Evde yayılarak geçirdiğim şahane güneşli pazar günü dışında bol etkinlikli bir hafta sonu idi. Sakin sakin yağan bir yağmurun eşlik ettiği cuma akşamını vizyona giren "Hadi Be Oğlum" filmini izleyerek geçirdim. Tahminlerimin ötesinde memnun ayrıldım salondan. Kıvanç Tatlıtuğ'un oyunculuğunu, özellikle şımarmadan kendini geliştirme, oyun gücünü her filmde, her dizide biraz daha arttırma çabasını çok takdir ediyorum. "Bebek yüzüm bana yeter, perdede görünmem yürek hoplatır" demeden aşama kaydediyor. Bu filmde de çok iyiydi, özellikle ağladığı sahneler içime oturdu, öyle doğal, öyle içten bir ağlama idi. Yer yer tutarsızlıklar, saçmalıklar olsa da eli yüzü düzgün, sıcak bir filmdi, oyunculuklar-minik Alihan'ınki de dahil olmak üzere-oldukça iyiydi. Filmin Kaş'ta çekilmiş olması da işin bonusuydu. O masmavi deniz her göründüğünde yüzmeye meraklı biri olmadığım halde perdeye atlayasım geldi.
Cumartesi günü ise tiyatrodaydık, matinede. Bu yıl Belediye Tiyatrosu yeni açılan, uzak bir AVM'nin sahnesine taşınınca Devlet Tiyatrosu dışında seçeneğimiz kalmadı. Arada turneye gelen özel tiyatrolardan denk düşürebilirsek izleyeceğiz inşallah. Sezon başlayalı beri üç oyun izledim DT'de, Deli Dumrul hariç diğer ikisi benim için tam bir eziyetti. "Gökten Yağar Gibi" isimli oyuna ise geçen sezon iki defa bilet almış, ikisinde de oyun iptal edildiği için izleyememiştim. Kısmet bu güne imiş. Eğlenceli bir komedi idi oyun, olumsuz bir yargıya varmadan izledik, beğendik. Zira rol alan dört oyuncu da rollerinin hakkını gayet iyi vermişlerdi.
Tiyatro deyince aklıma geldi, zaten ne zaman tiyatroya gitsem bu olayı hatırlar, her seferinde hem güler, hem utanırım. Daha önce de yazmıştım, okumayanlar vardır, buraya kopyalayım da ben her okuyuşta biraz daha utanayım, siz de gülün:
"Sanırım ortaokulun ilk yılındaydım. Halam
tiyatro bileti almış beni ve anneannemi tiyatroya davet etti. Oyunu bile
netlikle hatırlıyorum; "Hırsızlar Balosu". Başoyuncusu da şimdi aşırı
kilo alıp kel ve göbekli yaşlı bir adama dönüşen, o zamanlar ise bana
son derece yakışıklı gelen Enis Fosforoğlu. Tiyatroya gidilirken
özenilen yıllar, erkekler takım elbise-kravatlı, kadınlar abiye giysili,
saçlar başlar kuaförden çıkma (o zamanlar fön çekilmez mizanpli
yapılırdı), salona genel bir şıklık ve ağır bir hava hakim. Girişteki
vestiyere numara karşılığı kürkler, paltolar emanet edilmiş, fuayedeki
barda içki alan izleyiciler var falan, yani kısacası elit bir ortam.
Şimdiki tiyatro izleyicisiyle(ben de dahil) alakası olmayan bir kitle.
