Galiba 5. gidişimdi bu, belki de 6, unutmuş olabilirim. Çok bunaldık bu yaz kız kardeşle ve ilk yardım kolunu çekiverdik: Komşu kapısı Eskişehir. YHT ile Ankara'dan ulaşım 1,5 saate inince günübirlik geziler çok rahat yapılabiliyor. İstanbul'da hatta bazen Ankara'da bile şehir içinde bir semte ulaşmaktan daha kolay, daha kısa, üstelik trafik derdi de yok. Sabah 8.40 trenine almıştık biletleri, garda kısa bir süre bekledikten sonra vagonumuza ve koltuğumuza kavuştuk. Yepisyeni idi tren, sanırım sefere çıkmaya başlayalı çok olmamış. Koltuklarımıza oturduk oturmasına da önümüzdeki koltukta oturan adamdan kesif bir ter kokusu yayılıyordu. Kız kardeşle fısıldaştık önce bu konu üstüne, havalandırma çalışmaya başlayınca hissedilmeyeceği umuduyla sırt çantalarımızı yerine yerleştirdik. Sonra kardeşim yanımda deodorant olup olmadığını sordu, ben daha "Yok" demeye kalmadan ön koltuktan bir el uzandı ve elimize bir kolonya tutuşturuldu 😄 Fısıldaşmamızı duymuş olması mümkün değil ama bu senkronizasyona çok güldük. Derken tren hareket etti, biz de kitaplarımızı açıp kahvelerimizi yudumlamaya başladık. Ben Akgün Akova'nın "İçimden Geçen Yolda" isimli denemelerini, kız kardeşim de çok önceleri okuduğu ve tekrar okumak isteği duyduğu Füruzan'ın "Gül Mevsimidir" adlı novellasını kıraat ettik yol boyu. Trende çok çocuk vardı ve bu nedenle gürültü kapasitesi olağanın üstündeydi, ayrıca koltukların arasında adeta sokak gibi gidip gelen insanlar dikkati dağıtıyordu. 50 sayfayı ancak okuyabildik, o arada tren Eskişehir Gar'ına girdi. Gide gele öğrenmiştik şehri, bu kez tramvay bileti almadan yürüyerek gitmeye karar verdik Adalar'a. Yol boyu ara sokaklara dalıp güzel evler, ilginç yapıda camiler, değişik isimli oteller ve duvar resimleri gördük.
Eskişehir için hayli sıcak bir güne denk geldiğimizi öğleden sonra talkan kurabiyesi ve met helvası aldığımız dükkanın sahibi kadın söyledi. Gerçekten öyleydi, saat henüz 11.00 bile değildi ama Adalar'daki sevdiğimiz kitap-kafeye ulaşana kadar sıkı terledik. Yine de şikayetimiz olmadı, zira geçen sene ekim ayının başında geldiğimiz bir gün o kadar üşümüştük ki mağazanın birine girip kazak alıp giymiştik.
Porsuk boyunca yürüdük, niyetimiz Porsuk'ta ring yapan teknelerden birine binmekti, daha önce gondol sefası yapmıştık ama tekneyi ihmal etmiştik, bu defa azimliydik, binecektik, süresi 12 dakika olsa da 😄 Görevli teknelerin belli bir saati olmadığını, yolcu talebine göre doldukça hareket ettiğini söyledi. Tabii sabahın o saatinde henüz kimse tekne rüyası görmemişti, biz de hevesimizi öğlene sakladık ve kahve içip dinlenmek üzere Adımlar Kitap-Cafe'ye yerleştik. Geçen yıl geldiğimizde de burada oturmuş, nefis bir bitki karışımı içmiş, içeri girip kitapları karıştırmıştık. Yine aynını yaptık, buzlu kahvemizi içip bir çikolatalı sufleyi paylaştık, sonra kitapları kurcaladık. "Her gittiğim şehirden bir kitap" adetim üzere Jean Echenoz'un "Koşmak" kitabını aldım ve "Şelale Parkı"na gitmek üzere vedalaştık "Adımlar"daki zarif dövmeli tatlı garson kız ile.
