Samsun'daki ilk sabahımıza sıcak ve nemli bir havayla "Günaydın" dedik. Nisbeten esintili balkonda kahvaltımızı yapıp kahvelerimizi de höpürdettikten sonra kalacağımız sürenin kısıtlı olmasından dolayı sıcak, nem dinlemeyip düştük yollara, hem de öğlen vakti. İlk hedef bulunduğumuz semte göre şehrin diğer ucunda kalan Bandırma Vapuru Müzesi idi. Kendimizi bir otobüse yerleştirdik, evsahibi arkadaşımız da şehri çok iyi bilmediği için şoföre ne şekilde gidebileceğimizi sorduk. Hayli uzun bir yolculuktan sonra sürücümüz bizi bir durakta indirdi ve buradan gideceğimiz yerin yürüme mesafesinde olduğunu söyledi. Normal şartlarda yürümek keyifli bir eylemdir benim için, hele de ilk kez gittiğim (Samsun'a yıllar önce bir seyahat esnasında uğrayıp iki saat kadar kalmıştım. Tek hatırladığım işlek bir caddede bir aşağı-bir yukarı turladığımızdı) bir şehirdeyse. Etrafa bakınıp herşeyi inceleyerek, fotoğraf çekerek yürümeye bayılırım. Ama tepemizde alevden oklarını gönderen bir kaynar güneş, tüm vücudumuzu sauna misali saran bir nem varken bu eylem pek o kadar keyifli olamıyor. Yine de teyit amacıyla sorduğumuz bir delikanlı 200 metre kadar sonra ulaşırsınız deyince başladık yürümeye. Plaj kenarlarından dolaştık, köprülerden geçtik, demiryolu boyunca yürüdük, Samsunspor tesislerini gördük, üstgeçitlere tırmandık yol bitmedi. Git babam git, yürü Allah yürü. Terler ayakkabılarımıza doldu, beynimiz sıvılaşmaya başladı, omuzlarımız ve burunlarımız şık bir kırmızıya bürünmüş durumda bayılmak üzereyken uzaktan göründü hedef kitle yani Bandırma Vapuru. Anladık ki Samsun'da kimseye yol sormayacaksın, onların 200 metresi ya da yürüme mesafesi ile seninki farklı. Neyse işte yokuşlarda ter dökerek, inişlerde tırnak sökerek Bandırma Vapuru'nun birebir modelinin sergilendiği alana ulaştık sonunda. Gerisini fotoğraflar anlatsın.
Müze-vapuru gezdikten sonra kendimizi dışardaki çimlerin üstüne atarak bir süre soluklandık. Sıcak ve nem dayanılmaz bir hale gelmişti. Artık akıllandık ya bu defa tahminlerimiz doğrultusunda hareket edip teleme peynirine dönmüş bedenlerimizi bir minibüse yerleştirdik. Yürüdüğümüz mesafenin az-buz birşey olmadığına da yolculuğumuz sırasında iyice emin olduk. Mesafe özürlü vatandaşlara en derin teşekkürlerimizi sunarak Samsun pidesi yemek üzere deniz kıyısındaki Sevgi Cafe'nin masalarına kurulduk.
Pideler enfesti, yorgun bedenlerimize, aç midelerimize iyi geldi. Arada esen rüzgar da sıcaktan eriyik haline gelmiş beyinlerimizi toparladı. Gittiğim yerlerde yöresel tadları denemeyi hep sevmişimdir ama asıl ilgimi çeken oraya has, yaşadığınız bölgede göremeyeceğiniz markalardır. İşte örneği; İnişdibi Madensuyu ve Bakraç Ayran:)
Sonra ne mi yaptık? Karnımız tok, sırtımız pek, terimiz kuru hale gelince bir faytona atladık ve Tütün İskelesi'ne doğru yola çıktık. Az gittik. uz gittik, dere tepe düz gittik diyeceğim sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Bu defa taş çatlasa 5-10 dakika gittik, nal tıkırtıları ve kendimizi Büyükada'da hissettiren at pisliği kokuları arasında Atatürk'ün Samsun'a ilk ayak bastığı yer olan Tütün İskelesi'ne ulaştık, Atatürk ve yanındaki erkanın balmumu heykelleri yerleştirilmiş iskeleye. İskeleyi takip eden yol da "Kurtuluş Yolu" adıyla iki tarafı rölyefler ve görsellerle zenginleştirilerek düzenlenmiş. Havuzlar, fıskiyeler, yapay şelaleler ve göletler, çiçekler ve benzerleri ortamı güzelleştirmiş ama sıcak ve nem o boyuttaydı ki çok fazla inceleyemedik ve meydandaki Atatürk Heykeli'nin bulunduğu parka doğru ilerledik.
