Her iki fotoğraf da Marmaris İçmeler'den. Sanmayın ki oradayım, 5-6 yıl öncesinen kalmalar. Bu mevsimde kendi yaşadığım şehir de dahil hiç bir tatil mekanından hoşlanmıyorum. Kızgın güneş, yakıcı kumlar, kalabalık plajlar, güneş yağı kokusu, daha da kötüsü ter kokusu, terliklerden fışkırmış bakımsız ayaklar, kıllı bacaklar ve göğüsler, et kalabalığı, yanık ten. Bırrr, hepsinden sıtkım sıyrıldı yıllardır. Benim sahil mevsimim ilk ve sonbahar, hatta kış. Fotoğrafları eklemekteki amacım bulut özlemi. Dışarda deli bir poyraz sıcağı var, Ankara böyleyse Antalya'yı düşünemiyorum bile. Bu havalarda gökyüzü ağarır da ağarır, sarımsı bir renk alır, mavilik ve bulutlar yok olur ki benim için başlıbaşına ruh sıkıntısı sebebidir. Oysa bayılırım bulutlara bakmaya ve bir şeylere benzetmeye. İçmeler'deki o gün de hayran hayran ne kadar süreyle seyrettim hatırlamıyorum gökteki yelpaze ve kalp benzeri bulutları. Şehirlerarası yolculuklarda çocukluktan beri bıkmadığım bir oyalanma biçimidir bulut benzetmece. Ankara'ya gelirken bir ahçı, minik bir çocuk, kaynayıp buhar çıkaran bir tencere ve bir köpek eşlik etti gökyüzünden yeryüzündeki yolculuğuma. Zaten ben sürekli bir şeyleri başka bir şeye benzetirim, hele de benzeteceğim şeyin belirgin bir şekli yoksa. Çok küçükken oturduğumuz evin banyo ve tuvalet zemini mozaikti. Eski Ankara evlerinin çoğu öyledir zaten, cilalanmış gibi pırıl pırıl bir mozaik ve üzerinde bir şeylere benzetilmeye müsait binlerce beyaz desen. Tuvaletin hemen kıyısında bir eşek vardı mesela; bodur, kısa kulaklı ve sırıtan. Her tuvalet ihtiyacımda eşlik ederdi, anırmadan, kıpırdamadan, sessizce. Belki isim bile takmışımdır, unuttum şimdi. Yelkenli gemiler, otomobiller, çiçekler neler neler çıkardı baktıkça desenler arasından ama en belirgini ve en güzeli ve görüldüğü gibi en unutulmazı o eşekti. Tuhaf çocukmuşum vesselam, gerçi büyüklüğüm de pek normal sayılmaz ya...
"Deliduman"ı okuyorum bu aralar, Emrah Serbes'in son romanı. "Hikayem Paramparça" ile hayallerim biraz kırılmıştı ama bu kitap toplayıp yapıştırmama sebep oldu. Başlarda biraz laf kalabalığı olduğunu düşünsem de kitap ilerledikçe su aktı yolunu buldu. Günümüz Türkiyesinin kara mizah üzerinden çizilmiş bir anatomisi sanki. Okuduğunuz şeye gülmeyi planlıyorsunuz ama bir yandan burnunuzun direği sızlayabiliyor. Bir satır önce kahkaha atarken ağlamaya başlıyorsunuz. Henüz bitmedi ama az kaldı ve galiba çok beğeneceğim. Öyle veletce (daha uygun bir başka sözcük bulamadım) yazılmış ki yazarını bilmeseniz de kimin yazdığını anlayabilirdiniz, ancak o yaramaz çocuk bu şekilde anlatabilirdi geçen yıl yaşananları. Bir-iki satırlık alıntıyla bitireyim yazımı da kaldığım yerden okumaya devam edeyim:
"Birden bana döndü, gözlerindeki o yabani ışığı gördüm, erken çekilen acıların ışığı, içine sıçılmış çocukluğun ışığı, asla değişmez, parmak izi gibi ele verir insanı hayatın her döneminde."
"Dünyada en çok hissedilen şey de budur. Hayatın geneli bombok gittiği için, insan yüreği zamanla nasır tutar, bir şey hissedemez olur. İşler biraz yoluna girince de yeniden küt küt. Bok varmış gibi."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder