Gezimizin üçüncü gününde erkenden uyanıyoruz. Daha doğrusu uyanmıyoruz, uyanıktık zaten. Edirne'nin cümle sivrisinekleri sabaha kadar hoşgeldin ziyaretine geldiler ama konukseverlikte bir yere kadar, telefon etseler yeterdi. Kızamık çıkarmışcasına kırmızı beneklerle bezenmiş olarak bindik bizi Yunanistan'a geçirecek araca. Rehber-şoförümüz konuşkan ve neşeli biri, konsepte uysun diye Yunanca şarkılar dinletirken geçtiğimiz yerler hakkında da bilgi veriyor. Sınırdan fazla zaman kaybetmeden geçiyoruz, farklı bir ülkede olduğumuzu içinden geçtiğimiz küçük kasabaların estetik görünümü, temizliği ve devasa kiliseleri ele veriyor, onun dışında bildiğimiz Rumeli görüntüleri; ayçiçeği tarlaları, buğday başakları, ağaçlar, akarsular...
Ha bir de yol boyu sık sık rastladığımız, zaman zaman evlerin bahçelerinde de gördüğümüz minik sunaklar. Şoförümüz bunların kaza olan yerlere bir çeşit anma olarak dikildiğini söylüyor. Bazılarında fotoğraflar, çiçekler ve minik ikonalar var.
İç kesimlere girdikçe görüyoruz ki bunların üretimi bir sektör halini almış, zaman zaman karşımıza çıkan satış yerlerinde çeşitli şekil ve boyutlarda sergileniyorlar.
İlk uğrak yerimiz Kavala, Pazarkule sınır kapısı ile Kavala arası yaklaşık 3,5-4 saat kadar sürüyor. Yol güzergahı keyifli, sıkmıyor insanı. Sapsarı ayçiçeği tarlalarına yemyeşil ağaçlar eşlik ediyor. Dışarısı çok sıcak ama neyse ki araç klimalı, manzarayı izleyerek ulaşıyoruz Kavala'ya. Bir seyir terasında durup önce tepeden bakıyoruz şehre:
Hafif bir pus çökmüş Kavala'nın üstüne, bana biraz Marmaris'i hatırlatıyor kuşbakışı bakınca. Birkaç fotoğraf çekip araca yürürken şu tabelaya rastlıyoruz. Kıbrıs her iki millet için de yıllardır kapanmayan yara, levhayı Rumlar dikmiş ve muhtemelen Türk turistler yırtmış:
Döne döne inip merkeze ulaşıyoruz, şık bir sıcak var, şehir sabahtan tütmeye başlamış. İlginç bir ayrıntı benzin istasyonlarının evlerin altında olması, birkaç katlı apartmanın altında iki adet benzin pompası hizmete hazır bekliyor. O apartmanda yaşamak istemezdim doğrusu. Sahilde oyalanmıyor Kavalalı Mehmet Ali Paşa ecdadımızın Kavala'ya bıraktığı mirası görmek üzere tırmanıyoruz yukarılara doğru.
Şoför-rehberimizin dediğine göre Yunanlılar sık sık Türklere isyan ettiği için Mehmet Ali Paşa'yı çok seviyorlarmış. Belli oluyor zaten, heykeli, kiliseye dönüşmüş camisi, müze haline getirilmiş evi, araştırma merkezi ve adı verilmiş sokağı var, hepsi de gayet bakımlı. İmareti ise lüks bir otel haline dönüştürülmüş.
Günlerden Pazartesi olduğu için müze-ev kapalıydı gezemedik, ayrıca şansımıza Yunanlıların bayram gününe denk gelmişiz, sadece müze değil neredeyse her yer kapalıydı. Neyse ki kiliseye dönüşmüş Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii açıktı, girip gezdik:
Kavala'da çok parlak bir plaj yok, ya kayalıklardan giriliyor denize ya da taşıma kumla oluşturulmuş küçük plajlar var ama deniz pırıldak ve o sıcak havada çok davet edici görünüyordu:
Mehmet Ali ecdadımıza veda edip dar, merdivenli sokaklardan geçerek bir başka ecdadımızın kalıtını görmeye gittik: Halil Bey Külliyesi.
Bu gözler her yerde karşınıza çıkıyor ve ne yazık ki Türkan Şoray'a ait değil. Yine rehber-şoförümüzün dediğine göre bunlar da Kıbrıs'la ilgili olarak bizi kınıyormuş, zaten nasıl fena bakıyor gördünüz mü? Ayol o ok kirpiklere yazık :) Gözlerin bir de kanlı gözyaşı dökenleri var ki birazdan göreceksiniz. Ama bakmayın o kanlara, kötü bakışlara falan, bayağı dost canlısı, kibar insanlar, hele Türkiye'den göçmüş bir yakını olanlar neredeyse sevindirik oluyorlar bir Türkle karşılaşınca ve hemen Türkçe konuşmaya başlıyorlar.
Komşuyuz işte, pek çok şeyimiz benzeşiyor, işte minnak bir mahalle bakkalı, derde devadan gayrı her şey satılıyor.
Burası Halil Bey Camii, tabii artık cami olmaktan çıkmış, tabanındaki camlı bölümün altında eski bir Bizans kilisesinin kalıntıları var, kültürel etkinlik amaçlı kullanılmakta imiş.
Mavi bina ve yan tarafı külliyenin medresesi, artık burası da kültürel ve sosyal amaçlarla kullanılıyor. Mübadele zamanında mübadillere evsahipliği yapmış. Fotoğraftaki hanım Anna, bizi görür görmez hemen ilgilendi, Türkçe konuşmaya başladı. Dedesi Samsun-Bafra'dan mübadil olarak gelmiş. Eşyalar ailesinden kalma, öyküsü tüm mübadele öyküleri gibi iç acıtıcı. Güleryüzlü Anna'dan zor ayrılıyoruz ve Kale'ye doğru dar ve yokuş sokaklardan tırmanmaya başlıyoruz.
Ter içinde ve nefes nefese tırmandığımız Kale'de konserler için hazırlanmış sahnenin ardında şehir legodan yapılmış gibi görünüyor. Hemen girişteki cafeye oturuyor ve kimimiz Greek caffee, kimimiz buraların en yaygın içeceği olan frappeyi ısmarlıyoruz.
Frappe su gibi tüketiliyor buralarda, kalede içtiğim şahaneydi, daha sonra Alexandropolis'de içtiğimse sıradandı, Yunan kahvesini ise denemedim, içenler Türk kahvesinden bir farkı olmadığını söylediler. Çay içmeyi zinhar aklınızdan geçirmeyin, sallama bile yok. Şaşıp yanılıp çay isterseniz ice-teayı dayıyorlar önünüze.
Oturup dinlendikten, frappeleri gövdeye yollayıp serinledikten sonra kaleyi keşfe çıkıyoruz. Daracık merdivenlerden ve geçitlerden geçerken sıkışacağımdan korktum, bir ara lavabo pompası ile sıkıştığım yerden çıkarılabilir miyim diye düşünmedim değil :) Yukarıda karşımıza çıkan manzara ise çıkarken çekilen eziyete değerdi:
Kavala Su Kemerleri 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış, şehre ayrı bir hava vermekte, yanından geçerken kendinizi İstanbul'da, Valens Su Kemerlerindeymiş gibi hissedebilirsiniz.
Kale turu bitince acıktığımızı hissediyor ve eski limana iniyoruz. Rehber-şoförümüz bizi sahibi Türk asıllı olan "Balauro" isimli bir restorana götürüyor. Kapıda güler yüzle ve Türkçe karşılanıyoruz, bagajı açarken kestiğim parmağım için hemen kolonya ve yara bandı koşturuluyor. Manzaramız enfes, ısmarladığımız yemekler de ama her şeyden önce personelin ilgisi harika:
Çok acıkmışız sanırım, gözümüz daha da acıkmış ki her şeyden çifter porsiyon ısmarlıyoruz, lokanta sahibi bizi uyarıp bazılarını teke indiriyor. Yemekler gelince görüyoruz ki gerçekten manasız bir şey yapmışız. Porsiyonlar öksüz doyuran cinsinden Kavala'da, ye ye bitmiyor. Fotoğrafta çekmeyi unuttuğum siparişler de var, mesela roka salatası ve kalamar tava, yiğenin köftesi. Türkiye'de tabağa kondurulmuş 5-6 halkaya fit olduğumuz için burada da aynı olacak sandık ama kalamar tabakları tepeleme geldi, öyle ki masadaki herkes kalamara bayılmasına rağmen yemek sonunda tabakta artan birkaç parça vardı. Kalamar da, ahtapot ta enfesti, fetalı Greek salatanın peyniri dışında bir numarası yoktu, bizdeki çoban salatanın iri doğranmışı. Lakin kabak kızartması olağanüstüydü, mutlaka denenmeli. Yine sofraya gelen iki koca sepet dolusu zeytinyağlı, kekikli kızarmış ekmekten artanlar mekan sahibi tarafından pat pat denize fırlatıldı. Kıyıda seyran eyleyen kefallere ziyafet çekmek işin raconundanmış, hep lokanta kedisi olacak değil ya, buralarda lokanta kefali var :) Alttaki üç tabak tatlı ve meyva ikram olarak yemek sonunda geldi. Ödediğimiz hesapsa euro cinsinden bile olsa şaşırtıcı derecede hesaplıydı. Lokantanın sempatik sahibi ve çalışanlarıyla vedalaşıp şehre geri döndük ve ufak bir tur için kendimizi ara sokaklara vurduk.
Aya Nikola Kilisesi ya da "Muhteşem Süleyman" dizsiyle ünlü olan Pargalı İbrahim'in Camii, restore edilerek kiliseye dönüştürülmüş.
Ve buyrun şaşkaloz gözlerden bu defa kanlı gözyaşları akıyor.
Kavala'da sokaklar sakin, trafik yavaş ve düzenli, sürücüler kurallara uyuyor, klakson sesi yok, yaya geçidine adım attığınız anda durup kibarca yol veriyorlar. Yani tıpppkı Türkiye :) Sakinliğin sebebi bayram tatili olabilir, dükkanların çoğu kapalı, açık olanlardaki esnaf uykulu ve ilgisiz. Sanırım ekonomik kriz onları bağlamıyor. Kurabiye, uzo ve magnet almak için girdiğimiz tüm dükkanlarda işi yavaşlatma eylemi var gibiydi, içlerinden "lanet olsun, ne güzel mayışıyordum, nerden çıktı bu müşteri" dediklerine eminim :)
Aslında daha gezebileceğimiz çok sokak arası vardı ama yolumuz uzun, uğrayacağımız şehirler fazla idi, veda ettik güzel Kavala'ya ve Xanthi (İskeçe)ye doğru yola koyulduk. Yarına kadar iyi gezmeler, pardon okumalar...
Ha bir de yol boyu sık sık rastladığımız, zaman zaman evlerin bahçelerinde de gördüğümüz minik sunaklar. Şoförümüz bunların kaza olan yerlere bir çeşit anma olarak dikildiğini söylüyor. Bazılarında fotoğraflar, çiçekler ve minik ikonalar var.
İç kesimlere girdikçe görüyoruz ki bunların üretimi bir sektör halini almış, zaman zaman karşımıza çıkan satış yerlerinde çeşitli şekil ve boyutlarda sergileniyorlar.
İlk uğrak yerimiz Kavala, Pazarkule sınır kapısı ile Kavala arası yaklaşık 3,5-4 saat kadar sürüyor. Yol güzergahı keyifli, sıkmıyor insanı. Sapsarı ayçiçeği tarlalarına yemyeşil ağaçlar eşlik ediyor. Dışarısı çok sıcak ama neyse ki araç klimalı, manzarayı izleyerek ulaşıyoruz Kavala'ya. Bir seyir terasında durup önce tepeden bakıyoruz şehre:
Hafif bir pus çökmüş Kavala'nın üstüne, bana biraz Marmaris'i hatırlatıyor kuşbakışı bakınca. Birkaç fotoğraf çekip araca yürürken şu tabelaya rastlıyoruz. Kıbrıs her iki millet için de yıllardır kapanmayan yara, levhayı Rumlar dikmiş ve muhtemelen Türk turistler yırtmış:
Döne döne inip merkeze ulaşıyoruz, şık bir sıcak var, şehir sabahtan tütmeye başlamış. İlginç bir ayrıntı benzin istasyonlarının evlerin altında olması, birkaç katlı apartmanın altında iki adet benzin pompası hizmete hazır bekliyor. O apartmanda yaşamak istemezdim doğrusu. Sahilde oyalanmıyor Kavalalı Mehmet Ali Paşa ecdadımızın Kavala'ya bıraktığı mirası görmek üzere tırmanıyoruz yukarılara doğru.
