Sessizce akşam yemeği yiyoruz, görev yapar gibi. Dün yatarken aldığım allerji ilacı gece yetmemiş gibi gündüz de uyuttuğu için menüyü geçiştirmişim. Domates soslu makarna ve brokoli salatası var masada. Kocam çatalını bir brokoliye batırıp ağzına götürürken "bürükülü" diyerek bozuyor sessizliği. Cevap vermiyorum, bu aramızda uzun zamandır süregelen bir şaka. Yaptığı bir şeye çok kızıp hayatımızdan çıkardığımız bir arkadaşın bıraktığı hatıra. Birlikte yenen bir yemek sırasında garsondan brokoli isterken yanlış telaffuzunun ona olan kızgınlığımızla aklımıza iyice yerleşmiş olmasından ibaret esasında durum. Her brokoli yiyişimizle, her "bürükülü" deyişimizle onu cezalandırıyoruz adeta. Kocam bürükülüsünü yerken ben başka bir arkadaşı hatırlıyorum çağrışımla, sanki karşıma geçip gözlerinin içi gülerek, kendisine çok yakışan Denizli şivesiyle "bürükülü mü yiyon biladerim" diyor. İçimden bir selam gönderiyorum ona, gözüm brokoli kasesine takılıyor. Nar ekşili sosta yüzen brokoliler katledilmiş bir ormanı getiriyor aklıma. Bataklığın içinde yan yatmış onlarca kesilmiş ağaç. İştahım kaçıyor, kalkıyorum masadan. Tabağı çanağı bulaşık makinesine yerleştirip balkona çıkıyorum. Hava güzel ve temiz. Ay, son yılların en büyük dolunayına hazırlık çalışmaları içinde şişiniyor. Sokak gündüzün aksine sessiz ve tenha. Karşı apartmanın ilk katındaki dairenin pencerelerinden biri ışıklı, perdesiz. Plazma televizyonda oynaşan görüntüler yansıyor dışarıya. Balkonları karanlık ama gelen öksürük sesinden evin babasının orada oturduğunu anlıyorum. Nitekim az sonra çakılan çakmağın aydınlattığı yüzü beni yanıltmıyor. Ciğerlerini söken öksürüğe rağmen sigaraya devam.
Bu sabah yukarıda da bahsettiğim gibi ilacın verdiği sersemlikle yataktan kazıdım adeta kendimi. Bilgisayarı açtığımda tüm timeline Leonard Cohen'le doluydu. Gitmiş yine hayatı yaşanılır kılanlardan biri daha, huzurla uyusun, şarkılarında yaşasın. Uyurgezer gibi kahvaltı edip uyurgezer gibi dolanıyorum evin içinde. Temizlik yapmam gerek, hem canım çekmiyor, hem halim yok, "Boşver" diyor şeker patlatmaya koyuluyorum. Zor bir etaptayım, bir türlü ulaşamıyorum neticeye, atıyorum elimden tableti balkona çıkıyorum. Belediyenin minnak, fırçalı temizlik arabası giriyor sokağa o sırada. Giriyor girmesine de hiçbir apartmanın garajı olmadığı için tüm sokak karşılıklı park yerine dönüşmüş durumda, iki aracın arasından zor geçiyor otomobiller, temizlik aracı da zigzaglar çizerek güya temizliyor asfaltı. Küçükken annemin zorla toz bezini elime tutuşturup toz almamı isteği zamanlarda sehpaların üzerindeki eşyaları kaldırmaz etrafından dolanırdım, temizlik aracı da öyle yapıyor. Sonra karşıdan turuncu giysisiyle belediyenin temizlik elemanı görünüyor. Baba-oğul karşılaşması gibi bir görüntü gerçekleşiyor. Turunculu işçi süpürgesini kaldırıp aracı selamlıyor. Araç duruyor, sürücü kafasını uzatıyor yan camdan, "kalanları sen toparla" dediğini düşünüyorum. "Eyvallah" diyor ve sararsa da henüz çıplanmamış ağaçlardan düşmüş tek tük yaprağı gönülsüzce küreğine süpürüyor. Araç zigzaglar çizerek uzaklaşıyor ben de içeri girip yeni kitabımı elime alıyor, kanepeye seriliyorum: "Uçucu Kül/Monika Maron". Çok sürmüyor, kitap elimde eksik kalmış uykuya geçiyorum...
Ah o hayattan çıkıp giden ve hiç gitmez sandığımız arkadaşlar ve onlardan bize kalan kelimeler..
YanıtlaSilEtrafından dolanmak, hayatımın anlamı hahaha :)
YanıtlaSil