Sayfalar

30 Kasım 2014 Pazar

PUF


Görsel: Buradan

Öğleye kadar en önemli uğraşım buz kalıbına dönmüş ayaklarımı ısıtmaktı, ne yaptımsa muvaffak olamadım. O süreçte boş durmadım tabii ki, "Mr. Selfridge" dizisinin 1. sezon 3. ve 4. bölümlerini izledim, izlerken bir adet battaniye motifi ördüm, ortalıkta yayılmış duran kimi kitap ve broşürleri toparladım, portakal reçelinin ikinci aşamasına geçip yarım saat kendi suyunda kaynattım. Mutfak mis gibi koktu. Soğuduktan sonra buzdolabına kaldırdım tekrar ve akşama ne yemek yapacağımı düşünmeye başladım. Pazar günleri yemek işini çoğunlukla geçiştiriyoruz, sanırsın çalışıyoruz ama işte eski alışkanlık. Kısır mı yapsam diye geçiriyordum aklımdan ki iki haftadır kısır yediğimizi hatırladım, caydım. Derken kafamda "puf" diye bir ampul yandı ve "puf böreği" yapmaya karar verdim. Bu kararı verdiğim için puf böreğinde usta olduğumu sanmayın, hayatım boyunca bir kere yaptım onu da bir yemek kitabından bakarak ve komşudan oklava alarak yapmıştım, yarısını da oklavayı iade ederken komşuya götürmüştüm. Sözkonusu yemek kitabı yıllar içinde parçalanıp mefta olduğu için sanal aleme başvurdum. İnternette bulduğum onyüzmilyonbin tarif üç aşağı beş yukarı birbirinin aynıydı. Malzemeleri asgari müşterekte birleştirip bir liste yaptım. Evdeki yoğurt süzme, karbonat bayat, oklavaysa hâlâ yoktu. 2 kişilik hane halkının 2. bireyini markete yolladım süzme olmayan yoğurt ve bayat olmayan karbonat almak üzere. Oklava markette satılmadığı için evdeki merdaneyi görevlendirdim. Yakın zamana kadar o da yoktu ama yılbaşı kurabiyesi yapmak için bir tane edinmiştim Allahtan. Malzemeler gelince önce çayı ocağa koydum, sonra sıvı malzemeleri karıştırdım, başladım un eklemeye. Bu "aldığı kadar" savsaklaması sanırım tarifini paylaşmak istemeyen haris aşçılar tarafından uydurulmuş. Bir de "kulak memesi" var ki ayrı bir facia, parmaklarım hamurla kulağım arasında mekik dokudu..... dersem inanmayın tabii ki. Kaç zamanın mutfak kadınıyız yahu, kulak memesi kıvamını bilmez miyim hiç :) Yalnız tarif sanırım 10 çocuklu bir aile için verilmiş, ekle babam ekle hamur una doymadı. Paketin tamamını boşalttım içine, oldu bir küvet dolusu hamur, sonunda kulak memesine ulaştım. Sırtını pışpışlayıp "hadi canım sen biraz dinlen" diyerek iç malzemesini hazırlamaya başladım. Peynirle dereotunu karıştırıp "bu kadar tembellik yeter" dedim hamura ve tezgahı unlayıp açmaya başladım. Merdane oklavaya benzemiyor tabii ki, sık sık aksilik etti, kavga dövüş açabildim. Bu arada tezgahı, yerleri ve üstümü başımı un içinde bıraktığımdan hiç söz etmeyim iyisi mi :) Annem puf böreği yaptığında kenarı sivri bakır bir tencere kapağıyla keserdi tavaya atmadan önce. Annemi anmak için ben de asimetrik yapmaya karar verdim ama bakır tencere kapağı olmadığı için evdeki en sevdiğim alet olan pizza kesicisiyle kestim. Eğriş büğrüş şekiller çıkardım. Pişince yanyana getirip puzzle yaparım dedim. Sıra kızartmaya gelince farkettim ki market siparişi verirken riviera zeytinyağı da vermek lazımmış. Bir süredir evdeki yegane sıvı yağ sızma zeytinyağı çünkü. O kadar çatlak su kaçırmaz dedim ve başladım cozur cozur kızartmaya. Koca bir kase tepeleme dolunca hamurun bir kısmını buzluğa kaldırdım, zaten yorulmuştum. Artık beslenme saati başlasındı. 

Şu anda midemde dinlenmeye terkettiğim puf börekleri eşliğinde yazıyorum, uykumu getirdi kâfir. Hani öyle pek muhteşem olmamıştı ama idare ederdi. Not vermek gerekirse 10 üzerinden 7 verirdim öğretmen olarak. Sanırım hane halkının ikinci elemanı daha çok beğendi, o 7,5 dan 8 verebilir diye düşünüyorum :)

29 Kasım 2014 Cumartesi

ARS LONGA VİTA BREVİS*

Cumartesi akşamını buluverdik bile, nasıl geçiyor günler anlamıyorum. Güzel bir haftaydı, etkinlik açısından verimli, iklim açısından biraz üşütücü. 

Perşembe akşamı Antalya Piyano Festivali kapsamında Gürer Aykal'ın yönetimindeki Akdeniz Filarmoni Orkestrası'nın seslendirdiği, solistliğini Freddy Kempf'in yaptığı "Gershwin Gecesi"ndeydim. Şahane bir konserdi. Leonard Bernstein'den "Batı Yakası Hikayesi Süiti", Gershwin'den "Rapsody in Blue" ve "1. Piyano Konçertosu"nu dinledik.




Ve sonra bir günlük domestik bir ara verip yılbaşı için kahveli portakal likörü ve portakal reçeli ilk aşamasını hazırladım. Hep sanat, hep sanat nereye kadar değil mi :)

Bugün tekrar etkinliklerime geri döndüm, Opera sahnesinde "Paris'te Bir Gece" isimli opereti izlemeye gittim. Operet renkli, eğlenceli ve güzeldi. Yanımızda oturan izleyici hanımsa ilginç. Perde arasında arya söyleyip çıkışta da tüm Fransızca şarkıları anladığını belirtti. Zira İsviçre'ye gidip geliyormuş ve orada kulak aşinası oluyormuş, mesela "je" Fransızca "ben" demekmiş ve şarkılarda da çok fazla "je" geçmiş. Ben cahilliğime yanmaya giderken sizi operetten görüntülerle başbaşa bırakayım. Fotoğraflar ANTDOB'un Facebook sayfasından alıntıdır:





*Ars longa vita brevis: Sanat uzun, hayat kısa

28 Kasım 2014 Cuma

BULUTLAR NEREYE GİDER?

Bugün blogger arkadaşım Mavianne Antalya'daydı, buluştuk. Biz kahve eşliğinde sohbet ederken bulutlar da bize eşlik etti. Her şey çok güzeldi, Mavianne'ye "yine gel" diyor sizleri de bulut showa davet ediyorum:






27 Kasım 2014 Perşembe

VAKTİ GELDİ...

Bu sabah gözüm takvime ilişip de ayın 27 si olduğunu görünce "eh artık zamanıdır" dedim ve kahveli portakal likörü yapmak için kolları sıvadım. Bilenler bilir sevgili Beste'nin tarifiyle 4 yıldır yapıyoruz bu likörü ve bir de ritüel başlattık. Likörü yapanlar Beste'nin Naneleri'nde paylaşıp yılbaşından bir gün önce belirlediğimiz bir saatte, belirlediğimiz bir neden için ve ilaveten hepimizin sağlığına kadehlerimizi kaldırıyoruz. Öyle geleneksel hale geldi ki Tijen İnaltong YKY yayınlarından çıkan kitabı "Her Güne Bir Yemek" te bile yer verdi, hem likörün tarifine, hem bu ritüele.