Park yolundaki simitçi dikkatimi çekti, simitlerdeki etiketler ilginç geldi. Denetlendiğini anlamak ve yerken elinizi kirletmemek açısından faydalı bir buluş olmuş. Ve Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel'in yaptığı ünlü Samsun Atatürk Heykeli. Çiçek açmış manolya ağaçlarının arasında heybetle yükseliyor. Parkın önündeki caddeye de heykeltraşın adı verilmiş.
Parkın ağaçaltı serinliğinden caddeye çıktığımızda kendimiz atacak bir gölge, oturacak bir koltuk ve içecek soğuk birşeyler aradık ve gözümüze ilk çarpan cafeye girdik. Pek bir numarası yoktu cafenin hatta tuvaleti bile. İstediğimiz dondurma güzel değildi, Zero colalarımızı içmekle ve yan bahçedeki vişne ağacının kauçuk bitkisininkine benzeyen yapraklarına şaşmakla kifayet ettik. Tekrar yürüyecek enerjiye kavuştuğumuzda Çiftlik Caddesi'ne daldık ama öncesinde hemen caddenin başında gözümüze çarpan Sanat Sokağı'nı ziyaretten de geri durmadık. Çok güzel eski evler vardı orada.
Çiftlik Caddesi'nde yaptığımız kısa yürüyüş bana daha önceki gelişimde turladığımız caddenin bu olduğunu hatırlattı ayrıca güzel bir mimariye sahip ve Ayfer Tunç'un "Bir Deliler Evinin....." isimli kitabında sözü geçen Şehir Kulübünü görmemi de sağladı. Otobüse bindiğimiz yerde gözüme çarpan modern mimarili ve yeşil şerefeli, sivri açılmış bir kurşunkalem ya da açmak üzere olan bir zambak tomurcuğuna benzeyen minareli camiin isminin Yeni Cami olduğunu da dönüşte Google amcaya sorup öğrendim. Bindiğim otobüs Saathane Meydanı'ndan geçerken de açık camdan yine "Bir Deliler Evinin...." kitabında sıkça bahsi geçen, hep merak ettiğim Saat Kulesinin fotoğrafını çekmeyi becerdim.
Vakit akşama yaklaşırken sahilde bir çay bahçesine oturmuş çaylarımızı içmeye başlamıştık bile. Önümüz gözalabildiğine kum ve Karadeniz'di. Yavaş yavaş batan güneşin tadını çıkararak içtiğimiz çaylardan sonra iskeleye kadar bir yürüyüş yaptık, çoğu zaman ayakkabılarımız elimizde yalınayak kumların içinde. Gökyüzü kırmızıdan laciverde döndüğünde ise yorgun bedenlerimizi dinlendirmek üzere eve doğru yola düştük.
Uzun oldu farkındayım ama bunu siz istediniz:)) Bir sonraki gün bir sonraki postta olsun, kalın sağlıcakla...
Aslında bütün fotoğraflar birbirinden güzel gerçekden. Ama gidip gelip börek dilimlerine ve simitlere neden bakıyorum ki acaba?
YanıtlaSilDiyetteyim diye olabilirmi. içim kıyıldı :) sevgiler.
kauçuk yapraklı vişne ağacı dediğin, karamiş (karayemiş) olsa gerek. karadeniz'de çok oluyor.uzaktan vişneye benziyor ama çok tatlı değil. kekremsi bir tadı var.
YanıtlaSilSon fotoğrafa bayıldım :)
YanıtlaSilDevamını bekliyoruz..
oradanda bir sinop yapsaydınız.fotoğraflar çok gğzel güneş,n batışı harika
YanıtlaSilKörfez lokantası'nın pastırmalı pidesi de süperdir, ama orası da uzak. Kuzum, sahilden İstanbul yönüne şehir hiç bitmiyor ki. Yazlıklar, villalar, ohoo o. Köyler,kasabalar hep birleşmiş. Memleket çok güzel be:)) Gün batımı, sahil resimlerine bayıldım:))
YanıtlaSilSICAKTA YÜRÜMEK KORKUNÇ BİRŞEY AMA GÜZEL BİR GEZİ OLMUŞ RESİMLERDEN BELLİ SİMİTE HASTAYIM GÖZÜM KALDI
YanıtlaSilO güneş batışı nasıl güzel bir fotoğraf öyle :)
YanıtlaSilİyi gezmelerin olsun hep ve yazdıklarınla bizi de gezdir.
ne kadar güzel gezmişsin
YanıtlaSilhaika fotoğraflar eşliğinde ben de memleketime gitmiş gibi oldum
sefan olsun tatlım
Özlemişim Samsun'u. Park'taki Atatürk heykeliyle sahil fotograflarını görünce bir hoş oldum.
YanıtlaSilPideye ağzımın suyu aktı taa buralardan:-)