Dün gece uzun zamandır ilk kez deliksiz bir uyku uyudum. Bunda akşam izlediğim "Ran" oyununun katkısı var mıydı bilmiyorum ama Yurdaer Okur Nazım'ın şiirlerini adeta üç boyutlu hale getirmişti.
70 dakikalık performansla Nazım şiirlerini öyle bir canlandırdı ki kilitlendik adeta sahneye. Arka fondan gelen müzik ve ışık ile olağanüstü bir tek kişilik gösteri izledik. Başkalarını bilmem ama (aslında oyun biter bitmez alkışlarla ayağa fırlayan izleyicilerin de benim gibi düşündüğünden eminim) ben çok duygulandım. Gençlik günlerime ışınlandım, o gelecekten umutlu iyimser duygularımızla, vecd içinde Nazım şiirleri okuduğumuz heyecanlı anlara döndüm, gözyaşlarımı zor tuttum. Bir kere de Cem Karaca anma konserinde böyle duygular yaşamıştım. Oyuncunun eline, ayağına, duygularına sağlık, bize muhteşem bir akşam yaşattı. "Sanat sağaltıcıdır" diye boşuna dememişler, günlerdir beni canımdan bezdiren bel ağrımı bile unuttum.
Antalya bayramdan bu yana puslu, bulutlu, tozlu, polenli ve sevimsiz bir hava sunmaktaydı bize. Dün yarı güneş, yarı bulut altında bir arkadaşıma gittim otobüsle. Yarı yolda güneş kayboldu, kara bulutlar kapladı gökyüzünü. Gideceğim durağa varıp otobüsten indiğimde şakırdadı yağmur, bereket hemen yolun kıyısındaydı arkadaşın evi, fazla ıslanmadan ulaştım. Çok geçmeden de neredeyse gökyüzü yere indi, öyle bir yağmur. Çok da iyi oldu, polenler, tozlar da yağmurla birlikte yere indi. Biz sohbeti koyultmuşken de güneş açtı. Eve dönüp tiyatro için hazırlanırken bu defa çok daha yoğun bir yağış başladı, neyse ki arkadaşım beni arabayla alacaktı, yine ıslanmadan ulaştık gideceğimiz yere. Bugünse havada tek bir bulut yok, güneş pırıl pırıl parlıyor, yazımı bitirince çıkıp semt pazarına gideceğim.
Çok sevdiğim, beni İstanbul sokaklarında gezdiren "İstanbulin"den sonra Neige Sinno'nun "Hüzünlü Kaplan"ına başlamıştım. Bugün bitti. Yazar kendi yaşam öyküsünü kaleme almış, trajik bir konu. 9 yaşından 14 yaşına kadar üvey babası tarafından taciz edilmiş ve 19 yaşına geldiğinde şikayette bulunup adamın ceza almasını sağlamış. İnsanı zorlayan ama bir yandan da sadece yaşadığı travmayı değil bunun sosyal ve psikolojik yönlerini de ele alan, hatta tacizcinin ruh halini bile irdeleyen ilginç bir okuma oldu. Yazar Annie Ernaux kitabın arka kapağında şunları yazmış: "Hüzünlü Kaplan"ı okumak, gözleriniz açıkken bir uçuruma inmek gibi. Sizi bir yetişkin tarafından yıllarca istismar edilen bir çocuk olmanın ne demek olduğunu görmeye, gerçekten görmeye zorluyor. Herkes okumalı."
Geçen postumda bir Kore dizisine başladığımı yazmıştım. Gönülsüz başladığım dizi giderek sardı beni, lakin kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz hesabı bitmek bilmiyor. Güya mini dizi, minisi buysa maksisi nasıl olur acaba, tam 16 bölüm, izle izle bitmiyor. Henüz 10. bölüme yeni başladım, hayırlısı bakalım, ne zaman bitecek.
Bu postu sabah bir arkadaşımın Fethiye'den fotoğrafını yolladığı yılın ilk leylağı ile kapatayım. Leylak gönderilerinize her daim açığım, şu garibanı bu çiçeğin yetişmediği şehirde yalnız komayın 😂
Ek: Az evvel pazardan geldim. Bu mevsimde hesaplı fiyatlara ihraç fazlası çiçekler geliyor pazara. Her daim kovalarla rengarenk gerberalar getiren bir satıcı var. Onun tezgahında çiçek seçerken iki büklüm bir teyze yanaştı, en az annem yaşında, fakat öyle aksi bir görünüşü var ki, bana döndü, resmen çemkirdi: "Kes bunların saplarını, çok uzun" dedi. "Keseceğim zaten" dedim. "Dayanıyor mu bunlar?" dedi. "Uzun süre dayanıyor ama sapları ince çiçek kısmı ağır olduğundan boyunlarını büküyorlar" dedim. Yüzüme baktı, sonra baştan aşağı süzdü: "Senin bile boynun bükülmüş" dedi, "bunlar nasıl dik dursun". Eyvah olsun bana, 100 yaşındaki teyzem beni beğenmedi 😋 Kadına kızdığımdan cüzdanı düşürmüşüm, Allahtan iki çocuk hemen getirip verdi. Hem boynu bükük, hem parasız kalacağıdım az kalsın 😂