Yola çıkmadan önce internette biraz ders çalışmıştım, Eskişehir'de hala gitmediğimiz bir yer kaldı mı diye, kurada "Şelale Park" çıktı. Anlatan da bir ballandırmış sanırsın dünyanın 7 harikasından biri, eh kusur kalmayalım o zaman dedik. Sorduk soruşturduk, çok yokuş yürünmez dediler, toplu taşım aracı nerden kalkar bilemedik, taksiye binmeye karar verdik. Odunpazarı'ın arkalarında, tepede bir yer imiş. Gözümüze ilk çarpan taksi durağına seğirttik, yola düştük. Hakikaten yürümek sıkıntılı olacakmış, tırmandık da tırmandık, sonda ulaştık "Şelale Parkı"mıza. Sıcak havada şelaleden çağlayan suların yanında serinlemek hevesiyle girdik parktan içeri ama o da ne?
Şelale yok, yapay kaya var, buyrun serinleyin. Çekinmeyin altta birikmiş sularda da cupcuplayabilirsiniz 😄 Şelale nerde? İnek içti? İnek nerde? Dağa kaçtı? "Hüsranla gönül hep inler" şarkısını terennüm ederek beton binalardan oluşan Eskişehir manzarasını tepeden seyran eylemeye gittik:
Ama hakkını yemeyeyim park oldukça yeşillikti, hele de biraz ilerleyince gördüğüm manzara sıcağı da, şelaleyi de, suyu da, suyu içip dağa kaçan ineği de unutturdu. Hele siz de bir bakın haksız mıyım?
Leylak, çiçek açmış, hem de bu mevsimde. Oy severim ben seni, geleceğimi bilmiş de bana sürpriz yaparmış. Varsın akmasın şelaleler, mevsimsiz açan leylağım bana yeter 💜
Aman neler görüyorum? Şelalelerin akmadığına kızan Don Kişot, bunu değirmenden bilmiş, çekmiş mızrağı, takmış peşine Sanço Panza'yı, düşmüş yola:
Don'umuz, Kişot'umuza "Gazan mübarek olsun" diyerek Şelale Parkı'ndan ayrılıp şehre geri dönüyoruz. "Park çıkışında taksi zilleri var, basınca hemen bir taksi gelir" demişti bizi getiren şoför arkadaş, biz de öyle yaptık. Atladık gelen taksiye ve Porsuk kıyısına geri döndük. Niyetimiz yemek yemekti ama baktık Köprübaşı Tekne İskelesi'nde kalabalık var, yemeği sonraya bıraktık. Gerçekten epey insan toplanmıştı. Biletimizi aldık (kişi başı 7,5 TeLe) ringe çıkan teknenin dönüşünü beklemeye başladık. Derken geldi "Malhatun", teknenin adı yani. Aman içinden inen inene, bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk hesabı, bitmek bilmedi. Sanırsın belediye otobüsü. Neyse sonunda boşaldı, girip oturduk cam kenarına. Ne göreceksek, sanki Boğaz Turu'na çıkıyoruz. Bildiğimiz Porsuk Çayı, çevresindeki binalar, altından geçeceğimiz rengarenk köprüler. Teknesiz de görüyorduk zaten. Olsun, madem geldik buraya kadar, denemedik şey bırakmamak lazım değil mi? İçerisi feci sıcak ve kalabalıktı. İmece usulüyle birbirlerimizin fotoğraflarını çektik, komşu komşunun külüne muhtaç sonuçta. Yan tarafımızda oturan genç çift 12 dakikalık tekne turu boyunca kafalarını cam tarafına çevirmeden ellerindeki telefondan oyun oynadılar. Halam sağ olsa "Yavruuum" derdi, "o oyunu evinizde oynasanız da boşa para vermeseydiniz tekneye". Hoş belki hafif sallantıda şekerler daha iyi patlıyordur..