Fotoğrafta yapım aşamalarını görüyorsunuz. İhtiyacınız olan şey portakal, votka, esmer ve beyaz şeker ile kavrulmuş kahve çekirdekleri. Güneş almayan bir yerde saklamak koşuluyla 3 ila 4 hafta sonra içime hazır hale geliyor. Ben 2 portakal ve 70 cl'lik votka ile yapıyorum. Önce portakalları (mumsuz olmasına dikkat edin) güzelce yıkıyoruz. Sivri uçlu bıçakla her bir portakala 40'ar tane delik açıyoruz. O deliklere kahve çekirdeklerini 2. fotoğraftaki gibi yerleştiriyoruz. Ağzı sıkı kapanabilen ve portakalın sığabileceği büyüklükte olan bir kavanozun dibine 2 çorba kaşığı beyaz şeker, üstüne de 2 çorba kaşığı esmer şeker koyuyoruz. Likörünüzü tatlı seviyorsanız şeker miktarını artırabilirsiniz. Ben ilk yapışta 100 er gramdan 200 gr. şeker koymuş ve çok tatlı olduğu için votka eklemek durumunda kalmıştım. 2 yıldır şekeri azalttım, yine de tedbir olarak şeker eridikten sonra tadına bakıyor az ise biraz daha ilave ediyorum. Portakalları şekerin üstüne koyduktan sonra üzerini kapatacak kadar votka döküyoruz. 2 kaşık kavrulmuş çekirdek kahveyi de ilave ederek ağzını sıkıca kapatıyor ve karanlık bir köşede dinlenmeye terkediyoruz. Ara sıra sallayıp şekerin erimesine yardımcı olabilirsiniz. Genellikle 3 haftada içime hazır hale geliyor ama 4 haftada tam kıvamını buluyor. İnce delikli süzgeçten süzüp ikrama hazır hale getiriyoruz. Kokusuna ve tadına bayılacaksınız, bilhassa kahve yanında şahane oluyor. Haydi durmayın, sıvayın kolları, yılbaşına yetişsin.

İlk yaptığım yıl bir de öykü uydurmuştum, eğer okumadıysanız onu da ekleyim:

"Sabah mutfaktan gelen seslerle uyandım, apar topar daldım içeri "ne oluyor?" diye. Baktım kahve taneleri neredeyse pankart açıp yürüyüş başlatmak üzereler. "Derdiniz ne sizin yahu?" dedim, "daha kargalar kahvaltısını etmeden çıngar çıkarmışsınız". İçlerinden en toraman olanı attı kendini ortaya, "Mutsuzuz" dedi, "doğduğumuz, büyüdüğümüz topraklardan koparılıp getirildik bu gurbet ellere, büyük büyük dedelerimizden beri size hizmet edip dururuz. Biraz daha düzgün hayat şartlarını hakediyoruz. Daracık, havasız, ışıksız bir hücreye kapattınız bizi, sıkış-tepiş geçiyor ömrümüz". Düşündüm, haksız sayılmazlar, ayrıca ben iyi bir işverenim, bana hizmet edenleri gözetirim. "Nedir arzunuz?" diye sordum, portakal bahçeleri içindeki bir toplu konutta birlikte yaşamak istediklerini belirttiler. İşi gücü bıraktım, 40 daireli bir apartmana yerleştirdim aynen söyledikleri gibi portakal kokan. "Oh, bu sorunu da çözdük" diye kahvaltımı etmeye gidiyordum ki yine çığrışmaya başladılar. "Şimdi ne oldu?" dedim, "Efkarlıyız apla" dediler, "vatan hasreti çekiyoruz, nerede o Kolombiya'nın mor sümbüllü bağları, kekik kokulu dağları", ardından da hep birlikte ağlamaya başladılar. Yüreğim elvermedi o vaziyette bırakmaya, "Yürüyün la dedim "düşün ardıma". Götürdüm bir meyhaneye salıverdim cümlesini. Alkolün içinde boğulsunlar, içip içip dağıtsınlar keratalar. Üç hafta sonra gidip sırtlar getiririm hepiciğini..."

25 Kasım 2014 Salı

ESKİDENDİ ÇOK ESKİDEN


 


Sabah en sevmediğim hava durumuna uyandım; yağmurlu, gri, soğuk ve nemli. Enerjim dibe vurdu, kendimi takacak bir şarj aletim de olmadığı için klimayı açıp internette gezinmeye başladım. Şimdi tam hatırlayamıyorum neydi beni alıp da bilgisayar başından Denizli'ye götüren. Bildiğim güneşli bir aydınlığın, çayır-çimen kokan bir bahar başlangıcının, okul yolundaki ısırgan otlu bahçenin ve Çallı İlkokulu'ndan taşan çocuk seslerinin gözümde, kulağımda ve burnumda geçit resmi yaptığı. Müthiş bir özlem duydum birdenbire, yıllar öncesinde kalmış o şehirde olmak istedim. 

Nikahtan hemen sonra yollanmıştık Denizli'ye; ev aramak için 2 günlük, ev yerleştirmek için 3 günlük ziyaretlerden sonra temelli geliyordum daha önceleri hayalini bile kurmadığım bu şehre. Ailelerimizin yaşadığı şehre yakınlığı ve sevdiğimiz bazı arkadaşların orada yaşıyor olması tercih sebebimiz olmuştu tayinimizi isterken. Aile evimden ilk kez ayrılıyordum, buruktum, şaşkındım, heyecanlıydım. Daha önce gelmiş ve 2 gün boyunca kiralık ev bulmak için taban tepmiştik, sonuç hüsrandı, elimiz boş geri dönmüştük. Sonra orada yaşayan arkadaşımızın annesi aracılığıyla bir ev bulunduğu haberi gelmişti, yerleştirmek için gittiğimizde gördüğüm ev kurduğum hayalleri şangur şungur etmişti. Almanyalı Pire Ahmet'in kendi zevkine uygun yaptırdığı apartmanın daireleri ne yazık ki benim zevkimle hiç uyuşmuyordu ama yapacak bir şey yoktu, çaresiz yerleşecektik. Orada geçirdiğim 1,5 yılın ilk aylarında hep başka bir eve taşınmak umuduyla yaşadım, sonra alıştım ve boşverdim, üstelik eni konu şirin bir hale getirmiştim. Ev şehir merkezine biraz uzak, küçük bir ara sokaktaydı, tek avantajı okula yürüme mesafesinde olmasıydı. Parlak bir yeşile boyalı duvarları, mavi marleylerle kaplanmış zemini ve salonun en görünür yerine yerleştirilmiş pembe yüklük dolabıyla ince bir zevkin ürünü olduğunu cırtlak bir sesle bağırıyordu. Yetmemiş gibi uzun bir tren vagonuna benzeyen ve sağa doğru keskin bir virajla dönen salon 2 adet kocaman camlı kapıyla üçe bölünmüştü. İlk işim camlı kapıları yerinden söküp salonu yekpare hale getirmek olmuştu. Adeta ikinci bir salon büyüklüğündeki mutfakta çeyiz sandığı kadar bir tezgah mevcuttu, geriye kalan boş alanda ne yapılması düşünülüyordu merak içindeydim. Küçük bir antreyle salondan yatak odası ve banyoya geçiliyordu. Dış kapıdan girilen küçük koridorda ise ortalık yerde bir lavabo, lavabonun yanından girilen bir tuvalet ve neye yaradığını çözemediğim 1 metrekarelik bir girinti vardı. sonra o girintinin önüne turunculu, desenli bir perde asmış ve odun depolamak için kullanmıştık. Aynı kumaştan lavaboya da bir büzgülü eteklik dikip çirkin görüntüsünü en azından sevimliye çevirmiştim.

Özene bezene aldığım eşyalarım bu renk curcunası kitsch ortamda fazla modern kalmıştı, evsahibi Hatçanım ve komşular arada merakla kapıdan başlarını uzatıyor, "O vitrini karşıyı goyun gaari, önkürdeeki halıyı nereyi serceeniz?" şeklinde önerilerde bulunuyorlardı. Alt kattaki komşu eli boş gelmemiş bir tabak domates getirmişti ki daha da o lezzette domates yemedim. Sonra evsahibiyle anlaşamayacak, ne kirayı arttıracak ne de evi tahliye edecekti. Evsahibimizse korkuç bir intikam alacaktı, teneke içinde suyla kardığı kurumları kadının bacasından aşağı boca edecek, hem kendi evini, hem kadının eşyalarını yağlı karaya bulayacaktı ama Allah var bir gün önce taş atarak denemiş, bacanın bana değil de alt kattaki komşuya ait olduğundan emin olmuştu, hakkını ödeyemem :)

