Yatmadan önce bir doz da olsa Corona uzmanı doktor açıklaması almayın dostlar, hele benim gibi paranoyadan evhama yeni ingirdenmiş iseniz yarım doz bile yeter. Sonuçta olan uykuya oluyor. Elimdeki kitabı bitireyim inadı da binince işin içine gecenin 4'ünde ben hala yatağın içinde tepinmekle meşguldüm. Kendimi uykuya bırakmak için yapmadığım kalmadı, bu yıl-belki de daha uzun zaman-seyahate çıkma şansı olmayınca geçmiş seyahatleri geçireyim aklımdan dedim, belki uykumun gelmesine yardımcı olur. Tabii ki defalarca gittiğim ve çok sevdiğim İstanbul oldu ilk aklıma gelen ve ilk gidişimi düşündüm (uyku yine gelmedi 😃).
Yıl 1967, İstanbul'a ilk gidişim, ikincisi 40 yıl sonra olacak, komik ve imkansız gibi ama gerçek. Annem, babam, komşumuz Şefika abla, küçük oğlu Ersin ve ben. Kız kardeş henüz doğmamış. İstanbul'a indiğimizde, karşımda duran denize bakıp "Vay canına, İstanbul'a geldik" dediğimi, akabinde de çocukluğum boyunca araba tutmasından muzdarip olduğum için şakkadak kustuğumu hatırlıyorum. Şehirlerarası otobüsten inince hemen deniz gördüysem Harem miydi acaba orası, bilenler söylesin, otogardan deniz görünüyor muydu, yoksa benim çocuk hafızamda öyle mi kalmış? Sonraki gidişimde İstanbul'un medar-ı iftiharı(!) Esenler'e taşınmıştı çünkü otogar, o yüzden fikir beyan edemiyorum 😃 2 günlüğüne gelmiştik İstanbul'a, Şefika ablanın kayınvalidesi Müyesser Teyze'de kalacak, sonrasında da Amasra'ya deniz tatiline gidecektik. Babam öğrencilik ve askerlik yıllarının geçtiği İstanbul'u tanıtmak istiyordu bize. Müyesser teyze ya da kendine taktığı ve sonrasında 4 blokluk sitenin kabullendiği adıyla "Asker Anası", İstanbul'da çalışmaya başlayan torununa yardımcı olmak için bir süreliğine İstanbul'a taşınmıştı. Başından eksik olmayan kar beyazı yazması, yazması kadar beyaz teni, yumuk gözleri ve herkesin yardımına koşan kalender yapısıyla çok sevilirdi. Arada bir ziyaretine gelen heyheyleri saymazsak eğlenceli kadındı. Bize verilen adrese gittiğimizde kendimi Osmanlı İmparatorluğu yıllarında sanmıştım. Kadıköy'de bir sokaktaydı ev, sokak karşılıklı benim eski filmlerde ve kitaplarda gördüğüm, okuduğum gibi cumbalı ahşap evlerle doluydu ve Müyesser teyzenin oturduğu da bunlardan biriydi. Gıcırdayan merdivenlerden çıktık, sevinçle karşılandık ve yattık uyuduk, arada ne oldu sormayın, bu kadarını hatırlamam bile şaşırtıcı zira.
Ertesi sabah erkenden Müyesser Teyze'nin dürtmesiyle uyandım, "Kalk" dedi bana, "seni bir yere götüreceğim". Pardesüsünü giydi, siyah sokak eşarbını taktı, evdekileri uykuda bırakıp yola koyulduk. Şimdi tahmin edebiliyorum, Eminönü İskelesi'ne gidip bir motora atladık. O zamanlar denizin büyüklüğüne, teknelere, vapurlara, insan kalabalığına şaşkın şaşkın bakmakla meşguldüm. Yaşını başını almış, daha önce hiç İstanbul'da yaşamamış, Ankara'nın mahalle havası taşıyan semtlerinden birinde oğlu, gelini ve torunlarıyla yaşadığı evinden çok da fazla çıkmayan bu kadının şehri böyle çabuk benimsemesi ve İstanbul'a bu kadar kısa sürede adapte olması beni şaşırtmıştı. Karşıya geçince Mısır Çarşısı'na çevirdik yönümüzü, birkaç baharat aldı Müyesser Teyze ve aynı şekilde geri döndük. Alt tarafı 3-5 baharat için onca yolu niye gittik diye düşünüyorum şimdi, kimbilir belki de beni gezdirmek içindi. Aslında aynı gün, aynı yolu bir daha gidecektim, bu defa O'nu evde bırakıp bizimkilerle. Babam da bizi ilk olarak Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı'na götürdü, Yeni Cami'ye geçtik sonra, babam boynunda bir parçası gibi taşıdığı Lubitel marka, Rus malı fotoğraf makinesiyle güvercinlere yem verirken fotoğrafımı çekti. 