Her şey "İstanbul Ansiklopedisi" dizisiyle başladı. Kendi adıma konuşacak olursam çok iyi bir diziydi, bunu da belirtip asıl konuya geçeyim. Birkaç bölüm izlemiştim ki blogdaşım sevgili Şule'nin yazısını okudum. Diziden etkilenip bir "İstanbul Alfabesi" yapmış kendi yaşadıklarınca. Fena halde ilham aldım ve ben de bir "Ankara Alfabesi" yapmaya karar verdim. Turistik amaçlı değil, kişisel bir alfabe bu, benim Ankara'mın, bende iz bırakan Ankara'nın, bazılarının artık olmadığı Ankara'nın alfabesi. Bazı harfleri es geçtiğim oldu, zira o harfle başlayan bir Ankara yok benim için, bakalım olanlar neymiş;
-A/AKMAN: Yeme-içme konusunda son derece mızmız bir çocuktum ben, severek yediğim şeyler çok sınırlıydı, bunun hep böyle devam edeceğini sanırdım ama heyhat. Yaş ilerledikçe yemediğim şeyler sınırlı hale geldi. Bu mızmız çocuklukta itirazsız içtiğim ve çok sevdiğim bir şey vardı: Boza. Ankara'nın soğuk kış gecelerinde "Booooza!" diye bağırarak, ellerinde güğümleriyle geçen bozacılardan içmişliğim de vardı ama benim için boza Akman'da üretilenlerdi. Yalnızca bir boza markası değildi Akman, geçmişi uzun yıllara dayanan ünlü bir pastane idi. Sosisli sandviçi ve vişneli pastası da indimde bozası kadar makbul bir pastane. Ulus İş Hanı'nın iki avlusundan birindeydi yeri, yılların izini taşıyan tezgahları, masa ve sandalyeleri, fıskiyesinde güvercinlerin dem çektiği minik havuzu ile kendine has bir yapısı vardı. Ne zaman o çarşıya alışverişe gidilse uğranır, bir bardak boza içilirdi. Yıllar geçti, yakın bir yerde olan okulumdan ne zaman fırsat bulsak oraya kaçtım arkadaşımla, Ankara'ya her geliş gidişimde fırsat yaratıp uğradım, Ulus olmazsa Kızılay'daki şubesine. Annemle ölümünden önce son kez oturduğumuz mekandı. Titreyen elleriyle çaktırmadan hesabı ödemek için cüzdanını arayışı hala gözümün önünde. Artık ikisi de yok, annem de, Akman da. Annem erkenden gitti, isteyerek gitmediğini biliyorum ama Akman niye gitti işte onu bilmiyorum...
-C/CENGİZ SOKAK: Neyse ki hâlâ yerinde, hatta o sokağı bunca sevmeme sebep olan evimiz bile duruyor. Sadece bir yıl oturduk o sokaktaki küçücük evde. Çekirdek aile olarak birarada olabildiğimiz ilk evdi, kutu gibiydi, o zamanlar gözüme cangıl gibi görünen minicik bahçesinde ne oyunlar oynadım. İlkokula orada başladım, ilk kitaplarımı orada okudum, aklımın erdiği ilk çocuk hastalığını orada geçirdim, okuldan eve ilk kez tek başıma dönerken o sokakta kayboldum. Hep özlemle hatırlayacağım mekanların başında gelecek...
-D/DOST KİTABEVİ: İlk heceyi söktüğümden beri okumayı çok sevdim. O yüzden hafızamda kayıtlı pek çok kitapçı vardır. Kanarya, FujiYama, Karakedi, Sipahi, Bilgi, Hat, İmge, Arkadaş, Barış, Gençlik, İletişim, Dünya vs. Lakin bir tanesi vardır ki bunların hepsini sollayıp ilk sıraya yerleşebilir: Dost Kitabevi. Ankara'nın simgelerinden biridir. Henüz kredi kartları piyasada yokken, internet alışverişi diye bir şey bilmezken, 6 taksit yaparak bizleri ihya etmişti. Konur Sokak'taki şube unutulmazımdır. Artık sadece Karanfil Sokak'ta olsa da kapıdan içeri evinize girer gibi girersiniz her daim.
-E/EVKAF APARTMANI: Ankara'nın en güzel binalarından biri olmakla kalmayıp zamanında içinde yaşayanları kadar şu anda misafir ettiği kurumlar açısından da vazgeçilmezimdir. Ömrümün ilk tiyatro oyununu bu binada izledim. Devlet Tiyatroları'nın merkezidir kendisi ve içinde Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosu olmak üzere iki salon barındırır. Küçük Tiyatro işlevi dışında mimari yapısıyla da görmelere değerdir. Peri "Tinker Bell"in "Çınçın Zil" olarak Türkçeleştirildiği "Peter Pan" oyununu izlediğim bu salon çocuk yaşımda girdi kalbime ve hala oradaki yerini muhafaza ediyor.