Maceralı bir şekilde yerleştirdiğimiz evimize ve yepyeni bir şehre temelli gelmiştik artık. Henüz tayinim yapılmadığı için günlerimi aylaklık ederek geçiriyordum. Hayatımdaki her şey yeniydi; evim, eşyalarım, işim, çevrem, şehrim, arkadaşlarım ve hatta yaşam biçimim. Kalabalık, gürültülü, canlı bir büyük şehirden sakin bir taşra kentine gelmiştim. Sinema, tiyatro, konser ve hatta kitapçı bile yoktu, varsa da ben bilmiyordum. Henüz yürümeye başlamış bir çocuğun tedirginliğiyle şehrin sokaklarını arşınlıyor, küçük kardeşimi deli gibi özlüyor, yeni yaşantıma alışmaya çalışıyordum. Kendi büyük, tezgahı küçük mutfağımda hanım kızlar gibi yemekler deniyordum. Leman Cılızoğlu'nun yemek kitabı elimin uzantısı olmuştu, bugün sahip olduğum mutfak bilgimin çoğunu ona borçluyum, önünde saygıyla eğiliyorum. Sonra bir dert daha çıktı: soba. Asla ateş yakamayan bir insan evladıydım, çaktığım her kibrit tutuşturmadan sönmeye mahkumdu. Neyse ki bu zor görevi eşim üstlendi. Ama önce soba aldık, bize teklif edilen "Filiman maaaka, mobileli govulu zobu"ya paramız yetmediği için normal bir kovalı soba aldık. Satıcı tarif etti: "Bunu aacen, zabahtan govusunu bi doooduucen, bi yakcen, aaaşama gadaaa yancek gaari". Denizli kışları soğuk, kovayı doldurmak için kömür lazım, odun yetmez. İmdadımıza ev sahibi yetişti: "Bak biii, ben fazlı aaamışım kömüre, acııını size verem gaaari".Aman pek sevindik, hazır eve gelmiş kömür, taşıma derdi yok, bir kömürlükten ötekine aktarılacak sadece, hemen takdim ettik parasını taşıdık kömürü kendi kömürlüğümüze. Sıra geldi yakmaya, satıcının dediği gibi govuyu doodurduk, üstünü odunla çırayla besledik, kibriti çaktık. Yandı hakikaten, yanmaz olaydı. Govulu zobumuz bir tütsün bir tütsün, tütmekle kalmasın bir de aksın, o akan kurumlar boruların tam altında duran kitaplıktaki pek kıymetli kitaplarımı karalara boyasın, yerlere aksın, ortalık leş gibi koksun. Camları kapıları açıp dumanı çıkaracağız diye dışarının ayazını içeriye doldurarak eskisinden de daha soğuk hale getirmiştik evi. Sonradan anladık ki sobadan çıkan borular önce salonun bir duvarı boyunca uzayıp oradaki delikten yandaki yatak odasına giriyor ve bacaya ancak o odanın da bir duvarını aşarak ulaştığı için yoğuşarak akıyor. Boruların eklenti yerlerini deli bağlar gibi bağladık yanmaz malzemelerle, akmayı biraz önledik, lakin tütme devam. Sonra onu da anladık, uyanık ev sahibimiz kalitesiz cins kömürünü bize kakalamış, o kömür mutlaka tütme yapar ve iyi yanmazmış. İlk yılın acemiliğinden sonra ayılmıştık ama çektiğimiz çile yanımıza kar kalmıştı.

Bir süre sonra hem eve, hem şehre alışmış, şahane dostluklar kurmuştuk. Hâlâ unutamadığım öğrencilerim olmuştu, şehrin kodunu çözmüştüm, Şeytan Pazarı'nı ve onun rengarenk ortamını keşfetmiştim. Baharın şehre has kokusunu, nar ağaçlarını, bahçelerden deliler gibi sarkan leylakları, öğrencilerin ağaç dallarına örgü gibi sararak okula taşıdıkları Honaz kirazlarını, Kaklık'tan gelen ekmekleri, Çamlıktaki piknikleri, Delikliçınar'ı, hâldeki peynir kokusunu, dükkan kapılarından sarkan kuru patlıcanları, Babıdaaalılar İşhanı'nı, 2. Ticari Yol'u, dostlarla akşam oturmalarını, şenlikli sofraları, melodi gibi akıp giden Denizli şivesini ve hatta şekilsiz evimizle sokağımızı bile hayatımızın içine yerleştirmiştik. Ayrılmak çok zor olmuştu. O çirkin şehre nasıl da bağlanmıştık ve bir kez daha anlamıştık ki bir yeri güzel yapan güzel anılarmış. Şen olasın Denizli, kalbimde çok özel bir yerin var...

Not: Bir-iki okul fotoğrafı dışında o yıllardan tek bir fotoğrafım yok ve buna çok üzülürüm. Yazı mahzun kalmasın diye öğrencilerin kucak kucak taşıdıkları çok sevdiğim leylağı koyayım dedim, esbab-ı mucibesi budur yani...

24 Kasım 2014 Pazartesi

SEVGİLİ ÖĞRETMENİME

 


Madem bugün Öğretmenler Günü ben de öğrenim hayatımda en büyük izi bırakan kişiye, ilkokul öğretmenim Firdevs Özgen'e "İmza: Ben" kitabında yazdığım mektubu ekleyeyim:

***

"O Eylül günü annemle birlikte sınıfın kapısından içeri girip sizi gördüğümde hayatımda bu kadar önemli bir yer tutacağınızı asla tahmin edemezdim. “Dünyanın en büyük küçük mucizesi çok gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır. Büyük mucizelerse yalnız kutsal kitaplarda bulunur” cümlelerini okuyacaktım yıllar sonra Buket Uzuner’in “Şiir’in Kız kardeşi Öykü” kitabında. Kitabın kapağını kapatıp gözlerimi duvarın boşluğuna çevirmiş ve o Eylül gününü anımsamıştım. Evet, benim küçük mucizem 60 yaşlarında, seyrek saçlı, demode giyimli, sıradan bir kadındı. Okulun, çoğunun saçları sarıya boyalı, göz makyajları kuyruklu, sivri topuklu pabuçlar ve şık döpiyesler giyen kadın öğretmenler topluluğu içerisinde göze bile çarpmazdınız Firdevs öğretmenim; öyle sade, öyle gösterişsizdiniz. Lakin içinizdeki cevheri fark edebilmek için süslü kılıflara ihtiyaç yoktu, sınıfınızda birkaç gün geçirmek yeterli olmuştu. Annem beni tahtası kararmış sıralardan birine, babamın arkadaşının kızı Feyza’nın yanına oturtup Feyza’nın annesiyle birlikte bahçeye inmişti. Merakla bakıyordum etrafıma, hoşuma gitmişti okul ortamı. İçine kapanık bir tek çocuktan sınıfın Çalıkuşu’nu yaratmanıza henüz vakit vardı, ilk derste sadece isimlerimizi sormakla yetinmiştiniz. Beş saati arka arkaya kâh şarkı söyleyip kâh şiir okuyarak geçirip dağıldığımızda annem hâlâ bahçede, Feyza’nın annesince esir alınmış bir şekilde bekliyordu. Eve birlikte dönmüştük ve ben ertesi günü iple çekmiştim tekrar okula gidebilmek için. Annem götürmüştü yine ama bu defa Feyza’nın annesine görünmemek için hemen geri dönmüştü. Ben bir hafta sonra kendi başıma gidip geliyordum okula ve Feyza ya da annesi sizin sadeliğinizden pek hoşlanmamış olsa gerek o şık öğretmenlerden birinin sınıfına naklolmuştu. Bilselerdi ki onların da 1. Sınıf yaşındaki çocukları Firdevs öğretmenin sınıfında eğitim hayatlarını sürdüreceklerdi 5 yıl boyunca.
Çok çabuk öğrendik okumayı ama diğerlerinin aksine kırmızı kurdele takmadınız yakamıza, yılsonunda okuma bayramı yapıp kurbağa kılığına falan da girmedik. Hiçbir 23 Nisan geçit törenine tek bir öğrenci alınmadı sınıfınızdan, hiçbirimiz de bunu dert etmedik. Bir nevi izole edilmiştik sanki, kendi bayramımızı kendi aramızda kutladık, okuma öğrenince bize dağıttığınız hikâye kitaplarıyla ödüllendirildik, oynana oynana sakıza dönmüş rontların yerine kimselerin bilmediği şarkılar öğrettiniz. Utangaç gülümsemelerle söyledik yalnız bizim sınıfın bildiği “Biz Şen Köylüleriz” türküsünün “Kızlar kızlar kızlar, candan hoş kızlar/Gözleri can dolu gönlü hoş kızlar” bölümünü. Ve hâlâ müthiş bir keyifle ve ince bir hüzünle söylerim bugüne kadar kimselerden duymadığım “Gece” şarkısını:
“Gün battı masmavi bir sis, sardı dağları gizlice
Her taraf inlerken sessiz, indi karanlık gece
Artık ışıklar yanıyor, uzak belirsiz evlerde
Rüya gören sahillerde periler oynuyor”