30'lu yaşlarımın ortasına kadar yaşadığım-yaşadığımız-her özel şey o makineyle kayda alınmıştır ve flaşı olmadığı için hep dış mekanlardadır. Asker arkadaşı Dr. Çetin'le birlikte sipariş verip Rusya'dan getirtmişlerdi o makineyi, kutu gibi, üstten bakılarak çekilen ve muhteşem fotoğraflar veren bir makineydi, işlevi yitmiş de olsa hala durur evde. Güvercinlerin kanat çırpışlarından dolayı biraz flu çıkan o fotoğraf da durur albümlerin birinde. Sonra "Gelin" dedi babam, "size balık-ekmek yedireceğim". İtiraz eden seslerimize aldırmadı ve büyük ihtimal Galata Köprüsü'nde konuşlanmış sandallardan birinden hepimize balık-ekmek aldı. "İstanbul'un şanındandır bunu yemek" dedi hafiften gururlu, "ben buraların kurduyum" dercesine bir ifadeyle. En çok itiraz eden ben ve annem de dahil olmak üzere hepimiz bayılmıştık yediğimiz şeye, ki o zamanlar balıktan nefret eden bir çocuktum. Bir daha da o kadar lezzetlisini yemedim. Babam motor yağında kızardığını ve balığın köpekbalığı olduğunu iddia etse de pek doğruluk payı olduğunu sanmıyorum, hadi köpek balığını anladık da motor yağı kokar pis pis yahu 😃
Karnımız doyunca vızıldamaya başladım, "Hani mayoma maskot alacaktık?". İstanbul'dan Amasra'ya geçeceğimiz için annem Burda mecmuasında beğendiğim modelden alt kısmı lacivert, üst tarafı mavi pötikareli bir mayo dikmişti bana, bel kısmında çapraz britleri vardı ve modelde britlerden birine çapa şeklinde bir maskot, daha doğrusu anahtarlık benzeri bir şey takılmıştı. E haliyle benimkinde de eksik olmasındı. Araya taraya bu tür şeylerin satıldığı bir dükkan bulduk, ömrümde bunca anahtarlığı birarada ilk kez görüyordum, haliyle İstanbul'u da ilk kez görüyordum, ben memur şehri Ankara çocuğuydum. Çapa şeklinde bulamadık, deniz fenerinde karar kılıp ahşap bir tane aldım, mayoma taktığım ilk gün denize girer girmez düşürüp kaybedeceğimi bilmeden, hevesle 😃
Mayomun süsü de tamamlanınca babamın peşine takılıp rotayı Topkapı Sarayı'na kırdık. Hayat Tarih Mecmuası'ndan bildiğim, gördüğüm pek çok şeyin orijinali beni bekliyordu, Kaşıkçı Elması başta olmak üzere:
Örgülü saçlı Leylak'ın Lubitel fotolarından birini görmektesiniz. Beni boşverin de arkadaki arabalara bakın, vay be 60'lar ne estetik zamanlarmış, hoş, benzin mi yeter bunlara 😃
Haliyle Topkapı Sarayı uzun uzun gezilince akşam oldu, yemek saati geçti, dönüş vakit aldı ve evde bizi Müyesser Teyze ile heyheyleri karşıladı. Neyse ki çabuk yolladık heyheyleri 😃
Ertesi gün talebim doğrultusunda yine karşıya geçti aynı ekip ve Dolmabahçe Sarayı'na yollandı. Lakin günlerden pazartesiydi ve tüm dünyada müzeler kapalıydı, kös kös geri döndük. Yıllar sonra İstanbul'a ikinci gidişimin 3. gününde tek başıma keşfe çıktığımda ilk durağım Dolmabahçe Sarayı olacaktı, İngilizleri gezdiren bir tur ekibinin peşine takılıp gezecektim. Sonuçta sarayın dışının içinden daha güzel olduğuna karar verip çocukluğumdaki hayal kırıklığıma yanacaktım.
Saraydan eli boş dönünce babam Emirgan'a götürmeye karar verdi, yine okul anıları eşliğinde yollandık Bebek'e ve Emirgan'a. Aklımda kalan en yoğun anı Bebek sahilinde denize giren insan kalabalığıydı, burada hep birlikte Selda'nın sesiyle melodili olarak, "Ne günlerdi aaah o günler" diyoruz...
Lubitel'in hapsettiği bir kare daha; Leylakınız duygulu gözlerle karşı sahile bakıyor, karşı sahil ne kadar bâkirmiş 😟
Ertesi gün bizi Amasra'ya götürecek otobüse bindiğimizde "İstanbul şok güsel, şiş kebap şok güsel, bir daha gelecek ben" demediğim için 40 yıl bekleyecektim yeniden gelmek için. Amasra maceraları da bir dahaki yazıya kalsın...