.

.
.

25 Haziran 2016 Cumartesi

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 1


Bilenler bilir, 3-4 yıldır kızkardeşle her yaz farklı bir yöreye bir kaç günlük geziler yapıyoruz. Geçen yaz Bursa'nın tarihi dokusuna hayran kalınca konseptimizi "Osmanlı Başkentleri" olarak belirlemiş ve bu yıl yönümüzü Edirne'ye çevirmeye karar vermiştik. Bir sınır şehrini seçince günübirlik Yunanistan kaçamağı da yapabiliriz diye düşündük ve nasıl gidebileceğimizi araştırmaya başladık. Bu aşamada kocalar da bize katıldı ve bacısal seyahat etkinliğimiz ailesel seyahat etkinliğine dönüştü.

Geçen Cumartesi düştük yola. İki aşamalı bir plan yapmıştık, önce yüksek hızlı trenle İstanbul, ertesi gün Edirne. Sabah bindik trene, tam önümüzdeki dört koltuklu, masalı bölüme taşralı oldukları belli 19-20 yaşlarında 2 delikanlı yerleşti. Bağıra çağıra telefonda konuştukları yetmezmiş gibi yarım saatte bir kaybolup sigara kokarak geliyorlardı. Öyle ki üç sefer trende sigara içilmemesi konusunda anons yapıldı, hatta bizim vagondaki tuvalet kilitlendi. Yine de yılmadılar, başka vagonları denediler. Sonunda. tren Eskişehir garına girdiğinde görevli kendisiyle gelmelerini istedi ve nüfus kağıtlarını aldı. Suçlu çocuk gibi itirazsızca gidip kimliklerini teslim ettiler sonra da süt dökmüş kedi gibi gelip oturdular. Bir süre sonra görevli kimlikleri iade edip adres ve imza istedi, trende sigara içtikleri için 109 lira ceza ödeyeceklerini söyledi. Tabii anında itiraz başladı, "Nerden biliyonuz?" dedi sağdaki. "Sensörler uyarı verdi, ayrıca şikayet var" dedi görevli. "Ne yani tuvalete gamera mı koyuyonuz?" dedi sağdaki. "Kamera değil sensör" dedi görevli. "Neyse ne imzalamıyom ben, ıspat edin" dedi sağdaki. "Siz bilirsiniz" dedi görevli, "biz gereğini yapacağız". Görevli uzaklaşınca soldaki de canlandı, kuzu kuzu kimliği verip imza atan başkasıymış gibi efelenmeye başladılar: "Kimliklerimizi çaldı deriz", "zaten daha önce de oldu, ben savcıya dedim ki kuş kadar beyninle boş atıp dolu mu tutturcan", "içmedik deriz, ispat et deriz", "hehe lan imzayı sen attın borç seninç sen ödersin" minvalinde sürdü gitti konuşma, İstanbul'a varana kadar kulağımızdan kuruduk.

Derken bu Karagöz-Hacivat benzeri dialogları dinleye dinleye İstanbul'a vardık. Şehrin acemisi olmak böyle bir şey, Pendik-Kadıköy arası için aldığımız arkadaş tavsiyesini uygulamaya koyup dolmuşa bindik (her iki anlamda :) Tabii böyle yaparak İstanbul'un semtleri arasındaki mesafeleri, trafik yoğunluğunu, sıcağı gözardı ettiğimiz için bir saat elli dakika sonra Kadıköy'e ayak bastığımızda çimento karan kocaman bir mikserde saatlerce karıştırılmışcasına bulamaca dönmüştük. Kendimizi Çiya'ya dar attık, klimaya ilk defa sevgi beslediğimi hissettim. Karnımız doyunca gözümüz yolda oldu, karşıdaki otelimize ulaşmak için Beşiktaş vapuruna bindik ve saatlerdir ilk kez İstanbul'da olduğumuzu hissettik.



Özlemişim bu görüntüleri, tüm karmaşasına rağmen İstanbul bana iyi geliyor.

Beşiktaş'tan taksiyle ulaştığımız kalacağımız mekan İTÜ'nün Maçka'daki şahane binasının arkasındaydı. Dünya varmış diyerek yayıldık odalarımıza.


Lakin gezentiyiz ya, duş ve giysi değiştirme faslının ardından attık yine kendimizi sokaklara, fazla uzaklaşmadan Maçka, Teşvikiye, Nişantaşı civarında turladık.



Akşam yemeğini havuz başında eda ettikten sonra Beşiktaş'a yürüdük. Minik yiğene Vodafone Arena'yı gösterip Beşiktaş Çarşı'da dolaştırdıktan sonra sahildeki hıncahınç cafelerde zor bela yer bularak kahvelerimizi içtik. Ardından tüm günün yorgunluğuyla mekanımıza dönüp kendimizi uykunun kollarına bıraktık.

Ertesi sabah erkenden kalkıp terasta acele tarafından kahvaltı ederken manzarayı fotoğraflamayı da ihmal etmedik tabii ki :)
 


Bahçedeki güzelim ortancalarla vedalaşıp ayrıldık oradan. bir saate kalmadan bizi Edirne'ye götürecek otobüsteydik. Edirne yolu sağlı sollu sapsarı açmış ayçiçeği tarlalarıyla doluydu, otobüsün hızından fotoğraflayamasam da izlemek bile şahaneydi.

Öğleye doğru ulaştık Edirne'ye, eşyaları Trakya Üniversitesi Kampüsündeki misafirhaneye bırakıp şehre doğru yola çıktık. Bizi Selimiye Camii'nın uzaktan bile görünen minareleri karşıladı. Turistik gezimize başlamadan aç karnımızı doyurmak üzere önceden netten çalıştığım dersime dayanarak Köfteci Osman'a daldık:


Hayatımda yediğim en güzel köfteydi diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, değildi tabii ki, bildiğimiz ortalama bir köfteydi. Yanında gelen acılı sossa her gittiğimiz restoranda çıktı karşımıza, öğrendiğime göre hazır geliyormuş, hepsi aşırı tuzluydu.

Selimiye Camii ile başladık turumuza, önce bedestenınde gezindik, sonra müzesinde:



Ve sonra sıra Mimar Sinan'ın 80'li yaşlarının sonunda 2. Selim adına inşa ettiği ve ustalık eserim dediği Selimiye Camii'ne geldi.




 


Sonuncu fotoğraf şaka gibi. Örümcek Adam Selimiye'nin kubbesine tırmanmış :)


Selimiye tüm ihtişamıyla her yerden görünmeye devam ederken biz rotamızı Eski Cami'ye çevirdik ama o bir dahaki yazıya kalsın...

8 yorum:

  1. Tebessüm ederek okudum İst. maceranızı ;) trende yaşadığınız nahoş süreçlere 'hay aksilik'dedim biraz şanssızlık olsa da farklı bir gezi deneyimi olmuş diyelim :) İst. insanı sürekli dinamik tutan bir şehir..ve en son sonuncu fotoğraf gerçekten de şaka gibi ;)) Örümcek Adam Selimiye'nin kubbesine nasıl tırmanmış öyle :) Tam 'yurdum insanı' hali! örümcek adam balondan herhalde...
    yazının devamını merakla bekliyor olacağım..sevgilerle

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Benden de çok sevgiler, sizin fotoğraflarla kıyaslanmasa da yaptık birşeyler :)

      Sil
  2. Darısı başıma Leylak Dalı. Şimdilik hayaliyle yetiniyorum:)

    YanıtlaSil
  3. ayaklar ne alemde bunca geziye? şaka bir yana güzel yapmışsınız. şimdi sıra diğer yazılarda.

    YanıtlaSil
  4. Eline diline sağlık. Serpil Mumcu

    YanıtlaSil