Yalnızca şarkılar değildi ayrıcalığımız, biz tarihi de herkesten farklı yöntemlerle öğreniyorduk. Rumeli çocuğuydunuz, 10 yaşındayken bizzat yaşadığınız Balkan Savaşı’nı anılarınızdan dinledik, Kız Muallim Mektebi’nde Reşat Nuri Güntekin’in öğrencisi olmanızın farkıyla sevdirdiniz bize Türk Edebiyatını. Çalıkuşu’nu sınıfta okuduktan sonra “Çalıkuşu” oldu takma adım, her Çarşamba bir ders ayırdığınız için bunca bağlandım şiire. Hiç katı disiplin görmedik biz, sıra aralarında dolaştık, derste bağıra çağıra konuştuk, kimseye bir fiske bile vurmadınız; ne yaramaz Ahmet’e, ne tembel İrfan’a. Annesi köyde olduğu için babasıyla okulun bodrum katındaki küçücük bir odada kalan müstahdemin oğlu, sınıf arkadaşımız sarı Süleyman’ı da aynı içtenlikle kucakladınız, öğretmen arkadaşlarınızın öğrenciniz olan bakımlı, özenli çocuklarını da.
Hâlâ sizin öğrettiğiniz yöntemle yaparım limonatayı, hâlâ sizden öğrendiğim atasözlerini kullanırım. Öğretmenimiz değil yakınımızdınız sanki; gülerek hatırlarım her zaman, musluklardan akan klorlu suyu içemezdiniz, bir şişeniz vardı memba suyuyla dolu. Bizim için kutsaldı adeta, eve götürüp doldurmak için yarışırdık. Uzun uğraşlardan sonra ele geçirmiştim 5 yılda bir kere. Heyecanla eve götürmüş ve o anda bizde olan komşumuz Faruk abiye yakalanmıştım. Şişeyi ve ne için eve getirildiğini öğrenince düşmüştüm diline. “Firdevs’in şişesi” takmıştı adını ve yıllar boyu diline pelesenk etmişti, “notlarının neden iyi olduğunu biliyorum, Firdevs’e şişeyle su taşıdığın için” diye dalga geçerdi benimle. Oysa ben ne mutlu olmuştum öğretmenime su götüreceğim için ve bir türlü anlayamamış, kızıp durmuştum çok sevdiğim Faruk abinin şakasına.
Mezuniyet sınavında da bizim sınıf farkını göstermişti, herkes okul şarkıları hazırlarken biz bağıra çağıra “Bugün bize hoş geldiniz erenler” türküsünü söylemiş, Aile Bilgisi sınavı için de yukarıda bahsettiğim limonatayı hazırlayıp diğer öğretmenlere sunmuştuk. Sizi son görüşüm okulun son günü olacaktı. Yaş haddinden emeklilik dilekçenizi vermiş ve hep orada yaşama hayali kurduğunuz İstanbul’a yerleşmiştiniz bile biz diplomalarımızı Atatürk’e benzeyen müdürümüzün elinden alırken. Bir tek o zaman kırıldım sevgili öğretmenim size, diploma töreninde yalnız bıraktığınız için. Sonraları peşinize çok düştüm ama ulaşamadım. Şimdi başka bir âlemdesiniz; sevgim, minnetim ve özlemim oralara ulaşıyordur umarım. İyi ki benim öğretmenim oldunuz, huzurla uyuyun…

Çalıkuşunuz"

Tüm öğretmenlerin Öğretmenler Günü kutlu olsun...

21 Kasım 2014 Cuma

BUZZZDOLABISI


Uzun zamandır bize sadakatle hizmet veren buzdolabımız aksırmaya, öksürmeye ve hatta çişini kaçırmaya başlayınca emekliye ayırmaya karar verdik. Birkaç arayıştan sonra uygun bulduğumuz bir model ve markayı dün internetten sipariş ettik. Akabinde gelen maille dolabın bugün teslim edileceği ve ardından da servisin gelip gerekli işlemi yapacağı bildirildi. Pek inanmadım ne yalan söyleyim, su içinde 2-3 günü bulacağını hatta araya hafta sonu gireceği için daha da uzayacağını düşündüm. Sabah kalktığımda cep telefonumda bulduğum mesaj da teslimatın bugün yapılacağını teyit ediyordu. E haydi hayırlısı dedim, bundan iyisi Şam'da kayısı. Ve fekat bir sorun vardı ki yeni buzdolabı gelince bizim emektarı ne yapacaktık. Katlayıp bir kenara koyma, dolabın içine tıkma, yatak altına itekleme gibi bir şans olmadığı için belediyenin sosyal yardım bölümünü aradım. Önümüzdeki hafta içinde gelip alabileceklerini söylediler. "Aman ha" dedim "etmeyin eylemeyin, ben o kadar zaman nerelerde saklayım o devasa nesneyi, haydi yapın bir kıyak, alın bugün şu lenduhayı". Sanırım iyi günlerindeydiler, "tamam" dediler, "öğleden sonra uğrayıp alalım madem". Adresi verip  sevinerek kapadım telefonu. Nasılsa daha vakit var, içindekiler bozulmasın, gelmelerine yakın boşaltırım diyerek bilgisayarın başına oturup bloglararası gezintimi yapıyordum ki zil çaldı. Aman tanrım o da ne? Daha 15 dakika olmamıştı ki ekip gelmiş dolabı almaya. Gelenlerden özür dileyip panikle boşalttım dolabı, aldılar götürdüler bizim emektarı. Yer-gök dolaptan çıkan ıvır zıvırla doldu, buzluktakileri acele komşuya ilettim, henüz erimemiş buz kalıplarını yemek tenceresinin etrafına sardım, yenisinin yolunu gözlemeye başladım. Derken tekrar zil çaldı, baktım kapıda Horoz Nakliyat'ın kamyonu duruyor, içinde bizim yeni gözde. Bu Horoz Nakliyat'ın ismine de pek gülerim, nereden icap ettiyse bu isim. Neyse iki görevli çıkardılar yukarıya dolabı, ayaklarına galoşlar giyerek benden olumlu puan aldılar, sonra "bu dolap bu kapıdan geçmiyor, kuyruğunu doğrultmak gerek" diyince puanın yarısını kırdım. Eşek değiliz yani, koca dolabı çıkardılar diye bir şey düşünecektik zaten, bunlar ağızlarıyla istediler. Neyse gelin hanımın yüzgörümlüğünü sağdıçlarına takdim edip aldık içeri. Mutfağın ortasına dış ambalajını açıp koydular ve "zinhar kapağını açmayın" deyip gittiler. Sanırsın Alaattin'in lambası, açınca cin dışarı kaçacak. Yine de söz dinledik elleşmedik servis gelene kadar. Bir saat sonra telefonum çaldı, kibar bir ses müsaitsek servis işlemi için teşrif edeceğini söyledi. "Buyursunlar buyursunlar pek bir müsaitiz" dedik, on dakika geçmeden kapı da çaldı ve kıvırcık saçlarının üstü tepeden seyrelmeye başlamış ama alt kısmı omuzlarına kadar inen gençten bir eleman buyurdu. Galoşlarını giydi, bu defa olumlu puan vermedim şımarmasın diye. Birkaç ayar yaptı, dolabın kapağını açmamış olmamızla dalgasını geçti, garanti süresini uzatma teklifi yaptı. Biz kabul etmedik, o ısrar etti. Biz hayır dedik, o yine ısrar etti, sonuçta biz galip geldik. "Bozulsun da görürsünüz gününüzü" demeye getirip gitti. Kaldık yeni dolabımızla başbaşa. Karşılıklı geçip birbirimizi süzdük, biz onu beğendik, o bizi nasıl buldu anlayamadık. Yeni gelin ya biraz mahzun, sesi çıkmadı. Sarmısak misalı kırk gün sonra çıkmaz inşallah kokusu. Hasılı bugüne kadar hiç denk gelmediğim bir hız ve yolundalıkla hallettik dolap işini. Umarım sağlıkla kullanırız. Bugünlük bu kadar efenim. Elektrikli aletlerinizin uzun süre hizmet etmesi dileğiyle kalın sağlıcakla...

