.

.
.

5 Eylül 2020 Cumartesi

5 EYLÜL (EVLER EVLER)


Ankara'daki vaka artışları beni sokaktan iyice alıkoyarken evde tavana bakma süremi de arttırdı. Bu tavan seanslarından birinde bu eve Eylül ayında taşındığımızı hatırladım ve bunca yılın sonunda bir kutlama yazısını hak eder o zaman, hem de benim ve evin kişisel tarihine bir not düşmüş oluruz dedim. 

Liseyi bitirmiştim, üniversite sınav sonuçlarını bekliyordum, ev de 2 yıldır benim liseyi bitirmemi ve taşınmamızı bekliyordu. Ramazan o yıl Eylül'e denk gelmişti, ben dahil ailecek oruçluyduk. Eşyaları getiren kamyonun şoför mahallindeki yolculuk bitip de indiğimizde ilk gözüme çarpan yan binanın alt katındaki kebapçı vitrini olmuştu. Camekanda muhtelif yazılar vardı: "Kıymalı pide", "Kuşbaşılı pide", "Kaşarlı pide", "Lahmacun" ve hiç sevmememe rağmen tepsi tepsi baklavalar. O anki acıkma duygumu hala hatırlarım. Ankara'nın 60'lı yıllar mimarisine ve soba ile ısınmaya göre planlanmış bir evdi yeni evimiz. At koştur denilecek tarzda bir salon buzlu camlı kırma kapılarla güya ikiye ayrılmıştı. Bu buzlu camlı, kırma tabir edilen kapılardan uzun süre kurtulamayacaktım, zira evlenip gittiğim Denizli'de mecburiyetten tuttuğumuz evde bir değil iki tane camlı kapı vardı. O kırma kapılar yaz gelince çıkarılıp bir kenara konur kış gelince ısınma sorunundan dolayı tekrar takılıp sıkı sıkı kapatılır, koca salonun loş ve karanlık bir bölümüne mahkum olurduk, tâ ki doğal gaz gelip de kat kaloriferine geçene kadar. O yıllarda Ankara'da hava kirliliği had safhada idi, bulunduğumuz semt  çukurda kaldığı için kirlilik çok daha fazla hissedilirdi. Balkona çamaşır asmak mümkün olmadığı için camekanla kapanan bölümü çamaşır kurutma yeri olarak kullanırdık kış boyu ve hatırlarım sabah donmuş olarak alırdık çoğunu, Ankara ayazı o yıllarda daha bir yakıcı imiş. 