"Kaptan, üzerimize doğru bir gondol geliyor!" "Tüm yelkenler fora, kaçınnnn!"
12 dakikalık turdan sonra "Niye bindiydik ki, aman bir şeyden eksik kalmayalım" duygusuyla indiğimiz teknemiz efendim, yeni yolcularını bekliyor.
Sıra yemeğe geldi, daha önceleri muhtelif alternatifler denemiştik. Bu sefer tam yöresel olsun, hem de yakında nasılsa diye "Papagan Çi Börek"e gitmeye karar verdik. Küçücük dükkan her zamanki gibi tıklımdı, fazlalıklar dışarıdaki masalara taşmıştı. Ortada dolanan yaşlıca bey çok komikti, çocukların yanağından makas alıyor, büyüklerle şakalaşıyor, bir yandan da tabak tabak çibörek taşıyordu masalara. Bize de "Kızlaar" diye hitabetti 😄 İkimize 1,5 porsiyon istedik, devasa börekler geldi, pişman olduk. Zar zor yemeye çalışıp sonuncuyu da tabakta bıraktık. Müsrüflük!
Böreğin adını yanlış yazmışlar bir kere "Çiğ" değil "Çi" börek o. "Çi", lezzetli demekmiş, ben Tatarların ve internetin yalancısıyım:
"Bolsa eger sıprada birkaç tane çibörek
Her bir derkde devadır, başka ilaç ne kerek"
(Varsa eğer sofrada birkaç tane çibörek
Her bir derde devadır, başka ilaç ne gerek"
Bu dizeler koridor yolluğu uzunluğunda bir çibörek destanının sonundan, tabii ki Kırım Tatarları yazmış. Ben de Cevriye görüp hizaya girer diye şuraya alayım dedim 😄
Çiböreklerle öyle bir şiştik ki Hamamyolu'nda bir yürüyüş eyleyelim dedik. Yolüstü girdiğimiz dükkandan Ankara'ya götürmek için leblebi unundan yapılma Talkan kurabiyesi ve bir çeşit pişmaniye olan Met helvası alıyorduk ki karşıda tabelasında "Karakedi Boza" yazan mekanı gördük. Ününü duymuştum fakat daha önceki gelişlerimde hiç rastlamamıştım. Alışveriş yaptığımız kadın da çok övünce içmeden gidemedik, zira ikimiz de, hele de ben boza delisiyimdir. Paketleri kapıp karşı dükkana damladık:
Lakin bardaktaki sıvı o kadar yoğun ve o kadar tatlıydı ki (zannımca sürüm çok fazla ve bozalar yeterince mayalanmadan satışa sunuluyor), ikinci yudumdan sonrasını getiremedik. Nerede Akman'ın caanım bozası, nerede bu adeta içilmeyen, yenen madde. Yine de çamur atmayayım, bozaya kıyamam çünkü, belki bize denk gelende bir olmamışlık vardı.
Bozalarımızı kapının önündeki çöpe bırakıp (yine müsrüflük, açgözlüyüz aç 😃) Hamayolu'nda piyasa yapanların arasına karıştık. Çok kalabalıktı, kimi yürüyor, kimi yol ortası kafelerde oturuyordu. Biz de kenarlarına çiçekler ekilmiş üst geçit benzeri, tünelimsi yapıya çıkalım dedik. Birkaç ahşap heykel sergileniyordu burada, ki daha önceki gelişlerimizden birinde Mozaik Parkı'na gitmiş ve orada daha çoğunu görmüştük.
Hamamyolu turumuz da bitince rotayı Odunpazarı'na çevirdik. Her gelişimizde mutlaka uğrar, her seferinde de aynı keyfi alırız. Epey yürüdüğümüz için önce dinlenme ve kahve dedik, rengarenk örtülerle, sandalyelerle, minderle süslenmiş bir konağın bahçesine oturduk: Kasr-ı Nur. Pek iddialı bir isim değil mi? Bu yaz Eskişehir bana çalışmış, mevsimsiz leylaklar çiçeklendirmiş, adıma yakışan mekanlar açmış, daha ne isterim. Bir de boza ekşi olsa ne vardı?