20 Kasım 2014 Perşembe

YAPRAK SARMASI


Bugün Antalya neredeyse uçup göğe yükselecekti; yağmur, fırtına, dolu ne varsa yere indi. Şimdi biraz sakinledi ama hala yağmaya devam ediyor. Ben de bir tencere yaprak sardım ve şu aşağıdakini yazdım, iyi okumalar:

"Anneanne sabah namazını aceleyle kıldıktan sonra seccadeyi katlayıp annenin odasına yöneldi, yavaşça seslendi: “Nermiiin?”. İçerden cevap gelmedi, tekrar seslendi, “Kalkın gayrı uşaak, sarma yapacaz dedik ya akşamdan, ne yatıp durursunuz. Aş da zabaan, iş de zabaan, öğlen oldu”. Anne uykulu gözlerle kapıda göründü, “acelen ne ya, rüyanda mı gördün?” dedi esneyerek. “He, rüyamda gördüm, size kalsa akşamı buluruz”. Anne söylenerek çay koymaya giderken anneanne tesbihini alıp koltuğuna kuruldu: “Allahüekber, allahüekber…”
Kahvaltıdan sonra anneanne tekmil vermeye başlamıştı bile: “Hadi sufra bezini serin, pirinci ayıtlan, maedunuzu yıkan, yaprakları ısladınız mıydı, süzüp getirin. Soğan nirde?”. Anne bir yandan istenenleri getirirken bir yandan kendi kendine konuşuyordu, “bunları ben getireceksem, sarmayı sen mi yapmış olacaksın?” Anneanneyse yine çorap lastiklerini dizlerinin altına indirmiş, sağ bacağını uzatmış, sol ayağını altına alıp sofra bezini üstüne çekerek işe koyulmuştu bile. Büyük bakır tepsiye pirinci ve kıymayı koydu, ardından soğanları soymaya başladı. Soğan soyarken tek gözünü kapatıyor, dilini de ağzının kenarından dışarı çıkarıyordu. İş yaparken alamet-i farikasıydı dilinin dışarıda olması, seslendi sonra: “Bulgur da getirin gıı, daha nezzetli olur”. Malzemeler tamamlanıp iç karıldıktan sonra sıra en önemli işleme gelmişti, yaprakların sarılması. Küçük kız sofra bezinin yanına ilişti, ilk sarmalar tencereye yerleşirken kedi gibi beklemeye geçmişti. Anneanne makine gibi sarıyordu, küçük parmak inceliğinde ve boyunda, asker gibi sıralanmaya başlamıştı sarmalar. Sol bileğini lastik kordonlu saatin, sağ bileğini üç altın bileziğin sıktığı elleri aralıksız çalışıyordu. Küçük kız uygun bir anı kollayıp tencerenin içine uzandığında eline inen şamarla irkildi: “Çiğ yime, karnında kurt olur.”. “Öf be anane, ne kurdu ya, bi tadına bakacam, bi tane nooolur”. “Sardıklarıma elleme, yaprak al, iç koy ye”. “Ama öyle tadı çıkmaz ki, bi tane noolur”. En kötü sarılmışlardan birini uzattı anneanne, “babanızın uşağı var burada, ben sarayım siz yudun, kak bana su getir, dıllanıp durma”. Kıkırdayarak mutfağa yöneldi küçük kız, suyu verirken bir sarma daha koparırdı belki.
Anneannenin “karnında kurt olur” çeşitlemeleri vardı. Sarmayı çiğ yersen karnında kurt olur, peyniri ekmeksiz yersen karnında kurt olur, pastırmayı çok yersen karnında kurt olur, ham meyve yersen karnında kurt olur. “Katık et” derdi, “katık et, ekmeksiz yime”. Oysa küçük kız ekmek yemeyi sevmiyordu, çiğ sarmaya bayılıyordu, hem meyveler için deli oluyordu ama anneanne zabıta gibi başındaydı, ona çaktırmadan yapmak gerekiyordu bunları. Anneanne yoklukla büyümüştü, ardı ardına savaşlardan çıkmış bir nesildendi, idareli kullanmayı öğrenmişti, savrukluğa yer yoktu hayatında. “Yılan bile toprağı gıdayla yalar” baş lafıydı. Çok yiyene kızardı ama çok yemeyi de severdi. Sofraya çağrıldı mı nazlanır, “canım istemiyor” diyerek oturur, sonra da hakkını verirdi önüne ne konursa. Gülümsedi küçük kız, anneannenin dalgın bir anını kolladı, bir sarma daha aşırıp kahkahalar atarak odasına kaçtı.
Tencere ağzına kadar sarmayla dolmuştu, eserine gururla baktı anneanne, oflayarak doğruldu sonra, “belim ağrımış uşaaak” dedi. Tencere elinde mutfağa yürüdü. “Ne örtelim bunların ağzına, bir kapak ver” dedi anneye. Sonra ellerini yıkamak için lavaboya yöneldi. “Yarın da topak köfte mi yapsak ki?” diye kendi kendine söyleniyordu sabuna uzanırken…"



19 Kasım 2014 Çarşamba

DÜNDEN, BUGÜNDEN

Dün zorunlu birkaç şey almak için alışveriş merkezine gitmek durumunda kaldım. Her zaman gittiğim, eve yakın, küçük çaplı ve neyin nerede olduğunu gayet iyi bildiğim için tercih ettiğim bir mekan burası. İçeri girdiğim anda yılbaşının yaklaştığını anladım ama parmak hesabı yaptığımda daha 1,5 ay olduğunu tesbit ettim, bu acele niye ki?


Pek yaldızlı, pek sarışın bir süsleme tercih etmiş konunun yetkilileri, sevmedim. Sonra Zara'ya girdim, bir sürü giysiyi elden geçirdim, mavi bir elbiseyi üstümde denedim hatta, 23 Nisan gösterisine gelmiş Romen ekibine benzediğim için acilen çıkardım. Baktım Zara'dan bana fayda yok, Oysho'ya girdim, Oysho'dan hiç fayda yok esasen de kendim için bir şey istiyorsam namerdim, hediye aldım oradan. Madame Coco, Karaca ve Bernardo'yu da teftiş ettim, ilk ikisinden elim boş, sonuncudan bir başka hediye ile çıktım. Bunca yer gezip kendimi hiç sebeplendirmediğim için mahzun oldum ve teselli bâbında D&R'ya daldım. Daha önce "Kestane Kıranında Kadınlar" ve "Elli Yıl Sonra Kül" isimli kitaplarını okuyup sevdiğim Tahir Musa Ceylan'dan "Kızböcekleri"ni, Behçet Necatigil'in kızı Ayşe Sarısayın'dan da "Ansızın Günbatımı"nı alıp kendime mansiyon ödülü verdim. Ayşe Sarısayın'la Füruzan adına düzenlenen Öykü Günleri'nde tanışmıştım, çok zarif bir hanım. Biraz sohbet edip "Yorgun Anılar Zamanı" isimli öykülerini imzalatmıştım. Bu seferki bir roman bakalım nasıl bulacağım. Yeterince alışveriş yaptığıma kanaat edince ayrıldım AVM'den, dışarı çıkınca yeni yılın daha çok geldiğini gördüm ama artık kabak tadı veren 4 yıllık kardan adamlarla gelmişti. Hayatlarına biraz değişiklik katsalar iyi olacak:


Bugüne gelirsek hemen hemen öğleye kadar karşı apartmandaki ağaç kesme faaliyetini izledim. Karşımızdaki apartman tek bir kişiye ait, ilginç bir adam sahibi. Hemen her yıl apartmana ya bakım ya da köklü bir değişiklik yaptırır. Kiracılarını genellikle çocuksuz ailelerden ya da dul hanımlardan seçer. Dört katlı binada sadece kendinin kullandığı bir asansör vardır. Yılda toplasan 3-5 kez bindiği bir otomobil parmaklıkla çevrilmiş küçük bahçede durur ve her hafta bütün sokağı sele vererek karısı tarafından gıcır gıcır yıkanır. Yıkama esnasında kadın kocasına seslenmek isterse "Aloooo" diye avazı çıktığı kadar bağırır. Hasılı ilginç bir ailedirler. Hafta başından beri apartmanın yan tarafına dikilmiş zeytinleri topluyorlardı. Bugün yine zeytinlerin dibinde bir faaliyet yapmaktaydılar, önce topraklarını kabarttıklarını düşündüm ama işin aslı öyle değilmiş. Her zeytinin dibinde boylu boslu birer turunç ağacı dikiliydi, o kadar güzeldiler ki zeytinler gölgede kalıyordu onların yanında. Ama gözden çıkarılmışlar ne yazık ki, balkona çıktığımda her ikisi de boylu boyunca yerde yatıyorlardı. Mücevher gibi ışıldayan turunçlar yerlere saçılıp patlamış, dallar ağaçlar bir yana yayılmıştı. Zeytinler ferahladı ama ben pek üzüldüm. Her balkona çıkışımda o turunçlara bakıp neşelenirdim. Az evvel gördüm, çöp konteynerinin yanına üzerindeki meyvelerle atıvermişler.  İçimden bir veda selamı çakıp bir hışımla kargoya gittim yine. Geçen defa sıkı bir tartışma yaşadığım kargo şubesine hem de. Normal şartlarda hiç işim olmazdı ama ne yazık ki D&R internet şubesi o kargoyla çalışıyor. Bu defa işi garantiye almak için adrese teslim yerine şubede teslim istedim. Lakin bekle bekle ses çıkmadı, siteye girip baktığımda kitapların ayın 15'inde yollandığını farkettim. Cinim tepeme çıktı tabii ki, artık özellikle yaptıklarını düşünüyorum, haberim olmasa geri gidecek. Yine bağırışlı çağırışlı bir teslimatla kitaplarıma kavuştum ama bu işin sonu nereye varacak bilmiyorum. Bu kadar gerginliğe sebep olan kitapları merak ediyorsanız sayayım: "Kemal/Gül Sunal", "Süleyman'ın Kuyuları/Hesna Odabaşı", "Yetim Kalacak Küçük Şeyler/Oya Baydar" ve bu yıl Ursula Le Guin okumaları planladığım için "Yerdeniz Büyücüsü 1". Okunacaklar kulesi giderek yükseliyor, kolay gelsin bana...