Evi kısa sürede yerleştirmiştik ama alışma sürecimiz o denli kısa olmayacaktı. Komşuların aile gibi olduğu, adeta komün hayatı yaşadığımız bir yerden taşınmıştık buraya. Annem yeni evine, yeni eşyalarına rağmen çok mutsuzdu, her fırsatta ağlıyordu. Üç yaşındaki kardeşimse taşındığımız apartmanın yegane küçük çocuğuydu ve 24 dairenin tamamı tarafından bir prenses muamelesi görürdü. Onca ilgiden sonra tahtından edilmiş Prenses Süreyya'ya dönmüştü ve annem ağladıkça o da eteğine yapışıp "Kendi evimize gidelim" diye gözyaşlarıyla katkıda bulunurdu. Sanırım hayatından memnun olan bir ben vardım, salonda her akşam kendime yatak yapmaktan, kalabalık içinde ders çalışmaktan, kafam atınca sığınacağım bir mekan aramaktan kurtulmuştum. Virginia Woolf gibi "kendine ait bir oda"m vardı artık. Onlar ağlayadursun ben odamı dekore etmekle, kitaplığımı yerleştirmekle meşguldum. Ayçiçeği desenli perdeler dikmiştim balkona açılan pencerelere, her sabah neşeyle uyanıyordum. Yanımızdaki eski görünüşlü apartman kendisine Aptulla Efendi, karısına da Aptulla Teyze dediğimiz huysuz, cimri, pasaklı bir adama aitti. Odamın pencereleri Aptulla Efendi'nin kendi oturduğu dairenin mutfak balkonuna bakıyordu. Balkon demek ne derece doğruydu bilmiyorum, isten rengi kararmış, paslanmış eski eşyaların depolandığı bir nevi ardiye idi, mutfağın tozlu pencerelerinden kirden rengi değişmiş perdeler sarkar, arasına balkona çıkan Aptulla Teyze yıkanmasa da olurmuş diyeceğimiz kirlilikte çamaşırları rastgele asardı. Fotokopiyle çoğaltılmış kadar birbirine benzeyen üç tane çocukları vardı Aptullagillerin, iki kız, bir oğlan. Kırmızı saçlı, çilli, solgun benizli. Üçü de son derece asosyaldı, son derece pasaklıydı, son derece tuhaftı. Sadece en büyükleri, benimle yaşıt olan biraz daha normale yakındı. İşin tuhafı zaman içinde üçü de iyi üniversitelerde, başarılı yüksek tahsiller yaptılar, üstelik üçü de devrin en iyi kolejlerinden birinden mezundular. Lakin mühendislik okuyan oğlan apartmanın en üst kattaki merdiven boşluğu penceresine ayaklarını dışarıya sarkıtarak oturup avaz avaz şarkı söyleyebilir ya da karşıdaki yurtlarda kalanlara İngilizce dersi vermeye gittiğinde pencereden sarkıp 5 bina ötedeki kardeşlerine seslenebilirdi. En küçükleri olan kız balkonda kendi kendine konuşup elindeki ekmekleri parçalara bölerek balkondan aşağı rastgele fırlatabilirdi. Aptulla teyze çamaşır günlerinde kiracılarından birini çamaşır makinesinin kendine saldırmaması için bekçi olarak çağırabilirdi. Adams Family halt etmişti yani yanlarında. Bir gün o eve davet edildim evin en büyük kızı tarafından, yaşıttık ve zaman zaman balkonda karşılaştığımızda birkaç cümle sohbet ediyorduk, zaman zaman da okullarımız aynı yönde olduğu için yolda karşılaşıp birlikte yürüyorduk. "Hayır" diyemedim ama hemen yan apartmandaki daireye ayaklarımı sürüyerek adeta bin yılda ve son derece gönülsüzce gittim. Yerdeki halının gerçek rengini anlayamadım, oturduğum koltuktaki lekeler üstüme yapışacak gibiydi, ikram olarak gelen vişne suyunun içinden ağzıma giren şeyin sinek olduğunu düşündüğümde bayılacak duruma gelmiştim, neyse ki maydanoz yaprağı imiş. Tüm bunların üstüne ilk ziyaretim son ziyaretim oldu haliyle. Ahbaplığımız balkondan balkona devam etsindi. 

Annem ağlayadursun taşındıktan kısa bir süre sonra bayram geldi. İkinci gündü sanırım zil çaldı, kapıyı açtığımda bir çift hareli yeşil göz çarptı ilk anda gözüme, arkasında da yuvarlacık, kel bir kafa. Ellerinde bir kutu baklava ile bayram ziyaretine gelmişlerdi kapı komşumuz Kifo ile Mehemmed Ammi. Taşındığımız gün vitrinindeki yazılarla açlığımı zirveye çıkaran kebapçının sahipleri idiler. O lokanta kapanana kadar bayramlarda özel künefe ve baklavalarımız, ara ara da kebaplarımız eksik olmadı, Kifo bir gece uykusunda, Mehemmed Ammi de karısının hasretine dayanamayıp birkaç ay sonra ardından ölene kadar yıllar yılı has komşumuz oldular. Kapı zili çalar, yılların yıprattığı yüzünde hâlâ mücevher gibi parlayan yeşil gözleriyle Kifo'nun başı uzanır, "Kele bir lehme kısır katem de yeyek mi?" ya da "Ben bi dartılam sizde" derdi, maksat kısır ya da terazi değil yalnızlığını gidermekti. Tartıya her çıktığında aldığı kiloları döşlerinin büyüklüğüne verir, çok yağlı yiyorsun dediğimizde "Eveli bizim melmekette kasap eti yavsız verirse kötü et veriyor diye deniştirirdik" derdi.  Kısır kattığında onlara giderdik, duvarı kaplayan, her bir rafı dantelli örtülerle süslü, çoğu Kilis'in kaçakçılar çarşısından alınmış tabak çanakla bezeli vitrinlerine karşı oturur, "hemenem bir lehmede katılmış" kısırlarımızı yerdik. O vitrinin en nadide elemanı aile boyu bir termostu. Kifo ona "Homini" adını takmıştı, Tülden, fırfırlı bir elbisesi vardı Homini'nin, bizzat Kifo dikmişti. Homini yıllarca en üst raftan, bir kere bile çay ikramında bulunmaya gönül düşürmeksizin, bir kraliçe gibi ev halkını ve gelen misafirleri seyretti. 