Yeterince dinlendikten sonra biraz dolaşıp torbamıza Eskişehir simitleri, çantamıza minik bir lületaşı kedi, birer seramik bileklik, bir-iki ıvır zıvır daha ekleyerek ayrıldık Odunpazarı'nın güzelim sokaklarından:
Son bir kahve ve son bir görüşme için Adalar'a geri döndük. Porsuk'tan geçen iki gondol dikkatimizi çekti, fotoğraflarken gördük ki kutsal bir amaca hizmet etmekteymiş bu küçük seyahat:
Her iki gondol da köprülerden birinin altına geldiğinde genç bir adam diz çöküp yanındaki genç kıza evlenme teklif ederken diğer gondoldan çiçek ikmali yapılıyor, köprüde biriken arkadaş kontenjanından gençler de konfeti ve dumanlı birtakım zımbırtılar patlatarak bu kutsal olayı Eskişehir tarihine nakşediyorlardı. Ne diyeyim ne kadar absürd olsa da Nusret'in kaburgası üzerine tektaş koyarak yapılan tekliften daha tehlikesiz geldi bana. Etle teklif alan kızın talihi varmış ki o tektaş dişini kırmadı 😄
Gençlere "bir yastıkta kocasınlar" diyerek son bir kahve içmek için Rumeli Çikolatacısı'na girdik. Pek şık bir mekandı, kalp şeklinde bir tepside (izlediğimiz evlenme teklifinin üstüne cuk oturdu) kazan büyüklüğünde kupalarda geldi kahveler, köpüre köpüre içtik. Sonra da gara doğru yola düştük.
Ufak tefek aksaklıklar olsa da pek güzel, pek keyifli bir gezi idi. Devamının gelmesini diler, kuaförün gafleti nedeniyle kısacık kesilmiş kahküllerimle gün boyu geçtiği dalgaya rağmen her yolculuğumu şenlendiren eşlikçim bacıma ve beni fazla sıkıntıya sokmadan günü bitiren Cevriye'ye teşekkürü bir borç bilirim, sağ olsunlar, var olsunlar...
Hakkını vermişsiniz gezinin:) Eskişehir en güzel şehirlerden biri oldu. Konaklar restore edilmiş, yenilenmiş güzel de şu masa, sandalye ve koltuk örtülerindeki çiçekli rengarenklik bana avam geldi. Beyaz ya da tek renk desensiz örtüler inanıyorum ki daha hoş olurmuş:)
YanıtlaSilGeçen yıl baharda iki günlüğüne gitmiştik. Çok sevdim şehri. Memleketim olmasa, yaşamak isteyeceğim bir şehir.
YanıtlaSilNe iyi etmişsiniz de gitmişsiniz ve elbette ne iyi etmişsiniz de bizimle paylaşmışsınız :)
Hiç gidemedim demiyorum ben, seninle gezmek çok güzel oluyo oh ne güzel oturduğum yerden <3<3<3
YanıtlaSilEskişehir deyince anneciğim geliyor hemen aklıma. Şelale hariç çoğu yerini gezmeme rağmen bana önermemişti. "Orada bir şey yok yahu" deyişini hatırlıyorum :D Eskişehir güzel bir yer gerçekten de, soğuk kış rüzgarını bile özledim. İyi yapmışsınız :)
YanıtlaSilLeylakcığım,
YanıtlaSilBacı kardeş ne güzel geziyorsunuz ve ne güzel uzun uzun ayrıntılı yazıyorsun, harika. Eskişehir'e gideli uzun zaman oldu, tekrar gidip gezmeli, çibörekinden yemeli. :)
Siz anlatırken çok heveslendim Eskişehir'i görmek için.
YanıtlaSil