Not: Peki yazıyı tamamlayıp twitteri açtığımda Ayşe Sarısayın'ın fotoğrafıyla birlikte "Ansızın Günbatımı"nın tanıtımına ve Ursula Le Guin'den bir alıntıya ardarda rastlamama ne dersiniz, "hissikablelvukû" mu acep :)

17 Kasım 2014 Pazartesi

HAFTA SONU

Kasımı ortaladık bile, günler nasıl akıyor anlamıyorum. Biraz durgunluk var bu ara, pek evden çıkmıyorum. Zaman bilgisayar başı, kitap, günlük bir battaniye motifi ve gündelik ev işleri rutininde geçiyor. Üç gündür yağan yağmur hızını alıp Pazar sabahı güneşle uyanınca artık dışarı çıkma vakti gelmiştir dedik, gecikmiş bir kahvaltının ardından sokağa attık kendimizi. Rotamızı Atatürk Parkı'ndan başlattık ama anladık ki Pazar günleri burada yürüyüş yapmak pek akıllıca değil. Parkın girişinde koca koca otopark alanları mevcutken birkaç adım atarlarsa incileri dökülecek halkımız tank boyutundaki cipleriyle illa parkın içindeki yürüyüş yollarını da işgal etmek zorundaydılar. Karşıdan gelen araçlara yol vermekten köşe kapmaca oynadık adeta. Hem bu araç sahiplerini, hem de araçlara içeri giriş izni veren yetkilileri buradan kınıyorum. Onların da çok umuruydu :)

Sonuçta "Falez Parkımız canımız, feda olsun adımlarımız" diyerek her zamanki parkurumuza yöneldik. Manzara olağanüstüydü, Beydağları günün her saatinde ayrı bir güzelliğe gebe.


Parka girdik girmesine de bir tuhaflık vardı, her zamanki yürüyüş patikasının iki yanı kazılmış ve parktan ayırmak için lükstrünler dikilmeye başlanmış. Esbab-ı mucibesi nedir anlayamadım ama umarım hayırlı bir iş içindir. Parkı yandaki otelden ayıran duvara sarılmış Amerikan asmaları artık kızarmaya başlamış, sonbaharın en sevdiğim görüntülerinden biridir.


Girişteki kedi barınağı nedeniyle tombalaklaşmış kedileri arkamızda bırakıp yürümeye devam ettik. Bir tanesinin renkleri şahaneydi, üstüne adeta ressam paleti dökülmüştü. ama çok ürkekti, tüm uğraşılarıma rağmen fotoğrafını çekmeyi başaramadım, kaçıp saklandı. Yeni gelmiş muhtemelen zira diğerleri gönüllü modellik yapmaya pek teşnedir. 

Yorulduğumuzu farkedince cafelerden birine girip kumkuatların yanında bir masaya yerleştik ve kahvelerimizi höpürdettik. 



Tepemizdeki ağaçtan boş bir kuş yuvası sallanıyordu. Balkondaki kumruları buraya mı getirsem, yuvayı bizim eve mi götürsem karar veremedim. Sonra baktım bizim tombul kumrular daha girişte sıkışıp kalır, caydım. Varsın serçeler sebeplensin.


Kahveleri bitirip yürüyüşe devam ederken eski bir arkadaşa rastladık, birlikte yürüyüp üstüne bir de çay içerek sohbeti ve günlük geziyi sonlandırırken güneş de dağların ardından şahane bir görüntüyle batıyordu:


Gece biraz diz ağrısı çeksem de değdi doğrusu...

14 Kasım 2014 Cuma

YAĞMUR-TÜRKÜ-ZEYTİN VS.

Bu sabah çamur gibi bir havaya beynimde dönen şu türkü ile uyandım:

"Taksi geldi düt dedi
Annem çabuk git dedi
Baktım dünürler indi
Beybabam küçük dedi
Gitmeyeceeeem
Yap yarim askerliğini
Bekleyeceeeem"

Türküyü en son dinlediğimde ortaokulda falandım herhalde, beynimin kıvrımları arasına yerleşip pusu kurmuş, fırlamak için uykuda olduğum bir anı bekliyormuş. Canım yurdumun canım halk ozanları, hangi itici güç sebep oldu da türkünün içine "düt" eklediniz yahu, yazlık popçu mayası varmış bu arkadaşta, geleceği gören bir tipmiş sanırsam. Bir de böyle abukumsu bir türkümüz daha vardır, onu da epeydir dinlememiştim, geçen çocuklar buradayken radyo kanalları kurcalaması esnasında denk geldi. Ben biliyordum da çocuklar gülmekten yarıldı, gidene kadar terennüm ettiler o hisli sözleri:

"Çömüdümüdümüdümü çömüdüm yar 
Çömüdümüdümüdümü çömüdüm yar
Derdiiiinden çürüdüm yar
Derdiiiinden çürüdüm yar"

Çömüdüm ne yav, ne anlama geliyor. Derdinden çürürken çömütmek gerekiyor galiba, çömütmek ne peki, çömelmek gibi bir şey mi? Ayh yağmurlu sabah zaten ruhum körelmiş, bir de çömütmenin felsefesiyle uğraşmayım, taksi gelsin düt desin daha eğlenceli :)


Zeytin üzerine bunca söylem dönerken ben de bu sabah ilk kez yeni mahsul zeytinimin tadına baktım. 15 gün önce bahçeden toplayıp kırdığımız zeytinleri 2 gün önce tuzlamıştık. Bugün çıkarıp yağ ve limon ilavesiyle kahvaltıda ekmeğime ve Zeren'in zeytinle ilgili yazısına katık ettim. Yazıyı okumak isterseniz burada. Zeytin bilgedir, zeytin kutsaldır, zeytin şifadır, o yıllandıkça biçimlenen gövdesiyle doğanın şekillendirdiği heykeldir. Sofralarımızdan ve hayatımızdan eksik olmasın...

Kalın sağlıcakla, bizim gökyüzü karanlık ama gününüz aydınlık olsun...


13 Kasım 2014 Perşembe

SEVGİ KUŞUN KANADINDA


Bir süredir her sabah mutfakta bir kuş tüyü buluyorum. Balkondan eksik olmayan kumrulardan kopup içeri giren bir tüy. Bunca yıl yuva yapıp yavrularının dünyaya gelişine mekan olduğumuz için teşekkür mü, pek göz diktikleri klimanın üstünü kabarcıklı naylonla besleyip yerleşmelerini engellediğimiz için sitem mi bilemedim. Bir mesajı olduğu kesin. Ben iyiye yorayım, Coşkun Demir'in şarkısındaki gibi, belki "Sevgi kuşun kanadında"dır...