Annem yeni evde ilk ahbabını edinmişti ki çok geçmeden ikincisi teşrif etti; Eminanım Teyze. Bütün çocukları Almanya'da çalıştığından yalnız yaşayan, ufacık-tefecik, huysuz, aksi, şüpheci bir ihtiyar. Çıkarıp ortaya bir anahtar koydu, "Bu benim evin anahtarı, alın sizde dursun, başıma bir iş gelirse girip bakarsınız" dedi. İlk kez gördüğü, evveliyatını bilmediği bir komşuya anahtar emanet etmek de hani bilmem ki, hepimizde bir huzursuzluk yarattı. "Şimdilik dursun" dedi babam, "ben ayrı bir anahtarlık alayım ki belli olsun, ondan sonra alırız". Maksat unutturmaktı, zaten bundan sözettiğimizde diğer komşular "Zinhar" dediler, "o her gelen komşuya anahtar emanet eder, sonra hırsız tutar, sakın kabul etmeyin". O anahtarı asla almadık ama Eminanım teyze evin demirbaşı oldu, her akşam çıkıp gelir, yaz günü bile olsa üşüyorsa kapıları kapattırır, kış günü terliyorsa açtırırdı. İşin mi var, gezmeye mi gideceksin anlamaz, mazeret belirtsen küser. Her akşam aynı çile, Eminanım teyze ağırlamaca. Sonunda bir yol bulduk, gece saat 10 dedi mi yatmak adetindeydi, bir süre sonra anladık. Kolunda saati olmadığından bize sorar, "10" dedik mi, "Saat on, yatağa kon" der kalkar giderdi. İşimizin olduğu ya da bir yere gideceğimiz zamanlarda "Aa saat 10 olmuş" derdik, "Saat on, yatağa kon" deyip giderdi. Babam pazara giderken bazı sebze ve meyveleri ısmarlar, geldiğinde babamın söylediği fiyatın doğruluğunu araştırmak için pazara giden bütün komşuları gezerdi. Sonunda artık kendini idare edemeyecek duruma gelince Türkiye'ye yerleşen çocukları yanına aldı, saat 10 ziyaretleri de bitti. 

Annemin çevresi giderek genişliyordu; merdivende ayak tıkırtısı duyar duymaz kapısını aralayıp kenardan ya da göz deliğinden dikiz yapan Hafizanım, uzun boyu, ince endamından dolayı taktığım isimle Basketbolcu Teyze, elinden düşmeyen sigarasıyla Neriman Hanım hepsi kısa sürede Yenimahalle'yi unutturup annemin gözyaşlarını dindirecekti. Kah bizde, kah onların evlerinde kabul günleri, gezmeler, Hafizanımın kimselere layık göremediği oğluna görücü gitmeler derken annem kendi habitatını oluşturmuştu. Bense Ankara ayazında bir türlü ısınmayan kuzeye bakan kendime ait odamda gündüzleri Aptulla Efendi ve Şürekasının balkon maceralarını izleyip akşamları sadece ayaklarımı sıcak tutabildiğim elektrikli soba eşliğinde ders çalışıyor, kitap okuyordum. Kitaplığım giderek doluyor, boş vakitlerimse Kızılay'daki yüncülerden alınma yumaklarla örgü örerek ya da Burda ve Samanyolu dergilerinden çıkarılmış patronlarla dikiş dikerek değerleniyordu. Taşındıktan beş yıl sonra yeni bir hayata açtım yelkenleri ve ilk kez evimden ayrıldım doğdum doğalı, evlilik rüzgarı Denizli'ye attı beni ama bu ev hayatımdan hiç çıkmadı. Neler gördü neler onca yılda, kahkahalar, göz yaşları, toplantılar, eğlenceler, mutsuzluklar, tartışmalar, barışmalar, endişeler, hastalıklar, şifa bulmalar. İki kez gelin yolcu etti, üç kez cenaze. Sonuncusu evi öksüz bıraktı, bir daha da iflah olmadı zaten. Şimdi ıssızlaşmış ve giderek eskiyen eşyaları, yıpranan duvarları, öksüren boruları, solan renkleri, yitirilen komşuları ile yazları bize ev sahipliği yapıyor, elimi attığım her şeyde iyi ya da kötü bir anıyı aklıma düşürerek. Taşındığımızda boyumuzu az geçen ağaçlar apartmanlara tepeden bakıyor, leylakların fışkırdığı bahçeler otomobillere yenik düşüp otoparka çevrildi. Sinirlendi mi rengi bordoya dönen kırmızı yüzlü Ahmet amcanın bakkalı defalarca el değiştirdi, şimdi boş. Her birinin ayrı anısı olan cadde üstü dükkanlar (fotoğrafçı, pastane, kuruyemişçi, eczane) birer birer kapanıp kiralık oto yazıhanelerine dönüyor. Aptulla Efendi'nin eski binasını çoktan müteahhit kaptı, sevimsiz bir kazulet dikildi yerine, artık kendime ait olmayan odanın manzarasında kimselerin görünmediği, perdeleri sıkı sıkı örtük cam balkonlar var. Sabaha kadar işleyen trafik, neredeyse günaşırı yapılan polis çevirmeleri, gece boyu açık çiğköfteciden gelen gürültüler, motorlu kuryelerin patpatları uykuyu bölüyor. Şehirler gibi caddeler, sokaklar da kimliğini kaybediyor. Ankara'nın seçkin bir semti olarak taşındığımız yer avamlaşmadan payını bolca alıyor. Her şey gibi anılarımız da yavaş yavaş yok oluyor.