-F/FLAMİNGO PASTANESİ: İnce uzun salonunda oturup ilk kestaneli pastamı yediğimde Bulvar'ın üstündeydi pastane. Yıllar sonra kızkardeşimle birlikte sahibiyle bir söyleşi gerçekleştireceğimizden de haliyle haberim yoktu. Tunalı Hilmi Caddesi'ne taşınıp en çok Kavaklıdere sakini 80+ hanımefendilere hizmet verdiği yıllardan kapanana kadar kalitesinden zerre ödün vermedi. Duvarlarını bakırdan yapılma flamingo rölyeflerinin süslediği vanilya kokulu salon artık yok, yerinde sıradan bir dönerci acele karın doyuran insanlara hizmet veriyor. Önünden her geçişimde de içim acıyor.
-G/GENÇLİK PARKI: Babam akşam eve gelip de "Hazırlanın, yarın Gençlik Parkı'na gideceğiz" dediği andan itibaren dünyanın değilse de Ankara'nın en mutlu çocuğu ben olurdum diyebilirim. Pideler yaptırılır, domatesler, salatalıklar yıkanıp hazırlanır, akşam serinliğine karşı hırkalar hazır edilir ve vakit ikindiyi geçince yola düşülürdü. Şimdilerde metro inşaatına kurban gitmiş Ulus kapısından girip iki yanı at kestanesi ağaçlarıyla süslü yoldan yürümeye başladık mı kalbim çarpmaya başlardı heyecandan. Bazen babamı sıkıştırır yol üstündeki Sağlık Müzesi'ne girmek isterdim. İşin tuhafı hem ister, hem de ürkerdim. Zira orada formollü kavanoz içinde bir cenin de sergilenmekte idi, korkuturdu beni ama illa ki girelim diye ısrar ederdim. Babam iyi günündeyse kırmaz, çoğu zaman da pek yüz vermezdi. "Şişman'ın Dondurmacısı"nın önünden geçerdik ama istemezdim, zira Maraş dondurması sevmezdim. Sadece Şişman'a bakmak için birkaç saniye duraklardım. Genellikle Recep Özgen çay bahçelerinden birine girer, örtüleri kırmızı-beyaz kareli masalardan birine yerleşir, semaver isterdik. Lunapark içindeki tercih edilmişse değmeyindi keyfime, zira sonrasında Lunapark'taki oyuncaklara binerdim. Bazen babam sandal kiralar, suni gölde bizi gezdirirdi ama annemle ben babamın sandalı devireceğinden korkar bir an önce kıyıya dönmek isterdik. Sonraları nikah salonuna çevrilen Göl Gazinosu çıkışlarında da bir tur atmadan ayrılmadık Gençlik Parkı'ndan. Günün birinde o salonda kendimin de nikahının kıyılacağını bilmiyordum tabii ki. Zamanla park özelliğini yitirdi, bakımsızlaştı, girilmez bir mekan oldu. Neyse ki bir-iki yıldır eski hali olmasa da yine de derlendi toparlandı, nikah salonu bile tekrar faaliyete geçti.
Alttaki iki heykeli eski Ankaralılar bilir, bu heykeller parkın girişinden başlayan su kaskatlarının bittiği yerde karşılıklı olarak yer almaktaydılar, parkın simgesi gibiydiler. Parkın bakımsız kaldığı sürecin sonunda devrin bld. başkanı Gökçek tarafından yapılan yenilime sonrası heykeller kaldırıldı, şimdi neredeler meçhul.Tıpkı bir zamanlar Tandoğan Meydanı'ndaki Su Perileri heykeli gibi. O da uzun süre yok olduktan sonra belediye depolarının birinde bulunup Cermodern'in bahçesine yerleştirilmişti.
Malumunuz ben başladım mı konuşuyorsam çeneme, yazıyorsam klavyeme söz geçiremem uzar gider. O yüzden devamı gelecek postta diyeyim, sizleri de fazla yormayayım...
Ankara'ya aslında çok uzak olmayan biz tıfıllar için de Dost Kitapevi fenomendir, sonuçta yeni yetmeler olarak bahanemizdi, sözde şehrimizde olmayan kitapları almak için evdekileri ayartır gece 12 otobüsü ile gider, gün içinde bir de Ankara keyfi yapar yine gece 12 otobüsü ile dönerdik Ulusoy'la... Elbette Akman ve tabii ki Gençlik Parkı, başta tren olmak üzere yine parkta Ankara döneri keyfi elbette:)
YanıtlaSilSelam Ankara anıları bitmez kaleminize sağlık ben de başladım Ankara yazılarına kaleminize sağlık.
YanıtlaSilYaaa ne güzel olmuş bu yazı. Ben ömrünümün çoğunu "sevmiyorum Ankara'yı" diyerek geçirmiş biriyim. Sonrasında evrenin bana verdiği en güzel derslerden biriyle yani Ankara'da yaşayan bir eşle birlikte sevmeye başladığım bu şehri sizin kaleminizden okumak şahane. Ellerinize sağlık öğretmenim. Bir de Flamingo pastanesini ben de çok severdim tahmin edebileceğiniz üzere. Evimizin prensesini tiyatro kursuna bırakıp, milföy pasta yemeye giderdik oraya...Ne güzeldi.
YanıtlaSilBu Ankara Alfabesi yazıları çok güzel oluyor, eline sağlık. Ne anılar neler... :))
YanıtlaSil