Neyse oyun başladı, biz en ön sıranın en ortasındayız üçümüz. Sahne
tabak gibi karşımızda, Enis Fosforoğlu dik yakalı siyah kazağı, dar
siyah pantolonu ve hırsız imajını güçlendiren siyah maskesiyle
döktürmekte. Az zorlasak çıkmaya başlayan sakalının tellerini göreceğiz,
o derece yakınız yani. Dalmış oyunu izlerken anneannem sol yanımdan
dürttü, dönüp baktım dolma parmaklarını kırmızı taşlı bir yüzüğün
süslediği tombul eli yengemden kalma büzgülü, kocaman siyah çantasının
içinde. "Ne oldu" dercesine yüzüne bakınca o el avucu kapalı olarak
çantanın içinden çıktı, aramızdaki koltukta oturan halamın kucağından
sessizce geçti ve yavaşca benim kucağıma süzülüp elimin içine 7-8 kadar
caneriği bıraktı. Mevsimlerden bahar, aylardan Nisan başı, caneriğinin
en turfanda zamanı, benim en sevdiğim şey caneriği ve henüz hiç siftah
yapmamışım. O karanlıkta bile sahneden süzülen ışıkla yeşil yeşil öyle
bir parlıyorlar ki can dayanmaz. Adı da o yüzden caneriği olsa gerek:)
Ne yapacağımı bilemeden halamın yüzüne baktım, o da bana baktı, aramızda
sözsüz bir dayanışma gelişti ve içimizden sahnede ter döken Enis
Fosforoğlu'na bir özür göndererek ilk eriği ağzımıza attık. Attık
atmasına da muhallebi değil ki bu mubarek sessizce yiyesin. Bir çiğneyip
bir birbirimize bakıyoruz, halam yavaşça soruyor: "Çatırtısı duyuluyor
mu?". Anneannemin dünya umurunda değil, ağzı oynayıp duruyor, götürüyor
erikleri, eh ses gelmediğine göre belli ki duyulmuyor, o zaman hücum:)
Böyle böyle utana-sıkıla endişe içinde bir kilo eriği yedik. Haydi ben
çocuk sayılırım daha, anneannem de yaşlı ama halam aklı başında kadın ne
demeye bize uydu, bilemedim. Caneriğinin dayanılmaz cazibesi bu olsa
gerek. Enis Bey halimizi farkettiyse ağzının sularını zor zaptetmiştir
muhtemelen. Bunca zaman geçti, bu yaptığım şeyden hala utanırım ve olur a
Enis Fosforoğlu bu yazıyı kazara okursa ondan ve sahne arkadaşlarından
gecikmiş bir özür dilerim:))"
Anılaaar, anılaaaar, şimdi gözümde canlandılaaarrr, nırınım. Ay pardon birden nerede olduğumu unuttum :) Efendim, sinemada film ve tiyatroda oyun izlemenin dışında iki adet filmi de evde iyi ettim, "Altın Küre-Oscar Çelıncı" kapsamında: "Battle Of The Sexes" ve "Phantom Thread". İkisini de çok beğendim ama "Phantom Thread"daki Daniel Day Lewis performansına olmayan şapkamı çıkarıp hazırola geçtim. Zaten "En İyi Erkek Oyuncu" dalında Oscar adayı ve umarım kazanır. Bir de filmde şahane giysiler var, zira Daniel modacı rolünde ve şık giysiler tasarlıyor. Her ikisini de yan taraftaki çelınç sayfasında detayıyla anlattım.
Efendiim, gelelim 52 haftalık çelıncımızın 8. haftasına:
8. Hafta: Hayatınızı etkilemiş bir kitap:
Bir kitap bir hayatı ne kadar etkileyebilir? Ancak seversiniz, döner döner okursunuz, kahramanını rol model alırsınız, bazı şeyleri günlük hayatınıza uygulamaya çalışırsınız ama o kadar. Bir kitapla hayat değişmez ama birçok kitapla değişebilir. Hayatımı etkileyen bir kitap demeyeyim de kahramanını rol model aldığım kitap-bugün bile-ilkokulda okuyup, sonra defalarca farklı baskılarını elden geçirdiğim "Küçük Kadınlar" oldu, tabii ki "Jo". Aşağıda baskılardan birinin kapağı ve yazan ellerini sevdiğim Louisa May Alcott var:
İlk okuduğum 90-100 sayfalık ilkokullar için olan baskılardan biriydi. İri harfli, kırmızının ağırlıkta olduğu kapaklı. Öyle sevmiştim ki babama yalvar yakar serinin diğer kitaplarını da aldırdım: "İyi Zevceler", "Küçük Erkekler", "Jo'nun Çocukları". Ortaokuldayken biraz daha geniş baskılar geçti elime, dönüp dönüp okudum, her seferinde Beth'in ölümüne ağladım. Tabii arkası yarın programlarında yayınlanan ve açılışta cıngılın ardından genç kız seslerinin "Meg, Jo, Beth, Amy" diye bağırıp sonra kocaman bir kahkaha attıkları temsillerini de kulağımı radyoya yapıştırarak dinledim adeta. Sonra bir arkadaşımın babasının tesadüfen sahaftan bulup aldığı ve kızlarına getirdiği kapkalın ciltli ve tüm serinin yer aldığı bir "Küçük Kadınlar" geçti elime. Daha doğrusu arkadaşım kendisi okumadan bana verdi okumam için, sanki ilk kez okuyormuş kadar keyifle okuduğumu hatırlıyorum. Öyle genişletilmiş, tam bir baskı geçse elime yine okumaktan kaçınmam. Zaten TV'deki dizilerini ve Jo rolünü Wynona Ryder'in oynadığı filmini de izlemiş bulunmaktayım. Öyle bir aşk benimkisi, yaşasın yaşam gurum Jo :))
Eh bugünlük bu kadar, görüşürüz...
can eriği olayı efsaneymiş :D hadi be oğlum fragmanlarıyla baya merak uyandırdı bende de. normalde kıvançı pek sevemesem de. Küçük kadınları ben de çocuklar için kısa versiyondan okumuştum, tam metin bulsam oturup okuyabilirim yeniden :)
YanıtlaSilAyyy çok güldüm :))Anneannenizin çantasında erik taşıması da ayrı bir olay :)
YanıtlaSil