Şoför-rehberimizin dediğine göre Yunanlılar sık sık Türklere isyan ettiği için Mehmet Ali Paşa'yı çok seviyorlarmış. Belli oluyor zaten, heykeli, kiliseye dönüşmüş camisi, müze haline getirilmiş evi, araştırma merkezi ve adı verilmiş sokağı var, hepsi de gayet bakımlı. İmareti ise lüks bir otel haline dönüştürülmüş.
Günlerden Pazartesi olduğu için müze-ev kapalıydı gezemedik, ayrıca şansımıza Yunanlıların bayram gününe denk gelmişiz, sadece müze değil neredeyse her yer kapalıydı. Neyse ki kiliseye dönüşmüş Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii açıktı, girip gezdik:
Kavala'da çok parlak bir plaj yok, ya kayalıklardan giriliyor denize ya da taşıma kumla oluşturulmuş küçük plajlar var ama deniz pırıldak ve o sıcak havada çok davet edici görünüyordu:
Mehmet Ali ecdadımıza veda edip dar, merdivenli sokaklardan geçerek bir başka ecdadımızın kalıtını görmeye gittik: Halil Bey Külliyesi.
Bu gözler her yerde karşınıza çıkıyor ve ne yazık ki Türkan Şoray'a ait değil. Yine rehber-şoförümüzün dediğine göre bunlar da Kıbrıs'la ilgili olarak bizi kınıyormuş, zaten nasıl fena bakıyor gördünüz mü? Ayol o ok kirpiklere yazık :) Gözlerin bir de kanlı gözyaşı dökenleri var ki birazdan göreceksiniz. Ama bakmayın o kanlara, kötü bakışlara falan, bayağı dost canlısı, kibar insanlar, hele Türkiye'den göçmüş bir yakını olanlar neredeyse sevindirik oluyorlar bir Türkle karşılaşınca ve hemen Türkçe konuşmaya başlıyorlar.
Komşuyuz işte, pek çok şeyimiz benzeşiyor, işte minnak bir mahalle bakkalı, derde devadan gayrı her şey satılıyor.
Burası Halil Bey Camii, tabii artık cami olmaktan çıkmış, tabanındaki camlı bölümün altında eski bir Bizans kilisesinin kalıntıları var, kültürel etkinlik amaçlı kullanılmakta imiş.
Mavi bina ve yan tarafı külliyenin medresesi, artık burası da kültürel ve sosyal amaçlarla kullanılıyor. Mübadele zamanında mübadillere evsahipliği yapmış. Fotoğraftaki hanım Anna, bizi görür görmez hemen ilgilendi, Türkçe konuşmaya başladı. Dedesi Samsun-Bafra'dan mübadil olarak gelmiş. Eşyalar ailesinden kalma, öyküsü tüm mübadele öyküleri gibi iç acıtıcı. Güleryüzlü Anna'dan zor ayrılıyoruz ve Kale'ye doğru dar ve yokuş sokaklardan tırmanmaya başlıyoruz.
Ter içinde ve nefes nefese tırmandığımız Kale'de konserler için hazırlanmış sahnenin ardında şehir legodan yapılmış gibi görünüyor. Hemen girişteki cafeye oturuyor ve kimimiz Greek caffee, kimimiz buraların en yaygın içeceği olan frappeyi ısmarlıyoruz.
Frappe su gibi tüketiliyor buralarda, kalede içtiğim şahaneydi, daha sonra Alexandropolis'de içtiğimse sıradandı, Yunan kahvesini ise denemedim, içenler Türk kahvesinden bir farkı olmadığını söylediler. Çay içmeyi zinhar aklınızdan geçirmeyin, sallama bile yok. Şaşıp yanılıp çay isterseniz ice-teayı dayıyorlar önünüze.
Oturup dinlendikten, frappeleri gövdeye yollayıp serinledikten sonra kaleyi keşfe çıkıyoruz. Daracık merdivenlerden ve geçitlerden geçerken sıkışacağımdan korktum, bir ara lavabo pompası ile sıkıştığım yerden çıkarılabilir miyim diye düşünmedim değil :) Yukarıda karşımıza çıkan manzara ise çıkarken çekilen eziyete değerdi:
Kavala Su Kemerleri 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış, şehre ayrı bir hava vermekte, yanından geçerken kendinizi İstanbul'da, Valens Su Kemerlerindeymiş gibi hissedebilirsiniz.
Kale turu bitince acıktığımızı hissediyor ve eski limana iniyoruz. Rehber-şoförümüz bizi sahibi Türk asıllı olan "Balauro" isimli bir restorana götürüyor. Kapıda güler yüzle ve Türkçe karşılanıyoruz, bagajı açarken kestiğim parmağım için hemen kolonya ve yara bandı koşturuluyor. Manzaramız enfes, ısmarladığımız yemekler de ama her şeyden önce personelin ilgisi harika:
Çok acıkmışız sanırım, gözümüz daha da acıkmış ki her şeyden çifter porsiyon ısmarlıyoruz, lokanta sahibi bizi uyarıp bazılarını teke indiriyor. Yemekler gelince görüyoruz ki gerçekten manasız bir şey yapmışız. Porsiyonlar öksüz doyuran cinsinden Kavala'da, ye ye bitmiyor. Fotoğrafta çekmeyi unuttuğum siparişler de var, mesela roka salatası ve kalamar tava, yiğenin köftesi. Türkiye'de tabağa kondurulmuş 5-6 halkaya fit olduğumuz için burada da aynı olacak sandık ama kalamar tabakları tepeleme geldi, öyle ki masadaki herkes kalamara bayılmasına rağmen yemek sonunda tabakta artan birkaç parça vardı. Kalamar da, ahtapot ta enfesti, fetalı Greek salatanın peyniri dışında bir numarası yoktu, bizdeki çoban salatanın iri doğranmışı. Lakin kabak kızartması olağanüstüydü, mutlaka denenmeli. Yine sofraya gelen iki koca sepet dolusu zeytinyağlı, kekikli kızarmış ekmekten artanlar mekan sahibi tarafından pat pat denize fırlatıldı. Kıyıda seyran eyleyen kefallere ziyafet çekmek işin raconundanmış, hep lokanta kedisi olacak değil ya, buralarda lokanta kefali var :) Alttaki üç tabak tatlı ve meyva ikram olarak yemek sonunda geldi. Ödediğimiz hesapsa euro cinsinden bile olsa şaşırtıcı derecede hesaplıydı. Lokantanın sempatik sahibi ve çalışanlarıyla vedalaşıp şehre geri döndük ve ufak bir tur için kendimizi ara sokaklara vurduk.
Aya Nikola Kilisesi ya da "Muhteşem Süleyman" dizsiyle ünlü olan Pargalı İbrahim'in Camii, restore edilerek kiliseye dönüştürülmüş.
Ve buyrun şaşkaloz gözlerden bu defa kanlı gözyaşları akıyor.
Kavala'da sokaklar sakin, trafik yavaş ve düzenli, sürücüler kurallara uyuyor, klakson sesi yok, yaya geçidine adım attığınız anda durup kibarca yol veriyorlar. Yani tıpppkı Türkiye :) Sakinliğin sebebi bayram tatili olabilir, dükkanların çoğu kapalı, açık olanlardaki esnaf uykulu ve ilgisiz. Sanırım ekonomik kriz onları bağlamıyor. Kurabiye, uzo ve magnet almak için girdiğimiz tüm dükkanlarda işi yavaşlatma eylemi var gibiydi, içlerinden "lanet olsun, ne güzel mayışıyordum, nerden çıktı bu müşteri" dediklerine eminim :)
Aslında daha gezebileceğimiz çok sokak arası vardı ama yolumuz uzun, uğrayacağımız şehirler fazla idi, veda ettik güzel Kavala'ya ve Xanthi (İskeçe)ye doğru yola koyulduk. Yarına kadar iyi gezmeler, pardon okumalar...
3 kez gitmeme rağmen gözlerin anlamını şimdi öğrendim...rehber farkı diyelim..sevgilerimle
YanıtlaSilTeşekkürler, sevgiler...
SilBöyle bol fotolu gezi yazılarını okumaya bayılıyorum. Tşk
YanıtlaSilSağolun, yazdığıma değiyor demek
SilBol bol fotoğrafla desteklemeniz sayesinde ordaymış hissiyatıyla okuduğum bir seyahat yazısı , harika olmuş ^-^
YanıtlaSilSevindim, teşekkürler...
Sil