Buraya kadar gelebildiyseniz tebrik ediyor, coronanın uğramadığı güzel bir hafta sonu diliyorum (coronayı cins isim gibi yazdım ki kendini bir mok sanmasın 😂)...

15 yorum:

  1. severek okudum iyi hafta sonlar sanada Leylakdalı

    YanıtlaSil
  2. Muhteşem yazmışsınız, tebrik ederim:)

    YanıtlaSil
  3. çok güzel yazmışsın. kifayet teyzenin "homini"si Humeyni'den geliyordu. İran'da İslam devrimi olup Humeyni iktidara gelince çok sevinmiş, termosa onun adını vermişti.

    YanıtlaSil
  4. Çok güzel olmuş ellerine sağlık.

    YanıtlaSil
  5. Ne güzel anılar. Zevkle okudum. Insan bazen keşke o günlere dönebilse diyor. Bende anneniz gibi alıştığım yerden kolay kopamam. Ama alışıyoruz herşeye. Hülya

    YanıtlaSil
  6. Valla bir nefeste okudum..Yaşanmışlık başka bir şey, yazıya ruh vermiş o güzel insanlar ve eşyalar.

    YanıtlaSil
  7. Seçkin olan nice semt artık kayboldu.

    YanıtlaSil
  8. Zevkle okudum.Fikrinize sağlık.O insanları görmüş gibi oldum:)

    YanıtlaSil
  9. Çocukluğumun komşuları,gençliğim bir bir geçti gözümün önünden,ne de iyi geldi,emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil
  10. Bende de var böyle bir mahalle hikayesi,ilham aldım anlatım tarzından.Senin kadar olmaz ama yazmaya çalışacağım💝💝

    YanıtlaSil
  11. Bayıldım. Zaten severim anıları dinlemeyi ama içinde Ankara geçince daha bir iştahla okudum. Okurken de düşündüm, bu komşular ve ortam kalemini biçimlendirmiş sevgili Leylak Dalı'mızın! Hepsi bir karakter! Anlatımınız ise bu karakterlere renk vermiş, ruh vermiş...

    YanıtlaSil
  12. Valla ben sizden ikinci kitabı bekliyorum artık. Bir kitabın bölümü gibi okudum. İçinde deniz olmayan bir şehir benim kafamda şekil bulamaz pek. Arkada bir deniz hışırtısı duymak isterim. Ama anlatımınızdan ben Ankara'da o sokağı, Aptullagiller'i, Kifo ile Mehemmed Ammi'yi, Hafizanım Teyze'yi, Eminanım Teyze'yi gördüm, yaşadım. Kaleminize sağlık Nurşen Hanım. Sevgiler.

    YanıtlaSil
  13. anı olsun ben dinlerim.

    YanıtlaSil
  14. Bayılıyorum yazdıklarını okumaya, daha önce dememiştim di mi:))

    YanıtlaSil