gelişimde iyice çirkinleşmiş, betona kesmiş bulsam da seni yine de güzelsin, yine de efsunlusun, yine de çarpıcısın. Tekrar görüşmek dileğiyle hoşçakal. Burada olduğum sürece ilgilerini, dostluklarını eksik etmeyen tüm arkadaşlarıma bir kez daha teşekkür ederim...
Gene bekleriz canım :)
YanıtlaSilTüm geziyi okudum, Cevriye iyi dayanmış Nurşen Hocam:) Umarım iyidir şimdi.
YanıtlaSilFotoğraflar çok güzel tabii ama bu ziyaretinizde İstanbul'u iyice betona kesmiş bulmanız üzdü beni. Çünkü öyle, çünkü gerçek. Biz hep şikayet ediyoruz ama haklıyız, uzun süredir görmeyenlerin fikri önemli.
Harika olmuş. Bu yaz inşallah bir can arkadaşla detaylı İstanbul planlıyoruz. Çeşitli kitaplar ışığında gezi olacak. Bakalım :)
YanıtlaSilpek güzel anlatıyorsun, bir çok şeyi senden öğreniyorum gümrükle ara cafe işletmelerinin aynı olduğunu bilmiyordum, ama şaşırmadım aynı kategori ikisi de gitmekten çok keyif aldığım yerler. istanbula yine bekleriz 💕💕💕
YanıtlaSilAra Cafe'ye zaman zaman giderim ama Gümrük Lokantası' nı bilmiyordum.İlk fırsatta uğramaya çalışacam :)
YanıtlaSil