12 Kasım 2014 Çarşamba

ORDAN BURDAN


Bir tembellik var bu ara üstümde, zorunluluk dışında evden çıktığım nadir. Dün saçımı boyatmaya gittim misal. Hep söylüyorum ve kullandığım şampuanların gübre etkili olduğuna inanıyorum artık, bir insan evladının saçı üç haftada 1,5-2 santim uzar mı? Kafaya zarar, keseye zarar. Lakin Gülriz Sururi gibi tepeme minik bir topuzcuk yapamayacağım için beyaz çizgiyi yoketmek için mecbur boyatıyorum. Allahtan kalender kuaförlerim var, boyamı yanımda götürüyorum hesaplı bir fiyata boyuyorlar. "Hocam hocam" diye etrafımda da pervaneler ayrıca, memnunum kendilerinden. Saçıma boyayı sürüp beni kilden oyulma yarım bir büste benzettikten sonra onlar diğer müşterilerle meşgul olurken ben kitabımı okudum. Cahide Birgül'den "Geceye Uyananlar"ı okuyorum, aslında daha önce okumuştum ama aradan geçen 10 yılda pek fazla hatırlamadığım ve Aralık ayında Bibliyomanyaklar'da ayın kitabı seçtiğimiz için ikinci kez okumam gerekti. Şikayetim yok, Cahide Birgül'ü çok severim, tüm kitaplarını okudum. Son kitabı "Eflatun Koza"yı yayınladıktan çok kısa bir süre sonra genç yaşta kaybettik. Böylece ruhuna bir selam uçurmuş da olacağız. Kitabı okurken bir yandan da duvardaki ekrandan konsepte uygun olarak kuaförler arasında düzenlenen yarışmayı izledim gözucuyla. Sanırım aynı saatlerde geliyorum, geçen gelişimde de aynı program vardı TV'de. Ben gündüz zinhar TV açmayan biri olduğum için böyle programları ancak orda burda görüyor ve hayretten hayrete düşüyorum. İncecik bir kuaför hanım sanki kombinezonunun giyip gelmişti programa. Boynuna taktığı ilginç kolyenin yüzölçümü ise sanırım bluzundan daha fazlaydı. Kavgalı dövüşlü bir saç kesimi ve yapımı söz konusu oldu, sonu ne oldu bilmiyorum, beni o sırada saçlarımı yıkamak için içeri çağırdılar. Beyaz çizgim çikolata kahveye dönüştükten ve tırnaklarım törpülenip ojelendikten sonra kızlara eyvallah deyip ayrıldım oradan. Sıra kesime gelmişti. Evet anladığınız gibi boyayı ayrı yerde, kesimi ayrı yerde yaptırıyorum. Ve hatta pedikür mekanım da farklı. İkinci kuaförüm eski okulumun yanında, o yıllardan tanışıyoruz, yine "hocam" diyerek karşılandım. İstediğim kesimi yaptırdım, biraz sohbet ettim ve çıktım kuaförden. Lakin iki adım atar atmaz ayağımı feci şekilde burktum. Son anda yere düşmekten kurtuldum ama bileğim de ağrımadı desem yalan olur. Ucuz kurtulduğuma sevinerek evime yollandım.

Bugünse bir arkadaş ziyareti yapmak amacıyla yola çıktım. Normal şartlarda 10 dakikada bir gelen otobüs için neredeyse 20 dakikaya yakın güneş altında bekledim. Kasım güneşinden ne olacak demeyin, burası Antalya, ciddi anlamda ter döktüm. Sonunda otobüs geldi ama tıklım tıklım, bir kenara da ben tıkıldım. Tıkıldığım noktada iki kişinin parasını şoföre iletip, bir kişinin de kartını makineden geçirdim, işe yaradım yani. Neyse az gittik uz gittik, bir durakta yolcu indirmek için durduk ama kalkamadık. Niye, çünkü arkadan gelen otobüs arıza yapmış, onun yolcularını almak için bekledik. 5 dakika da bu şekilde bekledik, sonra diğer yolcular gelip onlar da aramıza tıkıldı. Tıkıla tıkıla bir süre gittik, sonra AVM karşısındaki durakta epey telefat verip hafifledik. O arada şoförün arkasındaki ikili koltuğun pencere kenarı boşaldı. Koridorda iri çantası ve yerdeki poşeti ile oturan kadından yana kaymasını rica ettim. Yüzüme ters ters bakıp "inecem ben, sen geç" dedi. Sanırsın ben inmeyeceğim, şoförle mesai bitene kadar ring yapacağım. Kadının kucağına oturmamak için epey gayret sarfedip geçtim pencere yanına. Kadına küstüm, kafamı pencereye çevirdim, onun umuru oldu mu bilmem :) Neden sonra kendi durağıma geldiğimde "inecem ben" diyen kadın hala inmemiş çantası ve poşetiyle oturmaya devam ediyordu. Tekrar bir engelli ve zorlu geçiş harekatından sonra kendimi dışarı attım. Oh be, dünya varmış...

Bugün de böyle geçti sevgili takipçilerim. Fotoğraf mı, alakasız. Apartmanın önündeki balkona kadar ulaşan çınarın yaprağı. Severim kendisini, şuracıkta dursun dedim...

7 Kasım 2014 Cuma

ELMA AĞACININ ALTINDA, HEYYA HEYYA HEY...


Bir mektup için zarf arıyordum. Malum günümüzde mektup yazmak nadirattan olduğu için zarf da her daim el altında olan bir şey değil. O çekmece, bu dolap derken birinden bir tomar zarfla birlikte Ali Baba ve Kırk Haramiler'in hazinesi çıktı. Koca bir dosya dolusu dipte köşede unutulmuş eski fotoğraf. Çekmeceyi bile kapatmadan çöktüm başına. Bir kısmı bildiğim fotoğraflardı, bir kısmı ise tamamen unuttuğum, hatta hiç görmediğim çok eskilerden kalanlar. Aşağıdakini görünce ise bindim zaman makinesine ışınlandım dedemin bahçesine:


Fotoğraftakiler annem ve ilkokul bir ya da ikideki ben. Zamanlardan bir yaz, mekanlardan Ulukışla yakınlarında, E5 karayolu üstünde dönümlerce uzanan yemyeşil bir bahçe. Dedemle babaannem her sene yaz başında kışlık evi kapatıp bahçeye göçer, havalar soğuyana kadar orada geçirirlerdi yazı. Yaz tatilinde Adana otobüsüne biner, bahçenin hizasına gelince E5 karayolunda iner, mısır ve ayçiçeği tarlalarının arasından geçerek iğde çalısından çitlerle çevrilmiş bahçeye ulaşırdık. Çoğu zaman en baştaki tarladan koparılmış koca kafalı bir devramber-İç Anadolu'da ayçiçeğine devramber de denir-sütlü taneleriyle bahçe kapısına kadar eşlik ederdi. Kapıda babaaanem karşılardı bizi ve değişmeyen şu tekerlemeyi söyleyerek kucaklardı beni:
"Sası susu sarımsak
Sas avradın kuzusu
Gülgülü teveğin yaprağı
Gül yiğidin yavrusu"

"Sas avrat" lafı anneme pek iyi bir şey söylenmediği duygusuyla kafamı karıştırsa da annemin aldırmaz gülüşüyle bunun bir şaka olduğunu anlardım. Aynı tekerlemenin farkı versiyonu halamın çocukları geldiğinde de tekrar edilir, bu defa "gül yiğit" "gül hanım"la, sas avrat "sas herif"le yer değiştirirdi :) Valizleri bırakıp iki katlı kerpiç evin tam önünde yükselen kocaman dut ağacının altına yerleşir, yorgunluk giderirdik sonra. Uçsuz bucaksız bir bahçeydi, her çeşit meyvenin yanısıra kocaman bir üzüm bağı ve hemen bitişiğinde bir bostan vardı. Dedem ağaçlara isim verirdi, fidanını büyük teyzemin eşinden aldığı eriğin adı "İzzet Bey eriğiydi" mesela, benim ağacımsa kocaman, ekşi, sulu bir elma ağacıydı. En çok bağdaki koruklara dadanırdım ben, ekşi olmayan meyvelerle işim yoktu. Gitiğimizde kuzenlerim yoksa çok sıkılırdım aslında, içine kapanık, sakin bir tek çocuktum. Bağ bahçe ve düş gücüm bile yalnızlığımı gideremezdi. Hele elektriği ve akar suyu olmayan bahçeye gece çöktüğünde korkularımla başbaşa kalırdım. Gaz lambasının titrek ışığı yatmak için kullanılan üst kattaki odanın kireç badanalı duvarında iri gölgeler oluşturur, kendisine tahsis edilmiş kocaman karyolasında uyuyan dedemin horultusu gölgelere dublaj yapar korkumu arttırırdı. Uzaktaki E5 karayolundan geçen taşıtların seslerini dinleye dinleye sızardım sonunda. Gündüzleri ise annemin öğle uykusu işkencesine maruz bırakılırdım. Onlar aşağıda çay içip sohbet ederken ben geceki odaya bu defa öğle uykusuna gönderilirdim. Tamam gündüzleri korkmazdım ama bu defa da karasinek derdi vardı, vızıltılı bir konser eşliğinde yüzüme kapattığım tülbendin ardından uyumaya çalışırdım. 

Bahçede koruk terletmesinden sonra yemeyi en sevdiğim şey babaannemin kuruması için evin damına serdiği kayısılardı. Ne tazeyken ne de tam kurumuşken ağzıma sürmezdim. Benim sevdiğim "bört" dediğimiz yarı kurumuş olanlardı. Güneşin rengini ve sıcaklığını içmiş, marmelat kıvamındaki kayısıları uzaktaki karayolundan geçen araçları seyrederken birer birer götürürdüm dama oturup. Asıl şenlikli olansa babaannemin gönlünü edip "nohut ütmesi" yaptırmaktı. Çalı çırpıyla ufak bir ateş yakar, taze nohutları demet demet bu ateşin üstüne atar, yumuşayınca hapur hupur yerdik. Mis gibi kokardı ortalık. Eğer yaz tatilimiz kuzenlerle çakıştıysa daha eğlenceli geçerdi günler. Komşu bahçenin eşeğine binip yakındaki köye gider, kapının önünden akan arıkta kağıt kayıklar yüzdürür, çamurdan fırınlar yapar, akşama kadar deliler gibi oynardık. Arada kavga ettiğimiz de olurdu tabii, çok kızdırdıkları bir gün benden hiç umulmayan bir şey yapmış, yaşıtım olan erkek kuzenimin alnında fırlattığım kırmızı takunyamla okkalı bir şişlik oluşturmuştum.

Nasıl geçti yıllar inanmak gelmiyor insanın içinden. Babaannemin beklenmedik ölümünden sonra bahçenin eski tadı kalmadı, dedemin ölümünden sonraysa o güzelim ağaçların tamamı sökülüp tarlaya dönüştürüldü. Seyrek de olsa bir seyahat nedeniyle yolum oradan geçse uzaktan sadece evin önündeki dut ağacının göründüğü o mekana gözüm kayar, burnumun direğinde ince bir sızı hissederim. Murathan Mungan'ın dediği gibi:

"Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.

Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti..."

6 Kasım 2014 Perşembe

GÜNDELİK HAYATTAN VIR VIR VIR...

Sabah güne çok sevinerek başladım. Çünkü mail kutumda Tchibo'dan bir ileti vardı ve başlığı "Sayın Leylak Dalı, Bu habere çok sevineceksiniz" şeklinde idi. E adamlar değer verip göndermişler, onları mı kıracağım, ben bir sevin, bir sevin, dünyayı unuttum sevinçten. Neden sonra aklım başıma gelip de mesajı açtığımda sevindiğim şeyin pijama, iç çamaşırı ve spor ürünlerinin Tchibo'da artık sürekli olarak bulunacağı olduğunu öğrendim. O kadar çok sevinmiştim ki tekrar sevinmeye üşendim, zaten her üçünden de bir kere bile almışlığım yoktu, niye sevindim onu da anlayamadım :)

Dün durakta otobüs beklerken yanıma turist bir karı-koca (ya da ben öyle düşündüm) yanaştı, erkek olanı "du yu şpik ingliş" dedi. En nemrut halimle "no" dedim. Aldırmadı, "hiir iz bas steyşın" dedi. "yes" dedim. "Lara?" dedi, bi daha "yes" dedim ve bu kadar akıcı İngilizce konuşabildiğim için kendimi tebrik ettim. Sonra otobüs geldi, otobüsün levhasında Lara yazıyordu, karı koca otobüse koştular, ne hikmetse binmeyip şoföre bir kez daha "Lara?" diye sormak için beklediler. Yer mi Anadolu çocuğu levhada "Lara" yazarken onay için tekrar sorulmasını, bunları almadan gitti. Tekrar yanıma geldiklerinde baktım kadının sapında oldukça abartılı süsler olan güneş gözlüğünün camının sol üstünde "Gucci" yazıyor ama yetmemiş olacak ki camın tam ortasında bir de "Gucci" yazan irice, şeffaf etiket yapışık. Kadın kıyıp çıkartamamış, eh alan var alamayan var, şan olsun. Dünyayı "ICCUG" yazan bir perspektiften görüyor olmak da tercih sebebi olabilir tabii ki, bana ne. Hem zaten otobüsüm geldi bindim, muhtemelen sora sora Bağdat'ı bulmuşlardır.


Bu aralar benim blog ve Face dostları arasında granny square motifleri örmek fena yaygın. Her gün biri tığladığı motifleri koyup imrendiriyor. Kaç kez çekmece dolap karıştırdım birkaç sap ip bulmak için ama yok. Evde ne kadar yün, orlon varsa çıkarmışım elden, şaşıp yanılıp örer de carpal tunnel sendromdan muzdarip ellerimin uyuşmasını tekrar azdırırım diye. Ama Allah sizi inandırsın onlar ördükçe adeta aşerdim. Zira pek severdim örgü örmeyi. Sonunda dayanamadım, "ülen" dedim, "git al birkaç çile yün, ha ellerin ve sabrın izin verir de örersen biter, örmezsen de bırakırsın dağınık kalır".  Hem kırk yılın başı TV'de bir program, bilgisayarda bir film izleyecek oluyorum, el boş gönül hoş izlemekten sıkılıyorum, o arada attırırım iki motif, varsın üç senede bitsin. Biterse battaniye olur, bitmezse de yarım kalan işler koleksiyonunda yerini alır.

Antalya'da hava halen pek güzel, pastırma yazı bütün görkemiyle hükmünü sürdürüyor. Birazdan çıkacağım ama önce zeytinyağlı biber dolması yapmam gerek izninizle, haydi battaniye örenleriniz çok olsun...

 

3 Kasım 2014 Pazartesi

UNUTMAYIM DA FISILDAMA


Aslında daha gitmeden tahmin ediyordum film hakkında ne düşüneceğimi. Çok övülen, sansasyonu olan filmler bende hep hayal kırıklığı yaratır. Sanırım beklentiyi yüksek tutmaktan kaynaklı bir durum bu. Yine de Çağan Irmak filmidir diye gitmeye kararlıydım-hala "Babam ve Oğlum"a gönül bağım devam ediyor, sanırım o sebeple-bugün fırsat yaratıp yola düştüm. Filmi salonunda izleyeceğim AVM 3 yıl öncesinden kalma yılbaşı süslerini depodan çıkarıp bahçeye dizmeye başlamış. Bu yıl yılbaşı erken gelecek galiba, 2 ay önceden bu ne acele ise. Hem o tombalak kardan adamlardan bıktık, tozlanıp kirlenmişler de, bir dekor yenilemesi yapsalar fena olmayacak. 

Biletimi aldım ve seans vakti gelene kadar hemen yan taraftaki mecburcu D&R'a girdim. İnci Aral'ın son kitabı "Kendi Gecesinde" ve "II. Dünya Harbi Gölgesinde Ankara 1939-1945" isimli Prof.Dr.Enis Kortan'ın hazırladığı açıklamalı bir fotoğraf kitabını aldım, ee memleket aşkı :)

Sonra film başladı, tamam renkli, yer yer eğlenceli, bol müzikli, hoş mekanlı idi ama ikinci yarıda bir ara "bitse de gitsek" diye düşünmedim desem yalan olur. Çağan Irmak klişelerinin tamamı mevcuttu, işin içinde bir alzheimer vakası olmasına rağmen ne kalbe dokundu, ne hüzün verdi. Ne ağladım ne de güldüm. Barbra Streisand'ın bazı benzer sahneleri olan "Bir Yıldız Doğuyor" filminde anıra anıra ağlamıştım oysa. Bu film bence bir Hümeyra güzellemesi idi, benim çıkardığım sonuç bu. Farah Abdullah'a lafım yok, 70'ler şarkıcısı olmak çok yakışmıştı, bazı şarkıları kendinin söylediği düşünülürse ses performansı da güzeldi ve o yılın kıyafetleriyle su gibi görünüyordu. Mehmet Günsür'ün o kuyruklu bir piyanonun tuşları gibi kocaman ve olağanüstü gülüşü bile filme bayılmamı sağlayamadı. Benim için vasat olmaktan öteye gidemedi, vakit varsa izlenir ama izlemesem de "vah vah kaçırdım" demeyeceğim türdendi. Çağan Irmak'ın çok daha iyi filmlerini izlemiştim açıkcası. Ne diyeyim Allah yolunu açık etsin, filmi sevenler de kusura bakmasın, zevkler ve renkler tartışılmaz.

Ben şimdi gidip Downton Abbey'in 5. sezon 6. bölümünü izleyim en iyisi...